İçeriğe geç
Anasayfa » VAHY-İ GAYR-İ METLUV ve TEŞRİ YÖNÜNDEN DEĞERİ

VAHY-İ GAYR-İ METLUV ve TEŞRİ YÖNÜNDEN DEĞERİ

1.       KUR’AN DIŞI VAHYİN İMKÂNI

Kur’ân’ın, vahyi yazılı bir kitap ile sınırlandırıp sınırlandırmadığı, Kur’ân dışı vahyin mümkün olup olmadığı ve mümkün ise hangi alanları kapsadığı gibi konuların tespiti, Kur’ân dışı vahiyden söz eden hadislerin anlaşılması açısından son derece önemlidir.

Kur’ân dışı vahiy konusunun, öncelikli olarak Kur’ânî perspektiften hareketle çözülmesi gerekmektedir. Bu açıdan Kur’ân âyetleri incelendiğinde, vahyin sadece Kur’ân’a mahsus olduğu ve Kur’ân dışında vahiy bulunamayacağı görüşünü destekleyecek bir âyet bulunmadığı görülecektir.[1] Kural açıktır; mâni hükmün bulunmadığı yerde esasen âmir hükmün aranmasına gerek yoktur. Kaldı ki, Kur’ân dışında vahiy bulunduğunu, vahyin sadece kitaba mahsus olmadığını ve kitap dışında peygamberlere vahiy geldiğini gösteren pek çok âyet vardır.

Kur’ân’da Allah Teâlâ’nın, Rasûlüne Kur’ân vahyi dışında bilgi verdiğinden söz eden bazı âyetler yer almaktadır. Bu âyetlerin önemli bir kısmı Rasûlullah Efendimiz döneminde cereyan eden savaşlarla ilgilidir. Bir kısmı ise Allah Rasûlü’nün, eşleri ile yaşamış olduğu bazı olaylar üzerine nâzil olmuştur.

Bedir savaşı ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmaktadır: “Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birisinin sizin olduğunu vaat ediyordu. Siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve (Kureyş ordusunu yok ederek) kâfirlerin ardını kesmek istiyordu.”[2]

Peygamberimiz (s.a.v)’e vaad edilen[3] iki taifeden birisi Kureyş kervanı, diğeri ise Mekkeli müşriklerden oluşan Ebû Cehil komutasındaki orduydu. Allah Teâlâ, daha savaş olmadan Müslümanlara bu iki taifeden birisini ele geçireceklerini bildirmiştir. Ancak bununla ilgili, Kur’ân-ı Kerîm’de herhangi bir âyet yoktur. Bu vaat, Müslümanlara Hz. Peygamber tarafından herhangi bir âyete referansta bulunulmadan ifade edilmiştir. Hâlbuki söz konusu âyet, bunu Rasûlullah (s.a.v)’ın değil Allah’ın bir vaadi olarak göstermektedir. Bundan çıkarılabilecek tek sonuç, söz konusu vaadin Peygamber Efendimiz’e gayr-i metluv vahiy yoluyla geldiğidir. Bu vahyin rehberliğinde Rasûlullah (s.a.v) bu savaşta Allah’ın yardım edeceğini sahâbîlerine bildirmiştir. Bu suretle bu olay, Kur’ân’da yer almayan vahiy türünün başka bir delilini teşkil etmekte ve gayr-i metluv vahiy olarak ifade edilmektedir.[4]

Bu konudaki bir başka delil de şu âyettir: “Hatırla ki, Allah, uykunda sana onları az gösterdi. Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette çekinecek ve bu iş hakkında münakaşaya girişecektiniz. Fakat Allah (sizi bundan) kurtardı. Şüphesiz O, kalplerin özünü bilir.”[5]

