İçeriğe geç
Anasayfa » MÜSLÜMANIN ŞAHSİYETİ VE AHLÂKI-1

MÜSLÜMANIN ŞAHSİYETİ VE AHLÂKI-1

Şahsiyet, kimlik demektir. Müslümanın kimliği, İslâm’dır. Müslüman şahsiyet, kimliği İslâm olan ve İslâm’ın kendisinde göründüğü müslüman olandır. Müslüman şahıs, kalp ve kalıp, anlayış ve davranış birlikteliğine kavuşmuş kişidir.

Müslümanın ahlâkı ise Hz. Peygamber (s.a.s)’in ahlâkıdır. Çünkü Hz. Peygamber, İslâmî anlayışın temel referansı olan Kur’an-ı Kerim’in canlısı olan kişidir. Zira anlayış ve davranış birlikteliği kendisinde görünen en büyük zirve şahsiyet Hz. Peygamber (s.a.s)’dir.

Müslüman şahıs, herkese karşı görevini hakkıyla yerine getirmeye gayret eden kimsedir. Müslüman şahsiyet, Allah Teâlâ’ya karşı kulluk eden, Peygamber aleyhisselâm’a karşı ümmet olan, ulemâya karşı saygılı davranan, anne-babaya karşı sâlih evlat, eşine karşı refîk ve refîka, komşuya karşı iyi komşu, kendi evladına karşı şefkatli baba, arkadaşlarına karşı ülfet eden ve ülfet edilen, âmirlerine karşı hak yolda olduğu müddetçe itaat eden, emri altındakilere merhametli ve faydalı olan kimsedir.

Müslümanın iyi ahlâkı da beşerî münasebetlerde ortaya çıkmaktadır.

Müslümanın İslâmî şahsiyeti ve nebevî ahlâkı, Allah Teâlâ’nın gönderdiği Kur’an-ı Kerim’e ve Kur’ân’ı, sözleriyle ve uygulamalarıyla açıklayan Hz. Peygamber’e uyarak İslâm’ı yaşamakla gerçekleşir.

Müslüman, İslâm’ı yaşarken İslâm’a ters düşmeyen prensiplerle hareket etmelidir.

Herkes, kendisine ait makama göre davranması gerekir. Dava adamı örnek mevkidedir. Örnek insan, havas mevkiinde olduğundan yasaklara karşı daha çok hassas olmalı, mekruhlardan ve şüphelilerden bile sakınarak takvaya dikkat etmeli; emredilenlere özellikle farzlar konusunda ise asla taviz vermemeli, imkân nisbetinde nafileyi bile farz gibi yapmalıdır. Ancak şu da bir gerçektir ki nafile, farza engel olduğunda terk edilmelidir. Bazen ruhsatla da amel etmelidir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s), hem azîmet ehline hem de ruhsat ehline örneklik sergilemiştir. Abdest bozduğunda, abdest almayınca Hz. Ömer’e, niçin abdest almadınız? sorusuna, her abdest bozulduğunda abdest almakla emrolunmadım buyurmuştur. Başka bir zamanda ise, kendisine selam verilince, Hz. Peygamber (s.a.s), abdesti yok imiş, o esnada hemen teyemmüm alıp selamı alıyor.

Dava adamı olan müslüman şahsiyet, fikri, ameli, prensipleri, hassasiyetleri ve örnekliği herkes tarafından bilinmelidir. Dava adamının böyle olduğu bilinmezse hali tebliğ olmaz, kimseye güven de vermez, sözü de dinlenmez, fikri de kabul görmez. Her şeyi ile net olmayan ve kendisinden üstün olmayan insanların arkasından kimse gitmez, sadece seyredilir.

Önce şu soruyu sormak gerekir, neden İslâm’ı yaşamak gerekir?

