İçeriğe geç
Anasayfa » İLİMDEN MAHRUM BİR İSLÂM ÜMMETİ

İLİMDEN MAHRUM BİR İSLÂM ÜMMETİ

Allah Zülcelâl ve’l Cemâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine ebedî hamdler, sayısız sonsuz şükürler olsun ki, bizlere nihayetsiz nimetler ihsan buyurmuş ve bize yarattığı varlıkların en faziletlisi olma şerefini bahşetmiştir.

İslâm cemiyet dinidir. Ve İslam cemiyetinin en önemli vasıflarından biri ilme önem vermedeki hassasiyetidir. Bu hassasiyet sebebiyle İslâm toplumu için bir ilim toplumu denilmesi gayet isabetli olacaktır. İlim cemiyeti olmak ise ilme, ilim meclislerine değer vermekle mümkündür. O sebeple Müslümanlar olarak ilim meclislerinin önemini ciddiyetle kavramalıyız. Nereye oturduğumuzun veya nerede oturmamız gerektiğinin hesabını çok iyi yapmalıyız.

Eğer ilim meclislerinin kıymetini hakkıyla takdir edebilirsek, oraları bir ganimet ve ziyafet meclisi olarak düşünebilirsek, civarımızdaki insanların da ilim meclislerinden istifadeleri için çaba sarf ederiz. Çünkü İslâm’ın hayat kaynağı ilimdir. Cahil toplumları istenilen tarafa sürüklemek çok kolaydır. İnsan, bir hakikati kendi gayretiyle, ilmiyle öğrenmişse, onun bu hakikatten koparılması oldukça zor olacaktır. Ama insan, hiçbir gayret göstermeden sadece birilerine kulak vererek bir şeyler öğrenmişse, o insanın zihnine başka şeyler doldurmak çok kolay olacaktır.

Mesela biz burada hakikatleri konuşuyoruz. Sonra geliyor yanlış inançlı birisi, belki daha güzel bir uslûbla konuşarak insanları başka yönlere sevk ediyor. Başarıyor da… Çünkü insanlar maalesef konuşulanlardan ziyade konuşanlara, onların unvanlarına, ifadelerine değer veriyorlar. Hâlbuki değer söze göre verilir, sözü konuşana göre değil.

Ağlarsak sözümüzün değeri değişecek, gülersek değişecek mi? Edebî ifadelerle olması halinde konuştuklarımız doğru olacak da, bu konudaki noksanlığımız sözümüzün kıymetini düşürecek mi?

Bu inançla cehalet bataklığına saplanan insanlarımızı kurtarmak çok zordur. Unutmayalım ki sözün değeri hakikate olan uygunluğu nispetindedir. Doğru söz kimin ağzından çıkarsa çıksın ondan bütün insanlar istifade edebilir. Edebilir, edebilmelidir de maalesef günümüz insanları sevdikleri birisi konuşurken çok dikkatli bir şekilde dinliyor, başkaları hakikati konuşsa da onlara kulak vermiyorlar. Daha kötüsü kendilerinden kabul etmedikleri kimseleri yanlış konuşuyorsunuz diye de yalanlamanın gayretinde bulunuyorlar.

Bu hastalıktan bizler ve bütün insanlık âlemi bir an önce kurtulmalıyız. Ancak o zaman birlik ve beraberlik zuhur eder. Bölünme ve parçalanmalar yok olur. Çünkü Hak tektir. Onun dalı budağı yoktur. Onun için öncelikle sözün hak olup olmadığını araştırmalıyız, kim konuşursa, konuşsun. Hakikat tektir ve bazen deli dediğimiz insanlardan da nice hikmet dolu sözler zuhur eder.

Günümüz insanları tefekkürü, arayışı tercih etmedikleri için bir araya toplanamıyor, bölünüp gruplaşıyorlar. Böylece insanlığın birlik ve beraberliği tarumar oluyor. Toplumlar gücünü kaybediyor. Bu kaybın zararı dönüyor, dolaşıyor ve insanlığın hem dünyasına hem de ahiretine en büyük darbeyi vuruyor.

Bu yanlış davranışın zararı sadece ferde, yani kendimize ait olsa bu zarara katlanma kendi tercihimiz ve hakkımızdır. Ama bu davranışların zararı topluma yöneliyorsa hiçbir zarara sebep olmaya hakkımız yoktur. Bilmelisiniz ki toplumu zarara sürüklemenin vebali çok ağırdır. Bundan dolayı bize her şeyi olduğu gibi tanıtan ilmi araştırarak elde etme gayretinde olacağız. Böyle yapmadığımız için İslâm toplumu, gücünü ve maneviyatını kaybediyor.

İslam âleminin başına gelenlerin sebeplerini başkalarında aramayalım. Bilmeliyiz ki zarar öncelikle bizden kaynaklanmaktadır. Çünkü biz hakikatleri bilmiş olsaydık, hakikatlere bağlı kalsaydık, İslâm’ın birlik ve beraberliği, güç ve kuvveti, bırakın günümüz dünyasını, bunun yetmiş kat fazlası olsa bile, o dünyaları korkutacak seviyede olacaktı.

Bakınız Mekke-i Muazzama’da bir cariye kadın iman ediyor. Dikkat edin bu kadın bir cariye yani o toplumda köle olan bir kadındır. Ama bu cariye kadının inancı Mekke’yi sarsıyor. Kâfirler onun inancı karşısında korkuyor. Neden korkuyorlar? Hem de hürriyeti olmayan, köle bir kadının imanından.