Allah Teâlâ, Rasûlullah (s.a.v)’a rüyasında düşmanların sayısını az göstermiş, O (s.a.v) da bunu ashâbına haber vermiştir. Hâlbuki düşmanların sayısının az gösterildiğine dair Kur’ân’da başka bir âyet bulunmamaktadır. Dolayısıyla Enfâl Sûresinin 43. âyeti, Kur’ân’a yansımayan bir vahiy ile Allah Teâlâ’nın, Peygamberini bilgilendirdiğine önemli bir delildir.[6]

Bunlar dışında Efendimiz (s.a.v)’e, Bedir Savaşı’nda bin melekle yardım edileceğinin[7] ve Hz. Zeyneb ile evliliğinin önceden haber verilmesi,[8] Rasûlullah (s.a.v)’ın sırrının eşi tarafından ifşa edildiğinin[9] ve Allah Rasûlü’ne Mekke’ye gireceklerinin bildirilmesi,[10] İsrâ olayı[11] ve Peygamberimiz’e gösterilen rüya[12] ile ilgili âyetlerde de Allah Teâlâ’nın, Rasûlü ile Kur’ân dışında bir vahiyle iletişimde bulunduğu açıkça görülmektedir. Bu da Rasûl-i Ekrem (s.a.v)’in Allah Teâlâ’dan sadece Kur’ân vahyini almadığını, Kur’ân vahyi dışında da başka vahiyler aldığını açıkça göstermektedir. Tüm bunlar vahyin Kur’ân ile sınırlandırılmayacağının açık delili konumundadır.

Zaten Kur’ân’da da vahyin sadece Kur’ân’a has olduğu ya da bütün vahiylerin Kur’ân’da yer aldığı gibi bir ifadeye rastlanmamaktadır. Önceki peygamberlere gelen vahiyler için de aynı durum söz konusudur. Kendilerine kitap verilen peygamberlerin, bu kitapların dışında vahiy almadıkları yönünde Kur’ân’da bir ifade yoktur. Aksine, dikkatli bir gözle incelendiğinde önceki peygamberlerin kendilerine verilen kitaplar dışında da vahiy aldıkları görülecektir. Ayrıca kendilerine kitap verilmeyen peygamberlere sadece sözlü vahiy gelmiştir. Bunlar da vahyin bir kitapla sınırlandırılmasının ya da bir peygambere gelen tüm vahiylerin bir kitapta yer almasının gerekli olmadığını göstermektedir.

  1. VAHY-İ GAYR-İ METLUV’UN KISIMLARI

İslâm düşüncesinde vahiy, Kur’ân vahyi (vahy-i metluv) ve Kur’ân dışı vahiy (vahy-i gayr-i metluv) olmak üzere iki kısımda mütalaa edilmektedir. Kur’ân dışı vahyi ise üç kısma ayırmak mümkündür.

  1. Kudsî Hadisler

Kudsî hadisin, mânâ olarak birbirine yakın olmakla birlikte değişik tarifleri yapılmıştır. Kısaca “Rasûlullah (s.a.v)’ın Allah Teâlâ’ya izafe ettiği hadislerdir.”[13], “Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)’nın Allah Teâlâ’ya nispet (ref) ettiği hadislerdir.”[14] ya da “Rasûl-i Ekrem (s.a.v)’in Allah Teâlâ’dan rivâyet ettikleridir.”[15] diye tanımlanmaktadır. Bazı tariflerde ise “Kur’ân dışında” ibaresine yer verilmektedir.[16]

Kudsî hadislerde, Allah Teâlâ’nın zâtı, celâl ve cemâl sıfatlarının her türlü eksiklikten uzak olduğu,[17] nefse ve vicdana hitap, ruhu ve ahlâkı güzelleştirme, nafile ibâdetlere, hayra, doğru yola ve fazilete yöneltme, isyan ve günahı gerektirecek durumlardan uzaklaştırma ve cennete teşvik edip cehennemden sakındırma gibi konular yer almaktadır.[18] Bu hadislerin kalpleri yumuşatma, nefisleri terbiye etme, duyguları harekete geçirme, zihni hareketlendirme, Allah korkusunu artırma, Allah’ın kudretinin büyüklüğünü hissettirme gibi özel bir görevi bulunmaktadır.[19] Bu nedenle kudsî hadislerde ahkâmî bir konu ve şerîatı açıklayıcı bir bilgi bulunmamaktadır.[20]

