İçeriğe geç
Anasayfa » KARAMSARLIK VE YALNIZLIK HARAMA SÜRÜKLER

KARAMSARLIK VE YALNIZLIK HARAMA SÜRÜKLER

Hepimiz biliriz ki, hayat kimse için tek düze devam etmez. İçerisinde farklı durumlar barındırır. Bazen sevinç, bazen hüzün, bazen coşkunluk, bazen donukluk, bazen iç huzuru, bazen de sıkıntı…

Olağanüstü bir durum neticesinde kendimizi içinde bulduğumuz anlık üzüntü halini bir kenarda tutarak, karamsarlık ve yalnızlık hali ile İslami yaşantımız arasındaki ilişkiden söz etmek istiyoruz. Bu iki kelime etrafında yerli-yersiz üzüntülere, ümitsiz düşüncelere, bitkin duygulara da değinmeyi amaçlıyoruz.

Karamsarlık, daimi bir mutsuzluk, huzursuzluk ve hayattan lezzet alamama durumu. Ne maddi kaygılardan, ne kronik hastalıklardan, ne ölümlerden, ne de dünyevî herhangi bir sıkıntıdan… Özellikle mâneviyatsızlık, gayesizlik, bir türlü tatmin olmayan ve doymak bilmeyen hodkâm nefsin yaşadığı iç boşluklardan kaynaklanan şekli.

Geçmişte olduğu gibi bugün de insanı içten içe yiyip bitiren, kasıp kavuran bir illettir karamsarlık. Modern insanın daha çok maruz kaldığı bir problem türü. Kendisini en mutlu olduğu zaman bile hissettiren bu ümitsizlik ve üzüntü halin sebebi, kanaatimizce -yukarıda sayılanlardan tamamen bağımsız olmasa da- büyük ölçüde insanın Aşkın olanla hukukunun iyi olmaması ve dünyada varoluş amacını idrak edememesidir.

Karamsarlığın sağlığımıza verdiği tahribat ve yaşadığımız dünyevî mahrumiyet bir tarafa, bu halin manevi hayatımıza da tesiri olmaktadır. Herkeste aynı şekilde seyretmemekle beraber, çoğumuzda ibadet, cami ve cemiyet soğukluğuna sebebiyet verdiği, tevekkül ve sabır anlayışımızı zedelediği, Allah (c.c.) ile olan bağımızı kopardığı söylenebilir. Karamsarlık halinin, şeytanın daha büyük tuzaklara araladığı bir geçiş kapısı, insanın, içerisinde kendisini kaybettiği bir girdap, ebedi hüsranlığa neden olan bir maraz olduğu da tespit edilebilir. Bu durumu daha iyi anlamak için şöyle misallendirebiliriz:

Farz-ı muhâl, hayatında bir kez bile alkol sofrasına oturmamış, ailesinden ve yakın çevresinden böyle bir melanete bulaşanı dahi görmemiş ya da çocukluğundan beri doğal bir tecrit ile bu günahtan korunmuş kişi, fıtratının selametini öteden beri koruduğu için, bu haramdan tiksinir, -Allahü a‘lem- büyük ihtimalle böyle bir günaha hiçbir zaman tevessül etmez ve bu noktalarda şeytanın tuzağına düşmez. Bu, elbette tuzaklardan azade olmuş anlamında değildir. Şeytanın bu tuzağına öteden beri aşılanmış olmanın semeresidir. Ancak şeytan bu kişiye aslını, özünü, bir Müslümanın sahip olması gereken müstakim duruşu unutturur ve çeşitli fitnelerle içinde çırpınacağı bir üzüntü ve ümitsizlik haline sevk edebilirse, işte o vakit istediği günaha heveslendirmekte başarılı olabilir. Bu, zehrin tatlıya sararak sunulması gibi şeytanın, haramı “teselli aracı” kullanarak mü’mini zayıf anında alabora etmesidir. Böyle biri, kendisine “sûni teselli” kılıfında sunulan günahlardan bir şekilde salim kalabilirse, şeytan, mü’minin en hafif şekliyle vaktini, emeğini ve hizmetini zayi etme tehlikesiyle karşı karşıya bırakır ki, bu da onu memnun etmeye yeten bir gaflet durumudur. Bu örneği kız-erkek ilişkilerinde, haram mal kazancı konularında da verebiliriz ancak sözü uzatmamak için bu örnekle iktifa ediyorum.

