İçeriğe geç
Anasayfa » HÂDİSÂTA İLİM NÛRUYLA BAKMAK*

HÂDİSÂTA İLİM NÛRUYLA BAKMAK*

Allah Zülcelâl ve’l-Kemâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine Celâl Zâtına, Kemal Sıfatlarına lâyık hamd ü senâlar, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e (s.a.v) sayısız sonsuz salât u selamlar olsun.

Dünya hayatında bizleri bir araya getiren Allah Zülcelâl Hazretleri mahşerde Rasûlullah’ın sancak-ı şerîfi altında ve Arş-ı a‘lânın gölgesinde toplanabilmeyi de cümlemize nasib ve müyesser eylesin. Ve nihayetinde cennet âleminde Rasûlullah’ın komşuluğunda da bir araya gelip, oradan Cemâl-i ilahiyyesini müşahede edebilmeyi her birimize ikram ve ihsan eylesin.

Elhamdülillah, Allah Zülcelâl bizleri insan olarak yaratmış ve kendisine giden şerefli yolun yolcularından olma şerefi ile şereflendirmiştir. Biz de o şerefli yolun yolcusu olduğumuzu kabul ettik, mü’minlerin saflarında yerimizi aldık. Bu bizleri ümitvar etmektedir. Çünkü mü’minlerin hedefi Rablerine kavuşmaktır. Hamd ü senâlar olsun ki biz de bu azimle, bu niyetle yola çıktık. Allah Teâlâ hepimize bu yolculukta sebat ve kararlılık nasip ve müyesser buyursun.

Bir insan olarak bizlerin hayatıyla kâinatın gidişatı arasında tam bir münasebet bulunmaktadır. Zira insanın iyiliklerinden kâinattaki bütün varlıklar faydalanır. Aynı şekilde insanın kötülüklerinden de kâinattaki bütün varlıklar zarar görür. Cenâb-ı Hakk, kâinatın nizamını insan hayatıyla irtibatlı kılmıştır.

Bir insan, Allah’a isyan ettiği vakit kâinatın nizamı bozulur. Yağmurların dengesi bozulur, iklimler değişir, yerler sarsılır, rüzgârlar şefkatle esmez ve felaketler birbirini kovalar. Çünkü bunların hareketleri insanların amelleriyle şekillenmektedir. Kendi amellerinin karşılığı olarak meydana gelen bu felaketlerden dolayı insanın, hesap günü “Ya Rabb! Bize niçin bu belaları verdin, bu sıkıntıları çektirdin?” demeye hakkı olmaz.

Eğer basiretimiz açılır ve perdeler aradan kalkarsa olup biten işlerin kimlerin hangi işlerinden kaynaklandığını görürsünüz. Bu felaketlerin sebepleri kimlerdir, etrafımızda meydana gelen hadiselerin sebepleri nelerdir? Bunları en güzel şekilde öğrenerek tedbirlerimizi almak için Allah Zülcelâl’in bizlere lütfettiği kitabını yani Kur’an-ı Azimüşşân’ı okuyarak anlamaya gayret edelim. Okuyup anladıklarımızı da yaşamaya gayret edelim. Yıllar boyu hayatımızı sadece konuşmayla, dinlemeyle geçirdik. Artık bundan kurtulalım ve okuyup dinlediklerimizi yaşamaya gayret edelim ve lütfen bildiklerimizi hayata aktarmanın çarelerini araştıralım.

İnancımızla ilgili bir şeyler öğrenip yaşamanın ve öğrendiğimiz yanlış davranışları terk etmenin kararını vermeliyiz. Çünkü bu kararı vermeyince insanlık değişmiyor. İnsanlık âlemi sürekli konuşuyor, fakat amele dökülmeyen konuşmalar sebebiyle insanlar felaket, isyan ve perişanlıktan kurtulamıyor aksine daha büyük felaketlerin meydana gelmesine sebep oluyor.

Artık biraz insaf edip hem kendimizin hem de neslimizin içinde bulunduğu duruma acımalı onlara şefkat göstermeliyiz. Sevdiklerimizin sadece dünyevî hayatları için planlar programlar yapmayı terk etmeliyiz onlara ahiret hayatlarını düşünerek şefkatle yaklaşmalıyız. Unutmayalım ebedî hayatımız dünya hayatımızla kıyas kabul etmeyecek denli önemlidir.

Allah Zülcelâl, “Ey iman edenler! Allah’tan korkun da yarın için neler hazırladığınıza bakın.” buyurmaktadır. 

Yarınınıza neler hazırladığınızı, bugününüze baktığınızda veya geçirdiğiniz günleri değerlendirdiğinizde yani hayatınızı bir film şeridi gibi gözünüzün önünden geçirdiğinizde görürüsünüz. Ortada kapalı hiçbir şey yoktur. Rabbimizin işlerinde kapalı bir taraf yoktur.

Maalesef bizler bu hakikati anlayamadık, nefsimize ve insanlık âlemine de anlatamadık. Kendimiz ilim tahsili emrinin muhatabı değilmişiz gibi, çocuklar okusun, diye uğraştık veya “Falanca okudu-okumadı.” diye konuştuk durduk. Hâlbuki ilmin çocuklara farz olmadığını ve sahabenin ilerlemiş yaşlarına rağmen ilme yöneldiğini hatırlamadık. Çocuklarımız ancak âkıl-bâliğ oldukları andan itibaren ilim tahsiliyle mükelleftirler. Evet, daha öncesinde de onlara ilim yolunu göstermek, sevdirmek bizim vazifelerimiz arasındadır ama onları ilme yöneltmemiz bizleri ilim tahsil etme mükellefiyetinden kurtarmaz. İşte bizim en büyük hatalarımızdan biri de bu husustur.