  1. Rasûlullah (s.a.v)’ın Rüyaları

Rüyaların özellikle peygamberler için bilgi kaynağı olduğu genel olarak kabul görmektedir.[21] Bu durum, sadece Peygamber Efendimiz için değil tüm peygamberler için geçerlidir.[22] Vahyin geliş yollarından bahsedilen âyette yer alan, “Ancak vahiy yoluyla konuşur.”[23] sözü, Allah Teâlâ’nın, peygamberlerine rüyalarında göstermiş olduğu şeyler olarak açıklanmıştır. Bundan dolayı pek çok müfessir, peygamberlerin rüyalarının vahiy olduğu görüşündedir. Hatta bu konuda ümmetin ittifakının bulunduğundan söz edilmektedir.[24]

İslâm âlimleri bu konudaki görüşlerini daha çok Kur’ân’da zikri geçen bazı rüyalara dayandırmışlardır. Kur’ân’da Hz. İbrahim’in,[25] Hz. Yusuf’un,[26] Mısır hükümdarının[27] ve Peygamber Efendimiz’in[28] rüyalarından söz edilmekle birlikte rüyanın vahiy olduğu açıkça ifade edilmemiştir. Ancak bu rüyalardan bazıları, rüyaların Allah Teâlâ ile peygamberleri arasında bir iletişim yolu olduğunu açıkça göstermektedir.[29] Ancak tüm rüyalar bu mahiyette değildir. Kur’ân’ın bilgi kaynağı kabul ettiği rüyaya “sadık rüya” veya “salih rüya” adı verilmektedir.[30] Bu rüyalar da sadece peygamberler için geçerlidir. Çünkü sadece onlar, doğrudan vahye muhatab olmaktadırlar.

Rüya yolu ile Rasûlullah Efendimiz’in bilgilendirildiğini gösteren çok sayıda rivâyet mevcuttur. Yine uyanık iken de Allah Resûlü’nün, kendisine bazı şeylerin gösterilmesi sureti ile bilgilendirildiğinden söz eden pek çok rivâyet bulunmaktadır.

  1. Çeşitli Konulara Dair Gelen Vahiyler

Rasûlullah (s.a.v), Allah Teâlâ’dan almış olduğu vahiyler sadece kudsî hadisler ve rüyalardan ibaret değildir. Bunlar dışında ibadet, fezail ve megâzî başta olmak üzere pek çok konuda kendisine, Kur’ân dışında vahiy geldiğinden söz eden rivayetlere hadis kitaplarının tamamında rastlamak mümkündür. Özellikle çeşitli ibadetlerin nasıl icra edileceğini gösteren rivayetler teşri açısından büyük öneme sahiptir.

Bu tür rivayetler genellikle “Allah Teâlâ bana vahyetti.”, “Bana vahyedildi”, “Bana haber verildi.”, “Cebrâîl bana geldi ve haber verdi.”, “Bana emredildi.”, “Bana yasaklandı.” gibi Peygamberimizin doğrudan Allah’tan vahiy aldığını gösterecek lafızlarla nakledilmiştir.

