İçeriğe geç
Anasayfa » Her Ortam Bize Uyar (Mı?)

Her Ortam Bize Uyar (Mı?)

Bir giriş cümlesi olarak kurulan ‘hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz’ ifadesini, yazı malzemesi olarak faydalanmaya elverişli olmasına rağmen kullanmayacağız. Aksine aynı şehir, aynı mahal, aynı apartman ve hatta aynı evin içinde bile bambaşka dünyalar yaşadığımıza göre bunu kocaman bir genelleme olarak değerlendireceğiz. Boyumuzu aşmasa kocaman bir yalan diyebilirdik altı çok da dolu olmayan bu genellemeye. Çünkü aynı dünya üzerinde ‘bambaşka’ dünyalar yaşadığımızı görmek için Afrika kıtası ile Avrupa’ya ve buranın yaşam standartlarına bakmamıza gerek yok. Aynı apartmanın üst katlarının gündemi, sofrası, sabah uyandığı saat, gece yatma saati, izlediği/takip ettiği/okuduğu şeyler arasında küçük bir mukayese bile dünyaların farklılığı konusunda bir fikir verecektir…

Uhrevî hayatımızı şekillendiren ortamların her birini kısaca, bir dünya olarak nitelersek, ‘bizden bağımsız bir şekilde oluşan çevre’ ve ‘kendi oluşturduğumuz çevre’ olarak ayırarak iki ayrı muhitten söz edebiliriz. İkisinin de bizim için apayrı önemi vardır.

Mesela ‘dindar’ insanlar -tabi ki müminlerin ev sohbetleri yapıp, vakıflara koştukları, dinlerini dert edindikleri zamanlardan bahsediyoruz- bazı çirkinlikleri içinde barındırdığı için tatil muhitlerine çok sıcak bakmazlardı. Oraları kendileri için pek de uygun yerler olarak görmezlerdi. Karşılaşılması muhtemel çirkinliklerin tahayyülü bile onların yüzlerini kızartırdı. Bu onurlu mahcubiyet onları bazı şeylerden koruyor, kendilerine ait olmayan bu yerlere ne yakıştırılıyorlar ne de yakışıyorlardı.

Bu tatil ihtiyacı ‘muhafazakâr’ kelimesi ile başlayan, ‘İslâmî’ kelimesi ile süslenen yeni mekânların doğmasına sebep oldu. Bu görünüşte kendimizin oluşturduğu ama en nihayetinde oluşturulmuş bir şeydi. Ancak bunların her biri kişiliğin bambaşka bir şey olduğunu, şuuraltı denen bir şeyin varlığını gösterdi.

Artık ispatına ihtiyaç duyulmayacak şekilde müminler, ‘onlardan’ nelerinin eksik olduğunu dillendirmeye başladılar. Yıllardır tenkit edilen bazı şeyler ‘esasında öyle bakılmaması gereken’ şeylere dönüştü. Dahası ve acısı kendi muhitlerimiz de yapamadığımız şeyleri izhar etme fırsatı sunan mekânlara dönüşüverdi.

İstanbul’un, Konya’nın veya başka bir şehrimizin mütedeyyin –zihnimizdeki olumlu olumsuz bütün çağrışımları ile mütedeyyin- semtlerinden birinde yaşamanın insan için çizdiği bir dünya vardır. Bir cemaat içinde bulunmanın da aynı şekilde insan için dışa dönük bir tarafı vardır ve bu dışa dönük tarafı gerçekleştirmenin mecburi olduğu hissedilir. Buraya kadar kötü bir şey yok ki denilebilir. Muhakkak bunda garipsenecek bir şey de yok. Ancak buraya hiç de küçük olmayan bir şerh kaydı konulmalı. Eğer bulunduğumuz mahaldeki hayat tamamıyla özümsenmemişse, ancak öyle davranmak bir alışkanlık haline gelmişse; bu hayatın aslında eksikleri olduğu düşünülüyor ancak pek dillendirilemiyorsa; başka dünyadan/dünyalıklardan da istifade edinilmesi gerektiği düşünülüyorsa; kendi dünyamızın güzellikleri daha ev ahalisine bile anlatılamamışsa; o zaman bu hislerin açığa çıktığı bambaşka bir dünya ortaya çıkıyor.