Bu durumu daha iyi tespit edebilmek için şöyle bir kendi iç dünyamıza nazar ettiğimizde, günaha meyletme sebeplerimiz arasında genel olarak üzüntü ve ümitsizlik halinin önemli bir yer tuttuğunu görürüz. Bu iki hal, İslamî hayatımızı doğrudan etkileyen, hizmetimize ve verimliliğimize zarar veren iç problemler olarak tesir ettiğini müşahede ederiz.

Nankörlüğün Farklı Bir Şekli: Ümitsizlik

Rabbimizin bizi koruyup kolladığı ve içinde bulunduğumuz durumu her an gördüğü halde, tâbi tutulduğumuz imtihan şeklinden şikâyet edercesine ümitsizliğe boğulmak en hafif ifadeyle nankörlüktür. Had bilmezliktir. Kulun, Allah’ın imtihan sebebini idrak edememesidir. Dolayısıyla ümitsizlik ve ruhî çöküntü halinin, mü’mine yakışmayan bir hal olduğunu söylememiz mümkündür.

Ümitsizlik, olumsuz neticeyi peşinen kabullenmek, mücadele etmeksizin şeytana teslim olmakla eş değerdir. Rabbimiz, “… Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin…”[1] buyurmuşken Allah’ın rahmetinden mahrum kalmak da akıllı adamın yapmayacağı bir iş olsa gerektir.

Şeytan Tuzaklarından Biri: Yalnızlaştırma

Modern olana, bir “suçlama”yla değil, eksisiyle-artısıyla bir “muhasebe” bakış açısıyla bakıldığında dahi “modern çağ”ın bize verdiği birçok nimetin yanında, bizden aldığı şeyler arasında İslamî ve insanî ilişkilerimizin dumura uğraması, cemiyet anlayışımızın değişmesi, dolayısıyla topyekûn huzurumuzun kaybedilmesi olduğu anlaşılacaktır. Televizyon, internet, cep telefonu vs. hayatımızı çokça kolaylaştıran önemli teknolojik nimetler olmaları yanında, sosyal ve psikolojik hayatımıza da doğrudan etki eden nesnelerdir. Bunlar, işlerimizi kolaylaştırmasıyla birlikte artık birçoğumuzun kendisini avutup iyi hissettiği araçlar, sığındığı şefkatli ocaklar halini almıştır.

Dinimiz, cemaat olarak yaşanan bir dindir. Mü’minlerin bir araya gelerek ümmet oluşturmaları, varlıklarıyla birbirine destek olmaları istenir. Cem’ olmak, şeytana karşı güçlenmeye, onun etki alanlarını daraltmaya yarar. Nisyana meyleden nefsin günah işlemesine mani olur. Selef âlimlerimizin dediği gibi “İki mü’min, bir araya geldiğinde, muhakkak biri diğerine fayda verir.” Bu yüzden mü’mini diğer mü’min kardeşlerinden koparmak, öteden beri şeytanın daima en büyük hedefleri arasında yer almıştır.

Bugünün insanı, gelişen teknoloji ile şeytan tuzaklarıyla çok daha fazla karşı karşıyadır. Teknoloji sayesinde bugün birçok nimete sahip olduğu gibi, şeytan da tuzaklarını onun sayesinde artırmıştır. Yüz yüze söylenemeyecek sözler cep telefonu ile söylenir, bizzat şahit olunamayacak günahlar tv, internet vasıtasıyla görülür olmuştur. Mü’min kardeşiyle mutlu olamayan, ailesinde çeşitli problemler yaşayan, sosyal hayatında istediği huzuru elde edemeyen insanoğlu, mutluluğu ve huzuru “sanal dünya”ya sığınmakta bulmuştur. Bu açıdan rahatlıkla söyleyebiliriz ki:

Modern insan, yalnızdır. Çoğu zaman stresli ve kaygılı. Kavgalıdır, boğuşur her daim insanlarla, bazen iç dünyasında bazen kalabalıklarda. Korkaktır, çünkü cem’ olmak insana özgüven verirken, yalnızlık cesaret kırmakta. Bitkindir, sosyal olmak insanı iyi ederken, yalnızlık kişiyi kendinden bile soğutmakta.