  1. VAHY-İ GAYR-İ METLUV’UN TEŞRİ YÖNÜNDEN DEĞERİ

Rasûlullah (s.a.v)’ın asıl görevi Kur’ân’ı insanlara tebliğ etmek olmakla birlikte tek görevinin bu olmadığı da malumdur. Efendimiz, Cebrail vasıtasıyla gelen Kur’ân vahyini insanlara tebliğ etmiş, bunun yanında bu Kur’ân vahiylerinin açıklamasını yapmış, zaman zaman sözlü olarak, kimi zaman da fiilî olarak Kur’ân’ın nasıl anlaşılması gerektiğini insanlara göstermiştir. Sünnetin bu yönü herkes tarafından kabul edilmekle birlikte Peygamber Efendimizin Kur’ân dışında hüküm koyup koyamayacağı meselesi özellikle de günümüzde yoğun olarak tartışılmaktadır. Teorik tartışmaları bir tarafa bırakacak olursak deniz suyununun temiz olması, kesilmeden ölen balıkların yenilmesinin helâl olması,[31] köpek dişli hayvanların, pençeli kuşların[32] ve eşek etlerinin yenilmesinin haram olması[33] ve bir kadının halası ve teyzesi ile birlikte nikâhlanamayacağı[34] gibi hükümler Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Kur’ân dışında vermiş olduğu hükümlerdir.

Sünnetin müstakil hüküm koymasından daha önemli yönü ise mücmel ve müşkil âyetleri açıklamak, umûmîlik bildiren âyetleri tahsis etmek, âyetlerdeki mutlak ifadeleri takyid etmek ve âyetlerdeki hükümleri teyit etmektir. İşte sünnetin bu kısımları içinde vahy-i gayr-i metluv’un etkisini görmek mümkündür. Bu konuda hadis kitaplarında çok sayıda örnek bulmak mümkündür. Burada sadece iki örnek üzerinde durulacaktır

  1. Namazların Vakitleri ve Rekât Sayıları

Namaz ibâdeti İslâm’dan önceki dinlerde de bulunmaktadır fakat İslâm döneminde özellikle namazların vakitleri ve rekât sayıları ile ilgili yeni düzenlemelere gidilmiştir. Namazın ilk olarak Mekke döneminde farz kılındığı bilinmekle birlikte Mekke döneminin başlarında bugünkü gibi beş vakit olarak kılınan bir namazın bulunmadığı ve beş vakit namazın ilk olarak İsrâ gecesinde farz kılındığı konusunda İslâm âlimleri ittifak etmişlerdir.[35]

Namazların vakitleri ve rekât sayıları konusunda Kur’ân-ı Kerîm’de herhangi bir malumat bulunmamaktadır ve bunlar, sünnet tarafından tespit ve tayin edilmiştir. Hadis literatüründe yer alan bazı rivâyetlere göre, namazların vaktilerini ve rekât sayılarını Rasûlullah (s.a.v)’a Kur’ân dışı bir vahiyle Allah Teâlâ haber vermiştir.

Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de “Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz mü’minler üzerine vakitleri belli bir farzdır”[36] buyurarak namaz ibâdetinin belirli vakitlerde eda edileceğini haber vermiş, Peygamber Efendimiz (s.a.v) de bu vakitleri ümmetine bildirmiştir. Rivâyetlere göre, Efendimiz’e ise namaz vakitlerini Cebrâîl öğretmiştir.

Ebu Mes‘ûd şöyle demiştir:

Ömer b. Abdilazîz birgün namazı geciktirmişti. Urve b. Zübeyr, yanına geldi ve ona Muğîra b. Şu‘be’nin Kûfe’de iken birgün namazı geciktirdiğini, bunun üzerine Ebû Mes‘ûd el-Ensârî’nin, yanına gelip şöyle dediğini haber verdi: “Ey Muğîra! Bu, ne hal? Sen bilmiyor musun ki, Cebrâîl indi ve namaz kıldı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) de namaz kıldı. Sonra Cebrâîl namaz kıldı. Ardından Rasûlullah (s.a.v) namaz kıldı. Daha sonra Cebrâîl namaz kıldı. Peşinden Rasûlullah (s.a.v) namaz kıldı. Sonra Cebrâîl yine namaz kıldı. Ardından Rasûlullah (s.a.v) namaz kıldı. Daha sonra Cebrâîl namaz kıldı. Peşinden Hz. Peygamber namaz kıldı. Bütün bunlardan sonra Cebrâîl, “Bana böyle emredildi (sana böyle tebliğ etmem emredildi).”[37] dedi.” Ömer b. Abdilazîz, Urve’ye “Anlattığının ne anlama geldiğini iyice öğren. Ne yani, namaz vakitlerini Rasûlullah (s.a.v)’a Cebrâîl mi öğretti?” dedi. Urve de “Beşîr b. Ebî Mes‘ûd da babasından böyle rivâyet etti” dedi.[38]