Günümüz dünyasındaki 1,5 milyar Müslümanın imanı ise, kâfirleri, o kadının dünyayı korkuttuğu kadar korkutamıyor? Çünkü o kadın neye nasıl inanacağını çok iyi öğrenmişti. “Hz. Muhammed (s.a.v)’e kötü bir söz söylersen seni azad ederiz.” dediklerinde o iman âbidesi kadın “Cenab-ı Hakk bana 70 bin tane can verecek olsaydı, o canlarımın her birisini böyle işkencelerle alacak olsaydınız, Hz. Muhammed’in ayağına bir diken batmasına razı olmaz, sahip olduğum 70 bin canımı acılar içinde rahatlıkla verirdim.” diyebiliyordu. O cariye kadın acılar içinde bu sefil dünyadan ayrıldı ve Rabbine kavuştu.

Onun imanını o seviyeye getiren neydi? O; önce, neye nasıl inanacağını öğrendi ondan sonra bilerek iman etti.

İslâm toplumu, kelime-i şehadetin anlamı altında birleşen ve yaşayan bir toplumdur. Bunların içerisinde ayrılıkların, meşrep taasubunun ve değişik gruplaşmaların asla yeri yoktur. Çünkü “Lâ ilahe illallah” kelimesinin bir anlamı da “Lâ millete illâ milleten vâhide” dir. Yani  “İslâm milletinden gayrı bir millet yoktur.”

İnsanlar değişik meşreplerde olabilirler, değişik hizmetlerde bulunabilirler. Fakat bütün bunlar bir ayrılığa sebep olmamalıdır. Yani bir insan Fatih Camii’nde namaz kılmış diye Eyüp Sultan Camii’nde namaz kılmış birinden daha faziletli, daha üstündür denilemez. Bu iki insan başka topluluklara mensuptur denilemez. Bu gibi durumlar bir ayrılık sebebi olamaz. Ama biz bu düşünceyi aslından uzaklaştırıp değiştirince dinde tefrika, ayrılık meydana geldi.

Dikkat edin, Hz. Ömer’in (r.a) Hz. Aişe’den (r.a) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurur. “Allah’ın Rasûlü, Hz. Aişe’ye hitaben “Ya Aişe, Allah Teâlâ, bütün günahların tevbesini kabul eder. Ancak dinde insanlığı bölen ve parçalayanların tevbelerini kabul etmez. Onlar benden çok uzak, ben de onlardan çok uzağım.” buyurur.

Demek oluyor ki dini bölen ve parçalayanların bütünü bidat ashabıdır.  Çünkü dinde olmayan bir şeyi dine yerleştirerek vahdeti bozmuştur. Onlar heva ve heveslerinin esirleridir ve ashab-ı dalalettir. Yani şaşkınlık ashabıdır. Onların hiç birisi kurtuluş yolunu gösteremezler.

Bakıyorsunuz, dünyamızla ilgili çok farklı tartışmalar var. Çok korkunç günlerdeyiz. Peygamberimizin on beş asır önce  “Ya Rab! Ahir zamanın fitne fesadından sana sığınıyorum.” buyurarak Rabbine sığındığı bir zamandayız.

Bugün İslâm âleminin en büyük düşmanı cehalettir. Bazılarının dediği gibi ne Yahudi’dir, ne Hristiyan’dır, ne şu ne de budur. Çünkü onların yaptıkları, inançlarının kendilerine verdiği görevleridir. Eğer biz, muvaffak olamıyorsak, engelimiz bizim cehaletimizdir. Başka hiçbir şey değildir. Çünkü Allah Teâlâ hak dinini gönderdiği zaman, Yahudi ona “Buyur gel.” dememiştir. Bugünkü gibi o gün de aynı mücadelesini sürdürmüştür. Ama onların bütün gayretlerine rağmen Hakk din yeryüzüne yerleşerek hâkim olmuştur. Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz dünyaya nübüvvetini ilan ettiğinde hiçbir zaman Hristiyanlık “Buyur gel.” dememiştir. Bütün güçleriyle harekete geçmişlerdir.

Maalesef bizler İslâm toplumu olarak kolaya kaçıp suçu sağa sola atmaktayız. Böyle yaptığımız için de bulunduğumuz bu durumdan kurtulacak yerde her gün cehaletimizi artırıyoruz. Cehaletimizin bu artışı karşısında nereye doğru sürüklendiğimizin hesabını yapamıyoruz. Neden bu hale geldik sorusunun cevabını aramıyoruz. İçinde bulunduğumuz halin vahametini kavrayamıyor ve oturup dertleşemiyoruz.

Bu felaketten kurtulmak için bir an önce, oturup kalkacağımız meclislerimizin muhasebesini en güzel şekilde yapmalıyız. İlim meclislerinin bizim kurtuluş vesilemiz olacağını asla unutmamalıyız. Ayrıca hangi zamanda ve nerede yaşadığımıza da çok dikkat etmemiz gerekir.

Peygamberimiz (s.a.v), “Bir insan yaşadığı toplumun insanlarını tanımadan ölürse, cahiliye üzere ölmüş olur.” buyurmaktadır. Kimlerle yaşıyoruz? Nerede yaşıyoruz? Nasıl yaşıyoruz? Yaşadığımız dünyanın bir sonraki nesli nasıl olacak? Nasıl yaşayacak? Çevremize bir bakıp ve düşünme vaktimiz gelmiştir.