Hem müslüman olduğumuz için hem de Müslüman ölebilmemiz için gerekir. Çünkü dünyanın huzuru imanlı olmaya, âhiretin ebedî huzuru imanlı ölmeye bağlıdır yani müslüman olmaya ve müslüman ölmeye bağlıdır. Demek ki; dünyanın ve âhiretin kurtuluşu İslâm’dır. Zira kâinatın düzeni İslâm’la sağlanmaktadır. Kâinatın maddî düzeninde Allah Teâlâ’nın koyduğu kanun mevcuttur. Buna göre kâinatın her zerresi müslümandır diyebiliriz. Hatta kâfirin vücudu da Allah’ın koyduğu kanuna uymakta da ondan dolayı huzurdadır. Kâfir vücudundaki o kanunu bozunca huzursuzluk meydana gelmektedir. Dünyada yani karada ve denizde Allah’ın koyduğu kanunu insanlar bozduğu için karada ve denizde fesat yani bozulma ve huzursuzluk meydana gelmiştir. Bu durumu asırlar öncesinde Kur’an-ı Kerim şöyle belirtmiştir:

“İnsanların ellerinin işlediği/yaptıkları şeyler yüzünden karada ve denizde fesat/ bozulma ortaya çıktı.”[1]

Şu âyet-i kerîmede kâinatta olan düzenin İslâm olduğu belirtilmiştir:

“Onlar Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Hâlbuki göklerde ve yeryüzündeki (olan herkes ve her şey)ler isteyerek ve istemeyerek O’na (Allah’a) teslim olmuşlar ve O’na döndürülecekler.”[2]

Bu âyetten şunu anlıyoruz ki; kâinatın her zerresi müslümandır. İşte bundan dolayı kâinatta düzen ve huzur var. İnsanlığın da böyle bir düzen ve huzura kavuşması için İslâm’a teslim olması yani müslüman olması gerekmektedir. Kâinattaki düzeni de koyan Allah, insanlığın dünyada ve âhirette huzur bulması için İslâm düzenini de koyan aynı Allah’tır.

Müslümanların dünya ve âhiret kurtuluşları Hakk’ı bilip Hakk’a uymaları ve batıllardan sakınmaları, diğerlerine örnek olmaları ve diğerlerine de İslâm’ı tebliğ etmeleri ve batıllardan sakındırmaları gerekmektedir. İşte bu durumu şu âyetlerden öğrenmekteyiz:

“Ey iman edenler! Ehl-i Kitap olan kimseler (Hırıstiyan ve Yahudiler)den bir gurubuna (bile) uysanız onlar sizi imanınızdan sonra sizi kâfirler olarak geriye çevirirler. Nasıl kâfir olursunuz, Allah’ın âyetleri size okunurken ve Peygamber aranızda iken!. Kim Allah’a sımsıkı tutunursa sırat-ı mustakîme ulaştırılır.

Ey iman edenler! Allah’a hakîkî takva ile takvalı olun ve ölürken ancak Müslüman olduğunuz halde ölünüz.

Allah’ın ipine topluca (ve toplumca) sımsıkı tutunun ve ayrılığa düşmeyin. Allah’ın üzerinizdeki (özellikle İslâm) nimetini hatırlayınız. Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah kalplerinizin arasını uzlaştırdı da O’nun nimetiyle birbirinizle kardeşler oldunuz ve siz ateş çukurunun kenarında iken oradan da sizi kurtardı. İşte böylece Allah size âyetlerini açıklıyor ki hidayet üzere devam edesiniz.

(İşte bu hidayetin devamı için) sizi hayra çağıran size marufu emreden, münkerden yasaklayan bir ümmet olsun. İşte onlar kurtulan kimselerdir.