Ebû Mes‘ûd dışında Amr b. Hazm,[39] İbn Abbâs,[40] Câbir b. Abdillah,[41] Ebû Hureyre,[42] Ebû Saîd el-Hudrî,[43] Enes b. Mâlik[44] ve İbn Ömer’den[45] nakledilen rivayetlerde de namazların Rasûlullah (s.a.v)’a Cebrail tarafından öğretildiği haber verilmektedir.

Bu konudaki sahîh rivâyetler, beş vakit namazın emredilmesinin ardından Cebrâîl’in gelerek Rasûlullah (s.a.v)’a namaz vakitlerini ve namazların kaç rekât olarak kılınacağını öğrettiğini haber vermektedir. İslâm âlimleri de namaz vakitlerinin ve rekât sayılarının Cebrâîl tarafından Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e, onun tarafından da Müslümanlara öğretildiğini kabul etmişlerdir.[46]

  1. Zekât

Mâlî bir ibâdet olan zekât, İslâm’ın beş temel şartından biridir ve hicretin ikinci yılında farz kılınmıştır. Önemli bir ibâdet olmasından dolayı Kur’ân-ı Kerîm’de seksen iki yerde namaz ile birlikte zikredilmiştir.[47] Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de Rasûlü’ne “Onların mallarından sadaka (zekât) al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin”[48] âyeti ile zekât almayı emretmiştir. Fakat Kur’ân’da hangi mallardan ne miktarda zekât alınacağından söz edilmemiş, zekât ile ilgili hükümleri sünnet belirlemiştir. Enes b. Mâlik’ten nakledilen bazı rivâyetlerde, zekât miktarlarının ve hangi mallardan zekât alınacağının Allah Teâlâ tarafından Kur’ân dışı bir vahiyle tespit edildiği anlatılmaktadır. Hadisin ravilerinden Hammâd b. Seleme şöyle demiştir:

Sümâme b. Abdillah b. Enes’ten bir kitap (risâle) aldım. Bunu, Ebû Bekir (r.a.)’in Enes’e yazdığını, üzerinde de Rasûlullah (s.a.v)’ın mührünün bulunduğunu söyledi. Ebû Bekir, bu kitabı Enes’i zekât toplamak için gönderdiğinde yazmıştır. Onda şunlar yazılı idi:

Bu, Rasûlullah (s.a.v)’ın, Müslümanlara farz kıldığı, Rasûlullah (s.a.v)’a da Allah Teâlâ’nın emretmiş olduğu zekât miktarlarıdır (هَذِهِ فَرِيضَةُ الصَّدَقَةِ الَّتِى فَرَضَهَا رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم عَلَى الْمُسْلِمِينَ الَّتِى أَمَرَ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ بِهَا نَبِيَّهُ صلى الله عليه وسلم). Usulüne uygun olarak (zekât) istenen kimse onu versin. Kimden de fazlası istenirse vermesin. Develer yirmi beşten aşağı olduğunda her beş deve için bir koyun vardır. Develerin sayısı yirmi beşe ulaşırsa, otuz beşe kadar iki yaşına girmiş bir dişi deve verilir…

Hz. Ebû Bekir, yazmış olduğu bu nüshada deve ve koyunların zekâtı ile hangi hayvanların zekât olarak alınamayacağından ve gümüşün zekâtından söz etmiştir.[49]

Bu rivâyet, zekât miktarlarının Kur’ân dışı bir vahiyle Peygamber Efendimiz’e bildirildiğini haber vermektedir.