İlimden uzak kaldığımız her an ferâiz-i ilahiyeyi terk ediyoruz demektir. Hâlbuki farz olan bir şeyi öğrenmek de farzdır. Bir şey iman esaslarından ise o hususu öğrenmek de iman esaslarındandır. Onun için ilim, imanın sıhhat şartlarından sayılmıştır. Bunun gibi; bir şey vacipse onu öğrenmek vacip, bir şey sünnetse onun ilmini öğrenmek de sünnettir. Eğer bir şey haramsa onun ilmini öğrenmek farzdır. Evet, mü’minler olarak helali ve haramı çok iyi öğrenmeliyiz. Bunu yapabilmemiz için de en tez zamanda ve mutlak suretle ilmî eksikliğimizi gidermeye gayret etmeliyiz. Eğer ilme yönelmezsek Allah’ın Kitabı’ndan ayrıldığımız için Allah Zülcelâl bizim başımıza öyle bir zillet verir ki o zilletten başımızı kaldırmamız mümkün olamaz. Peygamber Efendimiz böyle buyuruyor: Nice kavimler Kur’an’a tutunduklarından dolayı yükselmişken nice kavimler de Kur’an’ı terk ettiklerinden dolayı dünyada zelil hale düşmüşlerdir.

Değişen hiçbir şey yok da bizler Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’e dönmezsek içine düştüğümüz zilletten kurtulmamız mümkün olmayacaktır.

Kur’ân-ı Kerîm’in isimlerinden birinin “Nûr” olduğunu unutmayalım. Nûr denildiğinde kimileri sadece “ışık” düşünür ki bu yetersiz bir tariftir. Nûr, eşyayı olduğu gibi tanıtan bir ifadeye sahiptir. Işığa, nûr denilmesinin sebebi de etrafını aydınlatmasıdır. Çünkü karanlıkta etrafımızı görmemiz mümkün değildir. Aynı şekilde bize hakikati gösteren her şey bir nûrdur. İllâki maddî bir alet, bir lamba olması gerekmez. Mesela ilim de bir nûrdur. Çünkü o da bizlere her şeyi olduğu gibi tanıtır.

Eğer bizler ilim nûruyla bakabilirsek, Kur’an nûru ile bakabilirsek her şeyi bütün hakikatleriyle öğrenebiliriz.

O zaman dünya üzerinde insan olarak görünen nicelerinin de hakikatini öğrenebiliriz.

Bakınız Rabbimiz “Kafirler, zalimlerin ta kendileridir.”[1] buyurarak hakkı hakikati inkârlarıyla örtmeye çalışanların durumuna dikkatimizi çekmektedir.

Eğer Kur’an onların üzerindeki perdeyi kaldırmasaydı onların ne kadar büyük zalimler olduklarını hakkıyla anlamamız ancak zulümlerine muhatap olduğumuzda mümkün olacaktı. O zaman da muhtemelen iş işten geçmiş olacak… Günümüz dünyasına veya tarihin derinliklerine doğru basiret gözüyle baktığımızda bunun nice defalar yaşandığını öğreniyoruz, zulümlerinin büyüklüğünü de anlıyoruz. Kur’ân-ı Kerîm’de de onların masum olan, hiçbir suçu olmayan insanlara yaptıkları zulümlerin inkâr edilmez tablolarını görürsünüz. Ve zulümlerinde ısrarları sebebiyle yok oluşlarına şahit olursunuz.

Bu hakikatleri bize olduğu gibi göstermesi sebebiyle Rabbimiz kitabı Kur’ân-ı Kerîm’ini insanlara “Size Allah katından bir nûr ve apaçık bir kitab gelmiştir.”[2] ifadeleriyle takdim etmiştir.

Kâinata, Kur’an’ın nuru ile bakabilirsek her şeyi olduğu gibi görürüz. Bu hususta ihmalkâr davranmayalım. Unutmayalım ki aldanmamıza sebep olan şey hadiselere nefsânî istek ve arzularımızla bakmamızdır. Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in nuru ile baktığımızda ise yol, usûl öğreniriz. Evvela nelere, nerelere yönelmemiz gerektiğini öğreniriz. Öncelikle kendimize dönmemiz gerektiğini öğreniriz. Bu sebeple de biliriz ki insanın evvela kendisine yönelerek nefsini terbiye etmesi, ondan sonra insanlığı içinde bulunduğu felaket hususunda uyarması gerekir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah Zülcelâl insanları değişik vasıflarıyla tanıtmaktadır:  Mü’minler,  kâfirler, münafıklar, müşrikler, âsiler, müttakîler… Onları tanımalıyız ki, örnek almamız gerekenlere uyarken sakınmamız gerekenlerden de korunabilelim.

Allah Teâlâ bizlere bu grupları tanıtıyor ve onların hayatlarının neticesinden de haber veriyor. Sonra da adeta diyor ki “Seçme hakkı senindir. İşte hakkı ve bâtılı tercih edenlerin âkıbetleri, sen bunlardan hangisine tâbî olmak istiyorsan serbestsin. Serbestsin ve bu sebeple de tercihlerinden dolayı hesap günü kimseyi suçlama hakkın yoktur.” Kur’an’a biraz dikkatli bir şekilde yöneldiğimizde bütün bu hakikatleri görür ve duyarız. Çünkü o bütün hakikatleri eksiksiz olarak bizlere göstermektedir.


* Bu makale, merhum Ahmed Yaşar Hocaefendi’nin 30/11/2001 tarihinde gerçekleştirdiği Eyüb Sultan Sohbetleri’nden bir bölümdür.


[1] Bakara, 2/254.

[2] Mâide, 5/15.