Kendilerine deliller geldikten sonra ayrılan ve ihtilafa düşenler gibi olmayınız ki onlara büyük azap vardır.”[3]

Bu âyet-i kerîmelerin bize verdiği mesajlar:

  1. a) Hıristiyan ve Yahudilere itaat edenlerin kâfir olacakları vurgulanmaktadır.
  2. b) Küfürden kurtaracak çare Allah Teâlâ’nın âyetleri Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sözleri, fiilleri ve takrirleridir. Çünkü Kur’an-ı Kerim mutlak hakîkat, Hz. Peygamber mutlak rehberdir. Kim Allah’ın Kur’ân’ına ve Peygamber’ine tutunarak Allah’a tutunursa her konuda dosdoğru yola ulaştırılacağı belirtilmiştir.
  3. c) Hakka ve halka karşı yanlıştan korunmak ve her konuda hassasiyeti ifade eden Allah’a karşı takvalı olmak ve ölürken sadece Müslüman olarak ölmek emredilmektedir.
  4. d) Müslüman ölmenin çaresi Müslüman olmak, Müslüman olmanın yolu da Kur’ân-ı Kerîm’in bütününe ve bütün bir toplumda uygulanmasına çalışmaktır.
  5. e) Allah Teâlâ’nın en büyük nimeti olan iman sayesinde kalplerin birbirleriyle uzlaştığını ve cehennemden kurtulduklarını bildirerek bu İslâm nimetinin kıymetini bilerek İslâm’a sımsıkı sarılmalarını ve böylece de hidayet üzere devam edebileceklerini bildirmiştir.
  6. f) İslâm hidayetinin devamının sağlanması için hayra çağıran, marufu/İslâm’ın ve aklın iyi dediğini emreden yani Müslümanların hayatına İslâm’ı hâkim kılan, münkerin/İslâm’ın ve aklın kötü dediğini yasaklayan yani şirki ve Allah’a isyanı mahkûm kılan bir yetkin ve etkin bir kurumun olmasını emretmektedir.
  7. g) Deliller ortaya konduktan sonra sapılmasının hiçbir mazeretinin olamayacağı ve cezaya çarptırılacağı, herkesi bağlayan vahiy geldikten sonra ihtilaf ve fırkalaşmanın asla af edilemeyeceği vurgulanmaktadır.

Mademki çare İslâm’dır işte önce İslâm’ı bilip uygulamak sonra bildirmek gerekir.

LEHİMİZDE VE ALEYHİMİZDE OLANI BİLMEK: İLİM

  1. İlmin Tarifi: İlim, bir şeyin mahiyetini idrak etmektir. İlim, eşyanın hakikatine uygun olana denir.[4] Bu manada ancak Allah’ın ilmine ilim denir. Zira söylediği ile söylenilenin {e0a8e66316dc8f5d591ba55bcacf7338a4d87a0882161bf818f1807d6da55e8f} 100 doğru olan ancak Allah’ın tesbit ve teşhisleridir.
  2. İlmin Önemi:
  3. a) İlk inen âyetin ilimle ilgili olması: Allah Teâlâ, ilim ve ilmin vasıtası ile ilgili:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından (aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir. O Rab ki kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmedikleri şeyi öğretti”[5] buyurmuştur.

  1. b) İlk farzın ilim olması: Delil şu âyet-i kerîmedir:

“Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur.”[6]

Dikkat edilirse âyette önce bil ifadesi geçmekte sonra tevhid yani iman ifadesi geçmektedir. Demek ki ilim imandan öncedir. Çünkü Allah’ı bilmeyenin imanı olmaz.

İlim her müslümana farzdır: Zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

“(İnanılması ve reddedilmesi, uygulanması ve terk edilmesi farz olanın) ilmi(ni) talep etmek (bilmek, öğrenmek ve araştırmak) her müslümâna farzdır.”[7]

Bu hadîs-i şerîfe göre âlim olan âlim olmayan herkese konumuna göre farzdır. Bu konu ile ilgili Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

“Ya âlim ol, ya talebe ol, ya da dinleyen ol, ya seven ol, beşinci olma helak olursun.”[8]

Bir şey, ister imanla ilgili olsun isterse amelle ilgili olsun inanılması farz ise o iman konusunu ve nasıl iman edileceğini, yapılması farz ise, hem o farzı hem de onun nasıl yapılacağını da öğrenmek de farzdır. Aynı şekilde yapılması vacip olan bir şeyi, hem o vacibi hem de o vacibin nasıl yapılacağını öğrenmek de vaciptir, sünnetse sünnettir. İnanılması küfür ve şirk olan bir konu ise, o küfür ve şirkten korunabilmek için o küfür ve şirki bilmek de farz olur. Bir şeyin yapılması haram ise onu bilmek ondan korunabilmek için farzdır.