Pek çok muhaddis tarafından tahrîc edilen bu hadis, Enes b. Mâlik’ten tevarüs edilen ve ona Ebû Bekir (r.a.)’in yazdırmış olduğu bir nüshaya dayanmaktadır. Hammâd b. Seleme’den gelen rivâyette bu durum açıkça görülmektedir. Hadisin bu nüshadan rivâyet edildiğinin bir başka delili bu konudaki rivâyetlerin tamamının Sümâme > Enes tariki ile gelmiş olmasıdır. Hadisi Sümâme’den Hammâd b. Seleme dışında Abdullah b. Müsennâ da rivâyet etmiştir. Abdullah b. Müsennâ rivâyetinde sözü edilen ve Ebû Bekir (r.a.)’in Enes b. Mâlik’i Bahreyn’e gönderirken yazdırmış olduğu nüsha şu sözlerle başlamaktadır:

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Bu, Rasûlullah (s.a.v)’ın Müslümanlara farz kıldığı, Allah’ın da Rasûlü’ne emrettiği zekât miktarlarıdır. Müslümanlardan buna uygun olarak zekât istenen onu versin. Fazla istenen olursa onu da vermesin. Develerin sayısı yirmi dört veya daha az olursa her beş devede bir koyun zekât verilir. Develerin sayısı yirmi beş ile otuz beş arasında olursa bir yaşını doldurmuş bir dişi deve gerekir…[50]

İbn Hazm (ö. 456/1064) bu nüshanın, sıhhatin en üst derecesinde olduğunu, Ebû Bekir’in, âlimlerin huzurunda bu nüsha ile amel ettiğini, kimsenin de ona karşı çıkmadığını söylemiştir.[51]

Enes b. Mâlik nüshasında zekât miktarlarını Rasûlullah (s.a.v)’a Allah Teâlâ’nın emrettiğinden söz edilmektedir. İslâm âlimlerinin kanaati de zekât miktarlarının Kur’ân dışı vahiyle gelen bir emirle belirlendiği yönündedir.[52] Zira Kur’ân-ı Kerîm’de zekâtın hangi mallardan ne kadar alınacağı belirtilmemiş, bunlar sünnet tarafından açıklanmıştır.[53] Peygamberimiz’in zekât miktarlarını beyanı, Kur’ân’ın mücmelini beyan kapsamına girmektedir.[54]

Zekât miktarlarının Kur’ân dışı vahiyle tespit edildiği, ilk dönemlerde başkaları tarafından da ifade edilmiştir. Tâvus (ö. 106/724), Rasûlullah (s.a.v)’ın diyet ve sadaka (zekât) ile ilgili vermiş olduğu hükümlerin tamamının Ona vahiy ile bildirildiğini söylemiştir.[55]

Değerlendirme

İbâdetlerin nelerden müteşekkil olduğu ve nasıl eda edileceği tevkîfî olduğundan bunlar ancak Kur’ân-ı Kerîm ve Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in açıklamaları ile tayin ve tespit edilebilmektedir. Kur’ân’da ibâdetlerin tamamından bahsedilmiş olmasına rağmen ayrıntılara girilmemiş, bunlar sünnet tarafından açıklanıp insanlara öğretilmiştir. Kur’ân dışı vahyin sünnete yansımalarının en önemli örnekleri de bu sebeple Peygamberimiz’in ibâdetler ile ilgili söz ve uygulamalarında görülmektedir.

Namazların vakitleri ve rekât sayıları ile zekât alınacak mallar ve zekat miktarları gibi konular dışında hangi organlar üzerine secde edileceği, kırân haccının meşrûiyeti, üzerinde koku bulunan elbise ile ihrama girilemeyeceği ve telbiye getirirken sesi yükseltmek gibi ibâdet alanına dair bazı uygulamaların da Kur’ân dışı bir vahiyle belirlendiği tespit edilmiştir.[56] Bunlardan özellikle namazların vakitleri ve rekât sayıları ile zekât miktarlarının ictihadla belirlenemeyecek olması, bunların zorunlu olarak vahye dayanmasını da gerekli kılmaktadır.