Modern hayat mı insanı “yalnızlaştırdı” yoksa insanın yalnız kalışı mı, teknolojiyi hayatımızın bir parçası haline getirdi? Üzerinde düşünülmesi gereken bir soru bu… Lakin teknolojiyi artık amacından saptırarak çoğu zaman yalnızlığı giderme aracı, sıkıntımızı dağıtma vasıtası olarak kullandığımızı da itiraf edelim. Dolayısıyla kendimizi kandırdığımızı da…

Nasıl ki, susayınca deniz suyu içen, içtikçe daha da susuyorsa, yalnızlık da öyle. Huzur bulmak için insanlardan kaçıp yalnızlığa koşan, daha fazla huzurundan oluyor. Her geçen gün daha da yalnızlaşıyor, fakat bu haline merhem bulabilecek bir ilaca da sahip olamıyor. Şeytanın tuzağı da tam bu noktada işliyor. Şeytan, yalnızlığın rıhtımında gezinen melankolik ve gergin insanı, bir yandan benlik, gurur veya kompleks gibi şeylerle “insanlığı”ndan ederken, aynı insanı diğer insanlardan daha da uzaklaştırıyor. Ne gariptir ki, şeytan, modern çağın insanını yalnızlaştırırken, çoğu zaman bu zehrini sevdirerek zerk etmeyi de başarabiliyor.

Dertlerimiz İslâmî mi?

Hepimizin dertleri var. Kimi ulvî, kimi süflî, kimi uhrevî, kimi dünyevî… İslâmî hassasiyetlerden kaynaklanan dertlerimiz ve ümmetimizin içinde bulunduğu ahvâlden müessir oluşumuz bir tarafa –çünkü bunlar bir şereftir, bizi biz yapan şeydir- dünyevî hususları çokça dert edinmenin, enerjimizi tüketen ve verimliliğimizi düşüren bir şey olduğu izahtan varestedir.

İnsanın “dert edindiği şeyler” ölene kadar hep olacağı gibi, kurduğu hayaller ve peşinden koştuğu hedefler de yaşama tutunmasını sağlayacaktır. Arzular olmasa insan, hayatını sürdürdüğü dünyada kendine ait bir sevinç ve gaye bulamazdı. O halde bu gerçeği kabul ederek, dertlerimizin Allah’ın (c.c.) dini, düşüncelerimizin Müslümanların problemleri, hayallerimizin de İslam’ın aydınlık ikbali olması için gayret göstermeli. Çünkü derdi, Allah’ın dini olmayan nicelerin dertleri dünyevî problemler oldu. Kederi Müslümanların ahvali olmayan kitlelerin hüzünleri de dünyalık üzerinden hep.

Peki, Allah’ın dinine hizmeti, hayatımızın en büyük ya da tek gayesi göreceğiz de dünyadaki sorumluluklarımız ne olacak? Bu durumda Allah Rasûlü (s.a.v.)’in şu mübarek vaadine kulak vermeli: “Kim Allah’ın dinini dert edinirse Allah da onun özel dertlerini dert edinir. Kim de Allah’ın dinini dert edinmezse, Allah onu dertleriyle baş başa bırakır.”

“Karamsarlık” kavramına Allah’ın dinine hizmet açısından tekrardan eğildiğimizde görürüz ki, İslam’ın ve dolayısıyla Müslümanların daima olumsuz görüntüsüne odaklanıp hüzne boğulmak veya psikolojik enerjimizi kırmak tamamen bir şeytan taktiğidir. Dinin sahibi Allah (c.c.) iken, Müslümanın elinden geleni yaptıktan sonra kendini harap etmesi de olacak iş değildir. Allah’ın dinini dert edinip îlây-i kelimetullah için gayret ederken, ümitsizliğe de, hüzne de düşmemenin, dengeli mü’min tavrı olduğunu söyleyebiliriz.