Özetle önce imanla ilgili helal ve haramları bilmek, sonra ibadet, ahlâk ve ahkâmı içine alan amel ile ilgili helal ve haramları bilmek gerekir.

  1. c) Kur’ân- Kerîm’de sadece ilmin artırılmasını istemenin emredilmiş olması:

“De ki, ey Rabbim ilmimi artır!”[9]

  1. d) Ölünceye kadar her gün ilim öğrenilmesinin emredilmesi:

Beşikten mezara kadar ilim arayınız (ilme talip olunuz)! denilmişir.

Bu demektir ki ölünceye kadar plânlı bir şekilde her gün ilim öğrenmemiz gerekmektedir. Çünkü her gün ilerlemek için ilimde ilerlemek gerekir. Zira ilimde ilerde olmayan hiçbir sahada ilerde olamaz. Zira her konuda gelişmek o konulardaki bilgilerimizi artırmakla mümkündür. İlmî gelişmeleri yakından takip etmeyen hiçbir konuda ilerleyemez. Sürekli her konuda kendini yenileyen bir toplum “iki günü birbirine eşit olan zarardadır.”[10] hadîs-i şerîfinin uyarısına da uymuş olur.

  1. d) İnsanı iman, mü’mini de ilmin yüceltmesi:

Bu konudaki ölçümüz şu âyet-i kerîmedir:

“Allah içinizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir.”[11]

Bu âyetle Allah Teâlâ, âlim olan mü’mini âlim olmayan mü’min üzerine üstün kılmıştır, bu da ilmin üstünlüğüne delalet eder. İlimden maksat, mükellefin din ile ilgili; ibadetlerinde ve insanlarla olan muâmelelerinde yapılması vacip/farz olanı bilmeyi ifade eden şer’î ilim, Allah Teâlâ’yı ve sıfatlarını bilmeyi ifade eden ilimdir.[12] Ayrıca İslâm’ın ve Müslümanların maslahatlarına olan bütün ilimlerin de öğrenilmesi bütün Müslümanlara farz-ı kifâyedir. Çünkü gâyeye vâsıta olan şeyler de gâye hükmündedir ve lâzımdır.

  1. e) Allah’ın hayır murad ettiği kimselerin, İslâm’ın inceliklerine vakıf olup istinbât ve içtihâd yapabilecek ilim sahibi kimseler olması.

Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

“Allah, kime hayır dilerse onu dinde fakîh (dinin inceliklerine vâkıf) kılar.”[13]

  1. f) İslâmî ilimleri öğrenip öğretme niyetiyle ilimle uğraşmanın savaşa gitmekten üstün olması:

Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“İnananlar toptan savaşa çıkmamalıdır. Her topluluktan bir taife dinde fıkıh tahsili yapmak (dinin inceliklerini iyice öğrenmek) ve milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı? Ki böylece belki yanlış hareketlerden çekinirler.”[14]

Savaşlarda şehid edilenlerin yerine diğer Müslümanlardan koymak mümkündür. Fakat o âlimden başka yoksa o âlimin savaşa gitmesi câiz olmaz. Eğer o âlim ölse o âlimin yerini doldurmak mümkün olmaz. İşte bu konuda Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Âlimin ölmesi, gece gündüz devam ettikçe İslâm’da kapanmayan bir gediktir.”[15]

  1. Şu konularda bilgi sahibi olmak gerekir:

İtikat, İbadet, Ahlâk, Ahkâm, Tarih, Günümüz ve Meslek itibariyle lehimizde ve aleyhimizde olanı bilmek. Özetle İslâm’ın ve Müslümanların maslahatına olan bütün ilimlerin öğrenilmesi İslâm Ümmetine ya farz-ı ayın ya farz-ı kifâyedır.