Kur’ân’daki namaz ve zekât emirlerinin uygulanabilmesi tamamen sünnete uymakla mümkün olmaktadır. İşte Kur’ân dışı vahiy, namaz ve zekât gibi İslâm’daki en önemli iki ibadetin yerine getirilmesini sağlama noktasında büyük öneme sahiptir. Rasûlullah (s.a.v)’ın ictihad alanına girmeyen bu konularda Cebrail tarafından getirilen Kur’ân dışı vahiyler sayesinde namaz ve zekât emirlerini yerine getirmek mümkün hâle gelmektedir.

Bugün her ne kadar bazı kimseler sünnete ihtiyaç bulunmadığını ya da Kur’ân dışında Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e başka vahiy gelmediğini iddia ediyorlarsa da namaz, zekât, oruç ve hac gibi İslâm’ın beş şartından dördünün uygulanabilirliği ve işlerlik kazanması tamamen sünnetin önderliğine ve örneklemesine bağlıdır.[57] İbâdetlere dair yapılan açıklamaların ictihadla belirlenebilecek durumda olmaması, bunların zorunlu olarak vahye dayanmasını da gerektirmektedir.[58] Rasûlullah (s.a.v)’ın, bu alanlarda yapmış olduğu açıklama ve uygulamaların kaynağını belirtmemiş olmasından dolayı, bunların büyük kısmının Kur’ân dışı vahye dayandığını söylemek zordur. Fakat yine de temizlik, namaz, zekât ve hac ile ilgili bir kısım söz ve uygulamaların Kur’ân dışı vahye dayandığını haber veren rivâyetler hadis külliyatında yer almaktadır.

SONUÇ

Şüphesiz ki, Kur’ân vahyinin yanı sıra Kur’ân dışı vahiy de sünnetin önemli kaynaklarından birisi durumundadır. Ancak Kur’ân dışı vahyin sünnette ne kadar etkili olduğunu tam olarak tespit etmek oldukça zordur. Zira Peygamber Efendimiz, çoğu zaman söylemiş olduğu sözlerin ve yaptığı uygulamaların kaynağını söyleme ihtiyacı duymamıştır, bundan dolayı da bunların kaynağını tespit etmek kolay değildir. Burada asıl problem, Efendimiz (s.a.v)’in bilgilerinin tasnifindedir. Zira diğer insanların bilgilerini akıl, duyu ve haberler olmak üzere üç kısma ayırıp değerlendirmek mümkün olmakla birlikte Rasûlullah (s.a.v) için farklı bir durum söz konusudur. Hem bir insan hem de peygamber olmasından dolayı Peygamber Efendimizin bilgilerini iki kısımda değerlendirme zarureti vardır. Allah Rasûlü’nün bilgilerinin bir kısmı, normal yollarla elde edilen bilgilerdir ve bunlar, beşerî bilgi olarak adlandırılmaktadır. Bazı bilgileri ise ilâhî ya da vahyî bilgi olup bunlar sadece peygamberlere mahsustur ve peygamberler dışında hiç kimsenin bu tür bilgileri elde etme imkanı yoktur.

Rasûlullah (s.a.v) zaman zaman Kur’ân dışında vahiy almış ve Kur’ân dışı vahyin yönlendirmesi ile hareket etmiştir. Kur’ân dışı vahyin yoğun olduğu alanlardan birisi de ibadetlerdir.

Ancak Kur’ân dışı vahiyler, her ne kadar Allah Teâlâ’dan gelmekte ise de Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz bunları ümmetine kendi ifadeleri ile aktarmıştır ve bunlarda daha çok emir, nehiy, tavsiye gibi özellikler yer almaktadır. Ayrıca Kur’ân dışı vahyin, Kur’ân vahyi gibi formel bir yapısı yoktur ve Kur’ân vahyi, lafızlarının muciz olması, okunması ile ibadet edilmesi, mânâ ile rivâyetinin câiz olmaması gibi yönlerden Kur’ân dışı vahiyden ayrılmaktadır. Bundan dolayı Kur’ân dışı vahiy ile Kur’ân vahyi aynı kaynağa dayanmakla birlikte mahiyet olarak farklıdır.