Ne Yapmalı?

Karamsarlık ve yalnızlığın İslâmî yaşantımız üzerindeki etkisine böylece temas ettikten sonra, bu iki tehlikeye karşı alınabilecek birkaç tedbirden de söz etmek yerinde olacaktır.

Öncelikle şunu vurgulamamız gerekir: Bedenimizi ve bilumum yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz şeylerin yaratıcısı Allah (c.c.) olduğu gibi, düşüncelerimizi ve duygularımızı yaratan da O’dur. Olumsuz duygu ve düşüncelerin, bir şekilde ruh dünyamıza ve bünyemize zarar vermemesi için sığınılacak yegâne makam yine O’nun makamıdır. Düşüncelerin ve duyguların terbiyesi, beden terbiyesinden daha zor ve daha öncelikliyse Rabbimize tevekkül edip iltica etmeli.

İkincisi, her gün okuduğumuz lakin belki yeterince hikmetine tam teslim olamadığımız bir ayet… “Allah kimseye taşıyamadığı bir yük yüklemez.”[2] Bu ayeti, yüreğimizde bir serlevha gibi taşımamız ve bütün hücrelerimizle teslim olabilmeyi hedeflemememiz gerekir. Mademki Mevlâmız bize taşıyamayacağız bir yükü omuzlarımıza yüklemeyecek, yerine getiremeyeceğimiz bir sorumluluk vermeyecek, o halde; eğer Allah beni ölüm, hastalık, musibet, maddi kayıp vs. bunlardan biriyle imtihan ediyorsa benim imtihan edilişimin sebebi, bu imtihanı kazanabilme imkânımın olmasıdır, demeli. Benim tâbi olduğum her imtihan çeşidi benim üstesinden gelebileceğim şeylerdir, Allah vazife olarak üzerime taşıyamayacağım yük yüklemediği gibi, kazanabilmemin imkânsız olduğu bir imtihana da tâbi tutmamaktadır, diye iman etmeli.

Üçüncüsü, dünyada varoluş amacımızı kavramalı. Ne bu dünyanın başıboş yaratılmadığını ne de bizim başıboş bırakılmadığımızı bilmeli. Etrafımızı saran salgın gayesizlik hastalığına karşı aşılanmalı.

Dördüncüsü sabır… Fani bedenlere sahipken üzülmenin, her şeyi dert etmenin anlamlı olmadığını ve önemli bir kısmının da şeytan tuzağı olduğunu bilmeli. Şairin dediği gibi hayata bakmaya gayret etmeli: Her şeye canını sıkma ey gönül! Ne bu dertler kalıcı, ne de bu ömür…

Beşincisi, iyilik duygusu taşımalı, insanlara iyilik etmeli. İyilik etmek, insanı en çok “iyi” eden şeylerden… Yetim başı okşamak, mütebessim çehreye sahip olmak, yüreklere sevinç tohumları ekmek ve daha nicesi… Basit bile olsa daima iyilik yapma fırsatları aramalı.

Altıncısı, cemaat olmalı… Ümmet-i Muhammed’i kucaklayacak kadar yüreği genişletmeli. Bir araya gelmenin, cem’ olmanın yollarını aramalı. “Yalnız kalmaya ihtiyacım var…” gibi sözlerin bize ait bir rahatlama aracı olmadığını bilmeli. Salih dostlar edinmeli, değerini bilmeli, kazandıktan sonra da kaybetmemeli.

Ve En Önemlisi Dua…

Beşerin en şereflisi Rasûlullah Efendimiz (s.a.v)’in mübarek dudaklarından dökülen, devamlı okuduğu dualar arasında yer alan şu ifadelerle Allah’a (c.c.) niyazda bulunmalı: “Allah’ım! Kederden, acizlikten, tembellikten, cimrilikten ve korkaklıktan Sana sığınırım.”[3]

 

[1] Yûsuf, 12/87.

[2] Bakara, 286.

[3] Tirmizî, “Deavât”, 75.