  1. ÖLÇÜYE VAKIF OLMAK VE DENGELİ OLMAK

Ölçüyü kavrayan daima gelişir, ölçüyü kavramayan daima değişir. Yanılanın ölçüsü yanılır, yanılmayanın ölçüsü yanılmaz. Yanılmayan ancak Allah Teâlâ’dır, yanılgıdan korunan ve isabet edemeyince o halde bırakılmayan da Allah’ın yetiştirdiği ve öğretip eğittiği Peygamber’dir. Yegâne ölçümüz; Kur’an-ı Kerim ve Hadîs-i Şerîfler, Sahâbe-i Kirâm’ın âyet ve hadislerden çıkardığı icmadır.

Ölçüler şunlardır:

Ölçü fikir: İslâm=Kitap+Sünnet: Vahiy.

Kitap ve Sünnet’ten çıkarılan iki ölçü/usûl vardır:

  1. a) Usûlu’d-dîn: İtikâdî konuları anlamanın usûlüdür.
  2. b) Usûl-i Fıkıh: Amelî konuları anlamanın usûlüdür.

Ölçü insan: Hatadan korunmuş ve Allah tarafından özel yetiştirilmiş olan Peygamberdir.

Ölçü hareket: Kur’ân ve Hadîslerde belirtilen Peygamberlerin Tevhid Hareketi.

Ölçü toplum: Hz. Peygamber (s.a.s)’in yetiştirdiği ve risâlet güneşine nisbetle yıldızlar gibi olan Sahâbe-i Kirâmdır.

Dengeli olmak ve denge adamı olmak:

İlim-Amel, Madde-Mana, Cesed-Ruh, Dünya-Âhiret.

İlim amel için, madde mana için, cesed ruh için, dünya da âhiret için kılınmıştır. Yani birinciler vâsıta, ikinciler gayedirler. Vâsıtalar gayeye âlet olursa gayeden sayılırlar, âlet olmazsa engelden sayılırlar.

Eğer ilim öğrenilir de amel edilmezse ilim gaye edinilmiş olur, maddeye önem verilir de manaya önem verilmezse madde gaye edilmiş olur, cesedin gıdasına önem verilir de ruhun gıdasına önem verilmezse cesed gaye edilmiş olur, dünya ile âhiret kazanılmazsa dünya gaye edilmiş olur.

Eğer bir kimse dünyayı, âhireti kazanmaya vasıta etmek düşüncesiyle helal ve haramlara dikkat ederse vasıtayı gayeye vasıta etmiş, eğer bu ölçüye uymazsa vasıtayı gaye edinmiş olur ki bu da reddedilmiştir.

ÜSTAD EDİNMEK

İki kısımdır: 1. İlim üstadı, 2. Terbiye üstadı.

  1. İlim üstadı: Herkese farz-ı ayındır.
  2. Terbiye üstadı: Herkese farz değildir. Nefis terbiyesini kendi başına yapamayana farz olur. Terbiye üstadı, asrın insaf sahibi âlimlerinin hüsn-i zan edip ehliyetli ve kemal sahibi dediği âlim ve ârif olan kimsedir.

Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de insanları ikiye ayırmıştır: Avam ve havas. Avam müctehid olmayan, havas da müctehid olan kimsedir. Avam için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Bilmiyor iseniz zikir (Kur’ân ve Hadisten hüküm çıkaran içtihad) ehline sorun!”[16]

En büyük veli de olsa içtihad ehli değilse müçtehide yani âyet ve hadisden hüküm çıkaran kimseye sorması gerekir. Bu konuda yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu yayarlar; hâlbuki o haberi Peygambere ve içlerinden emir sahibi olanlara götürselerdi, onlardan istinbâta/âyet ve hadislerden hüküm çıkarmaya kadir olanlar onu anlar bilirdi. Allah’ın sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı, pek azınız dışında, şeytana uyardınız.”[17]

Havassa da Allah Teâlâ:

“..Eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah (Kur’ân)’a ve Rasûl (Sünnet)’e götürün, eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız. Bu, hem hayırlı hem netice itibariyle daha güzeldir”[18] buyurmuştur.

