İçeriğe geç
Anasayfa » “HÂL-İ LİSÂN”

“HÂL-İ LİSÂN”

             “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız. Üstelik, biri insanın sağ tarafında, biri sol tarafında oturmuş iki alıcı melek de (onun yaptıklarını) alıp kaydetmektedir. İnsan hiçbir söz söylemez ki onun yanında (yaptıklarını) gözetleyen (ve kaydeden) hazır bir melek bulunmasın.”[1]

“Âdemoğlu sabaha erdi mi, bütün azaları dile temennâ edip: “Bizim hakkımızda Allah’tan kork. Zira biz sana tâbîyiz. Sen istikâmette olursan biz de istikamette oluruz, sen sapıtırsan biz de sapıtırız.” derler.”[2]

 

Eşref-i mahlûkât[3] olan insanoğlunu diğer yaratılmışlardan ayıran en bâriz vasfı hiç şüphesiz “nutk”u yani tefekkürü (akletmesi) neticesi (irâdî olarak) konuşabilmesidir. Bu hususiyetini ortaya koyabilmesi de kendisine bahşolunmuş en büyük nimetlerden biri olan “lisân”ı iledir.

Kalp gibi, vücütta küçük bir et parçası olan dilin ehemmiyyeti ondan aşağıda değildir. Nasıl ki kalp; istek ve arzularında, niyette sağlam (istikâmet üzere) olunca bütün beden huzur ve felâha kavuşuyorsa, bir nevi kalbin hârice akseden tarafı, penceresi olan dil de düzgün olursa yine bütün beden emniyette ve kurtuluşta olur.

Her şeyin ölçüsünü belirleyen Allah Teâlâ, lisânın da vazife ve mevkini bildirmiştir. Lisânın en başta gelen vazifesi: kalpte olan imanı ikrârdır. Ardından da bu imânına halel getirecek bir (küfür) söz(ü) söylemekten kendini sakınmak ve dâimî bir şuur hâlinde olmaktır. Böylece kişi hem kendine hem etrafındaki insanlara hakikî mevziini bildirmiş olur.

Diline hâkim olma ve onu muhafaza edebilmek pek mühim bir iştir. Zaten aslolan kişinin ihtiyaç hâlinde konuşması bunun dışında ise sükût etmesidir. İki kulak bir dil ile yaratılmanın hikmetlerinden biri de bu olsa gerek. Aksi takdirde lisan, sahibi için çoğu defa âfet olur.

İman ile müşerref olmuş bir kalbin en mühim vazifesi bu imanını muhafaza iken bu hususta kalbinden sonra muhafazası gereken âzâsı da kişinin lisanıdır. Esasen aralarında lâzım-melzûm münasebeti vardır:

“Kulun kalbi dosdoğru olmadıkça imanı dosdoğru olmaz, lisanı dosdoğru olmadıkça da kalbi dosdoğru olmaz.”[4]

“Kul, dilini hazine gibi (muhafaza) etmedikçe imanın hakikatine (kemâline) varamaz.”[5]

Lisanı muhafaza ancak çok konuşmaktan sakınmak, düşünerek ihtiyaç miktarınca yerinde ve zamanında konuşmak ile olur. İşte hepimizce malum olup, çoğu defa ihmal ettiğimiz hakikat:

“Allah’a ve âhiret gününe iman eden ya hayır söylesin ya da sussun.”[6]

Hal böyleyken sakınmadan, pervâsızca ve fazladan sarf edilen kelimeler aslında aleyhimize olup, rızâ-yı Bârî’den mahrum kalmamıza sebep olmakta:

“Allah Teâla’yı zikretmenin dışında çok konuşmayın. Zira Allah Teâlâ’nın zikrinin dışında (O’nu hatırlamaksızın) çokça konuşmak kalp katılığına işarettir. İnsanların Allah Teâlâ’ya en uzak olanları ise kalbi katı (imanının nuru sönmüş) olanlardır.”[7]

Kul, hayra da şerre de meyyâl yaratılmıştır.[8] Hata etmek fıtratında vardır. Hatasız kul olmaz; ancak hatasının çaresi de tevbedir.[9] Şöyle bir düşünecek olursak, birçok hata ve kusurumuzun sebebi olarak karşımıza “dilimiz” çıkar:

“İnsanoğlunun hatasının çoğu dilindendir.”[10]

Ağızdan çıkan kelime/sözlerin ifade ettiği mânâlar pek mühimdir. Bazen ciddi bazen şaka yollu, bilerek yahut farkına varmadan sarf ettiğimiz cümleler neticede bizi bağlar, mes’ûl kılar:

“Kişi sakınca görmediği bir kelime/söz konuşur da o söz sebebiyle yetmiş sene cehennemden aşağı yuvarlanır.”[11]

“Kişi cennete öyle yakınlaşır ki kendisiyle cennet arasında ancak bir mızrak boyu mesafe kalır. Sonra öyle bir kelime/söz söyler ki bu söz sebebiyle cennetten San’â’dan[12] da fazla uzaklaşır.”[13]