Çok karmaşık bir durumdan bahsetmiyoruz, karşı karşıya olduğumuz durumlardan birisini biraz açmaya çalışıyoruz. Neden ve nasıl tatil yapalım/yapmayalım meselesi değil konumuz. Neden bulunduğumuz mahallin/cemaatin/semtin üzerimizdeki kontrolü gevşediği zaman bambaşka bir yaratığa dönüşüyoruz? Her şey neden gevşiyor? Hassasiyetler ve gündemler nasıl hemen değişiveriyor? Şimdilik sorulması gereken sualler bunlar.

Hadis-i şerifteki doksan dokuz kişinin katiline yapılan tavsiyeyi hatırlayalım. Özetle diyor ki sana bu işleri yaptıran muhiti terk et, iyi olan insanların arasına göç. Bu durum bizim için tersten işlemeye mi başladı? Kötülükleri izhar etmek için mi bambaşka yerlere göçmeye başladık?

Galiba metnin akışına göre cevap malum; aslında hassas değiliz ve sadece hassas gözüküyoruz. Aslında israfa, modern hayatın içinde anlamlı bir yeri olan tatil kültürüne falan karşı değiliz. Sadece israf etme ve onlar gibi tatil yapma fırsatımız yok. Aslında özendiğimiz hayat bambaşka ve onu elimize geçirdiğimiz ilk fırsatta değerlendirme imkânına sahibiz. Daha kendimize söz geçirememişiz ki başkalarına ne söyleyelim.

Özlemini duyduğumuz hayat, rahat ve rehavet halinde gösterdiğimiz reflekslerimizden ölçülür. Cenab-ı Hak nazarında kulun sağlıklı iken yaptığı şükrün ve duanın ayrı bir yeri vardır. Nafileler, kulu bambaşka bir yere çıkarır. Ramazan orucu, Şevval orucu ile bir yıllık ibadete dönüşür. Bunları alt alta koyup düşünürsek gevşek anlarımız ve kendimizi en iyi ifade edeceğimiz anlar bizim için fırsat zamanlarına dönüşüyor demektir. Bunu biraz daha açtığımızda üzerimizde Allah’ın murakabesinden başka bir murakabeyi görmediğimiz yerlerin birer cennet fırsatı olduğunu görürüz. Paragrafın ilk cümlesi ile beraber düşünürsek kendi dünyamızı, başka dünyalarda kurabildiğimiz ölçüde “biz” varızdır. Gittiğimiz dünyalara ayak uydurarak bizim dünyamızdan söz edemeyiz. O zaman hakikaten liberal söyleme uygun bir şekilde herkesle aynı dünyayı yaşamış oluruz. Ama biz, Medine’ye girdiğinde Yahudi ve Hristiyanlara “bizimle bu şartlar altında yaşayabilirsiniz” diyen Peygamber’in ümmetiyiz. Evet, Medine sözleşmesinden bahsediyoruz. Bizim Peygamberimizin ortaya koyduğu şartlar kim nasıl okursa okusun açık bir şekilde şunu ortaya koyar: Müslüman bulunduğu yerde kendi dünyasını kurar.

Kazandığımız fakültede, yeni girdiğimiz işyerinde, yeni taşındığımız mahallede ve bambaşka bir dünya ile karşı karşıya kaldığımızda söyleyecek sözümüz varsa bir dünyamız ve ait olduğumuz bir yer var demektir. Her kalıba giren, her sözü tasdik eden, her yerde yaşayabilen insan, olsa olsa nefes alan ve hayatını devam ettiren bir canlıdır. Kalıbı olan, sözünü tasdik ettirebilen ve kendi dünyası olan da sadece mü’mindir.