Özetle eğer müçtehid değil avamdan ise müçtehide soracak, müçtehid ise âyetler ve hadislere soracaktır. Hiçbir kimse hüküm koymayacaktır. Hükmü ancak Allah Teâlâ koyar. Müçtehid ise içtihad usûlü ile âyet ve hadisden hüküm çıkaracaktır. Çünkü ictihad, hüküm koyucu değil , hüküm çıkarıcıdır. Hüküm koyucu ancak Allah Teâlâ ve öğretip eğittiği Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’dir.

Gerçek üstatlar fakîhlerdir. Fakîhler Hz. Peygamber (s.a.s)’in vârisleridirler. Çünkü gerçek manada âlim onlardır ki Allah Teâlâ onlara hayır murad etmiş de onları dinde fakîh kılmıştır. Zira gerçek vârisler,  Hz. Peygamber’in  hem risâletine hem velâyetine vâris olanlardır ki ilmi ile risâletine, takvasıyla da velâyetine vâris olmuşlardır. Hasen-i Basrî (rh.a.)   Hz. Peygamber (s.a.s)’in bu iki yönüne vâris olması itibariyle fakîhi şöyle tarif etmiştir:

“Gerçek fakîh, dünya konusunda zâhid olan, âhirete rağbet eden, dinin inceliklerini bilen, Rabbine kullukta devam eden, müslümanların şereflerine dil uzatmaktan geri duran, vera (takva) sahibi, insanların mallarına karşı iffetli olan/tenezzül etmeyen ve topluluklara nasihat eden kimsedir.”[19]

Bu tarif bize şunları söylüyor: Dini, bu özelliklere sahip insanlardan öğrenin ve alın. Çünkü dünyaya esir olan ve her hareketinde âhirete önem verdiği görülmeyen âlim, Peygamber vârisi olamaz. İşte bu manada Hz. Peygamber, “Arkadaşlık edeceğimiz kimselerin en hayırlısı kimdir?” sorusuna şöyle cevap vermiştir:

“Sizin (arkadaşlık edip istifade edeceğiniz kişinin) en hayırlısı; kendisini görmek size Allah’ı hatırlatan, konuşması ilminizi artıran ve ameli sizi âhirete teşvik eden kimsedir.”[20]

Kiminle arkadaşlık edeceğiz sorusuna verdiği cevaptaki “kendisini görmek size Allah’ı hatırlatan” kimseler Selef-i Sâlihînin arasında çok ve yaygındı. Tâbiînin büyüklerinden Hasen-i Basrî (rh.a.) görüldüğü zaman Allah hatırlanırmış. Hasen-i Basrî’yi, arkadaşlarından olan Eş’as b. Abdullah şöyle anlatıyor: “Hasen-i Basrî’nin huzuruna girip çıktığımızda dünyayı bir şey saymaz olarak çıkardık.” [21]

Yunus b. Ubeyd ise Hasen-i Basrî’yi şöyle anlatmıştır: “Hasen-i Basrî’nin, amelini görmese ve sözünü işitmese bile bir adam gördüğü (yanında bulunduğu) zaman istifade ederdi.”[22]

“Konuşması/sohbeti ile ilminizi artıran” yönü ile ilgili şu misali vermemiz uygun olur: Sahabenin ileri gelenlerinden Ebû Mûsâ el-Eş’ar’î (r.a.) şöyle demiştir: “Abdullah b. Mes’ûd’un yanında bir kere otururdum benim üzerimde (yalnız başıma yaptığım) bir yıllık amelden (ibadet ve tâatten) daha etkili olurdu.”[23]

Bu misalleri vermemizden maksat, bu asırda da bu gibi kimselerin çok az da olsa varlığını bilip istifade etmektir. Çünkü bu özelliklere sahip, Hakka arka çıkan, muhalefet edenlerin zarar veremeyeceği  kimselerin kıyamete kadar var olacağına dair hadis vardır.[24] İşte bu gibi kimselerin tâlim ve terbiyelerinden, yönlendirmelerinden, feyiz ve bereketlerinden istifade etmek gerekir. Eğer bulunduğumuz yerlerde böyle ilim ve irfan sahipleri yoksa vefat etmiş büyük insanların sözlerini, fikirlerini, farklılıklarını, eserlerini, örnekliklerini ve menâkıbını okumamız mümkündür. Zira İmam Nevevî gibi büyük bir zat günde beş saat bu gibi üstün özelliklere sahip büyük zatları anlatan kitaplar okurmuş.