Çok konuşmak, insanlarca hoş karşılanmadığı gibi hatadan ve kusurdan da beri olmaz:

“Konuşması çok olanın, yalınması da çok olur.”[14]

Hâsılı kurtuluş, diline/ağzına hâkim olup sükût etmektedir:

“Susan kurtuluşa erer.”[15]

Çünkü ağızdan çıkan kelime/cümleler yayından fırlayıp hız alan ok misalidir. Nasıl ki atılan ok geri gelmezse, söylenler de asla geri dönüş yapmaz. “Hata ettim.”, “Yanlış söyledim.”, “Benim kasdım o değildi.” gibi pişmanlık bildiren ifadeler artık hâli kurtarmaya kâfî gelmez. O sebeple eskiler: “Sözün senin esirindir, söyledikten sonra artık sen onun esirisin.” demişler.

Dili muhafazaya dair yukarıda zikrolunan hadîs-i şeriflerden sonra “dil âfetleri” diye isimlendirilen kusurları da hatırlamak yerinde olacaktır. Bir şeyin hakikatini iyice kavramak, künhüne vâkıf olmak için zıddını/nakîzını (da) bilmekledir.

“Âfât-ı lisân” diye de tabir olunan bu kötü vasıflar/ahlâklar kişiyi istikametten ayırarak çok farklı mecrâlara sürükler. İmâm Birgivî (rh), et-Tarîkatü’l-Muhammediyye isimli eserinde bunları altmış adet olarak tesbit etmiş ver herbirini tek tek izah ederek hükmünü belirtmiştir. Burada ise onlardan bazılarına dikkat çekmekle iktifâ edilecektir:[16]

En başta, imanın zıddı olan “küfür” kelmesi gelir. Ardından da küfre ihtimali olan şüpheli (çirkin) ifadeler yer alır. Hemen ardından da günâh-ı kebâir[17]den olan yalan söylemek gelir. Bir diğer âfet olan iftira; Allah’a ve Rasûlullah’a, namuslu ve suçsuz kimselere, şeklinde ayrılabilir. Ölü kardeşinin etini yemek olan gıybet, insanlar arasında söz taşıma, istihzâ (alay etme), lanet okuma, sövmek, çirkin sözler sarf etme, ayıplama, ölünün ardından bağırıp çağırarak ağlama (ağıt yakma), tartışma (cedelleşme), sırrı ifşâ etme, dilencilik, iki dillilik (yüzlülük), hutbe esnâsında konuşmak, helâda konuşmak, kâfire/zâlime dua etmek, Kur’ân okunurken konuşmak, Müslümana bedduâ etmek, camilerde sebepsiz yere dünya kelâmı etmek, yalan yere yemin etmek, Allah’tan başkası adına yemin etmek, topluluk içinde gizli gizli konuşmak, nâmahrem ile konuşmak.

Biraz düşünülecek olursa, görürüz ki bunlardan bazılarını (belki birçoğunu) günlük hayatta kasden yahut yanılarak yahut da önemsemeyerek işlemekteyiz, maalesef. Hâlbuki mümin ve Müslümanın ahlâkında bunlara yer olmamalı. Kimse, yukarıda sayılan kusurlar için “Bu da mı günahmış/hataymış, bilmiyordum.” demez sanırım. Bu da gösteriyor ki aslında müşkilimiz bilmemek hususunda değil, bildiğimizle amel edememek hususunda. Bu sıkıntının çaresi, çözümü de şuurlu ve kararlı harekette galiba…

 

[1] Kâf; 50/16-18.

[2] Tirmizî, Zühd, 60.

[3] Bkz. Tîn; 95/4.

[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 12982.

[5] Taberânî, el-Evsat, 6563.

[6] Buhârî, Edeb, 31, 85; Rikâk, 23; Müslim, Îmân, 74, 75, 77; Tirmizî, Sıfetü’l-Kıyâme, 50, Birr ve Sıla, 43; Ebû Dâvûd, Edeb, 132.

[7] Tirmizî, Zühd, 62.

[8] Bkz. Şems, 91/8.

[9] Bkz. İbn Mâce, Zühd, 30.

[10] Taberânî, el-Kebîr, 10446.

[11] Tirmizî, Zühd, 10.

[12] Medine-i Münevvere ile Yemen’deki San’â şehri arasındaki mesafe.

[13] İbn Ebi’d-dünyâ, es-Samt, 430.

[14] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 3/74.

[15] Tirmizî, Sıfetü’l-Kıyâme, 50.

[16] “Dil âfetleri”yle alâkalı tafsîlâtlı malumat için Tarîkat-ı Muhammediyye‘ye müracaat edilebilir.

[17] Büyük günahlar. Büyük-küçük günah meselesinde/ayrımında farklı izahlar olmakla birlikte, bu hususta şöyle bir kâide/ölçü de söylenmiştir: “Israrla devam edilen küçük günahlar, küçük olarak kalmaz; (samimi) tevbe edilen büyük günahlar da kalmaz (bağışlanır).”