Âlimlerden istifade etmek neden önemlidir? Önce ölçüyü kazanmak içindir. Sonra o ölçüye göre amel etmek içindir. Ölçüyü kazanmak ise, vasıtayla olur. Bu vasıta, ölçüyü kazanmış âlimlerdir. Onun için ölçüyü kazanmadan yalnız başına kitap okumak kadar zararlı bir şey yoktur. Herkes kendi kabiliyetine göre örnekleri tesbit edip onlardan istifade etmelidir. Neden üstad önemlidir diyene fatihanın mana ve ruhunu kavramalarını tavsiye ederiz.

Özetle ölçü, ilme müracaatla, ilim rehber olan âlime müracaatla, rehber olan âlim aydınlatıcı kitaba müracaatla elde edilir. İlim vahiydir, rehber olan âlim müçtehiddir, aydınlatıcı kitap ise her şeyi aydınlatan Kitap ve Sünnettir.

Diğer ilimlerden vahye ters düşmediği, ilim adamlarından da vahiyle ters düşmedikleri müddetçe istifade edilmelidirler. Zira İslâm’ın ve Müslümanların maslahatlarına olan her ilimden istifade edebilmeleri için o sahalarda ilim adamları yetiştirmeleri müslümanlara farz-ı kifâyedir.

Âlimin önemi hakkında Rasûlullah (s.a.s):

“Âlimin âbide (âlim olmayana) üstünlüğü, benim sizin en alt derecede olanınıza üstünlüğüm gibidir.” buyurmuştur [25]

[1]   Rum, 30/41.

[2]   Âl-i İmrân, 3/83.

[3]   Âl-i İmrân, 3/100-105.

[4]   Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 155.

[5]   Alak, 96/1-5.

[6]   Muhammed, 47/19.

[7]   İbn  Mâce, Mukaddime, 17.

[8]   Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ ve Müzîlü’l-Elbâs, I, 149, 150.

[9]   Tâhâ, 20/114.

[10] Şeybânî, İbn Ömer, Temyîzü’t-Tayyib mine’l-Hadîs, s.162.

[11] Mücâdele, 58/11.

[12] el-Askalânî, İbn Hacer, Fethu’l-Bârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, I, 141, Beyrut ts.

[13] Buhârî, İlim, 10, Humus, 7, İ’tisâm, 10; Müslim, İmâre, 175, Zekât, 98, 100; Tirmizî, İlim, 4; İbn  Mâce, Mukaddime, 17.

[14] Tevbe, 9/122.

[15] Şeybânî, İbn Ömer, Temyîzü’t-Tayyib mine’l-Hadîs, s.179.

[16] Enbiyâ, 21/7.

[17] Nisâ, 4/83.

[18] Nisâ, 4/59.

[19] İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr Alâ Dürri’l-Muhtâr, I, 38.

[20] Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, III, 467.

[21] Ebû Nuaym, el-Hılye, II, 158, es-Seâde 1351.

[22] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, IX, 267, es-Seâde, 1351.

[23] Kâdî Iyâz, Tertîbü’l-Medârik, II, 51-52, er-Riyâtü’l-Mağrib,  1384.

[24] Buhârî, Tevhîd, 29, İ’tisâm, 10, Menâkıb, 28, Humus, 7; Müslim, Îmân, 247, İmâre, 170-177; Ebû Dâvûd, Fiten, 1, Cihâd, 4; Tirmizî, Fiten, 51; İbn Mâce, Mukaddime, 1; Dârimî, Cihâd, 38.

[25] Tirmizî, İlim, 19.