(Geniş bilgi için bk. Kur’ân Dışı Vahiy, Faik Akcaoğlu, Beka Yayıncılık, İstanbul, 2012.)

* Yrd. Doç. Dr., Afyon Kocatepe Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Hadis Anabilim Dalı.

[1] Bk. Güngör, “Kur’ân’a Göre Kur’ân’dan Başka Vahiy Var mıdır?,” s. 127.

[2] Enfâl, 8/7.

[3] Bu vaadin Kur’ân’da bulunmayan doğrudan bir vahiyle verildiği söylendiği gibi Cebrâîl vasıtası ile Peygamber Efendimiz’e Kur’ân dışı bir vahiyle bildirildiği de söylenmiştir. Bk. Afzalur Rahmân, Siret Ansiklopedisi, II, 545; Sifil, Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi, I, 50.

[4] Bk. Usmânî, Sünnetin Bağlayıcılığı, s. 34-35. Ayrıca bk. Afzalur Rahmân, Siret Ansiklopedisi, II, 545; Molla Hatır, es-Sünnetü’n-nebeviyye, s. 60-65; Polat, Hadis Araştırmaları, s. 147; Ertürk, Metin Tenkidi, s. 191-192; Duman, Vahiy Gerçeği, s. 132-133; Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Sünnet, s. 235; Genç, Sünnet-Vahiy İlişkisi, s. 89.

[5] Enfâl 8/43.

[6] Ertürk, Metin Tenkidi, s. 194. Ayrıca bk. a.g.e., s. 195.

[7] Konu ile ilgili âyetler için bk. Âl-i İmrân 3/123-126; Enfâl 8/9. Ayrıca bk. Afzalur Rahmân, Siret Ansiklopedisi, II, 545; Güngör, “Kur’ân’a Göre Kur’ân’dan Başka Vahiy Var mıdır?,” s. 133-134.

[8] Ahzâb 33/37.

[9] Tahrîm 66/3.

[10] Feth 48/27.

[11] İsrâ 17/1.

[12] İsrâ 17/60.

[13] Mennâu’l-Kattân, Mebâhis, s. 25. Ayrıca bk. İbrahim b. Ali, Muhimmât, s. 103.

[14] Ebû Şehbe, Vasît, s. 222; İbrahim b. Ali, Muhimmât, s. 103. Ayrıca bk. Abdusselâm Mahmûd, Mûcez, s. 26-27.

[15] Seyyîd İbrahim, el-Ehâdîsu’l-kudsîyye, s. 5; Adevî, el-Ehâdîsu’l-kudsîyye, s. 3-4; Allûş, Câmi‘, s. 9; Avvâme, el-Ehâdîsu’l-kudsîyye, s. 9.

[16] Makbûlî, Mustalahu’l-hadîs, s. 13; Çakan, Anahatlarıyla Hadis, s. 22.

[17] Kirmânî, Kevâkib, IX, 79. Aynî, Umdetu’l-kârî, IX, 10; Ebû Şehbe, Vasît, s. 223; İbrahim b. Ali, Muhimmât, s. 103.

[18] Yusuf Hâc Ahmed, Mevsûa, s. 5; Büdeyvî, el-Ehâdîsu’l-kudsîyye, s. 5, 6; Sabâbetî, Câmi‘, I, 16.

[19] Seyyîd İbrahim, el-Ehâdîsu’l-kudsîyye, s. 8; Karîbî, Muhtasar, s. 31.

[20] Cüdey‘, Tahrîr, I, 39; Büdeyvî, el-Ehâdîsu’l-kudsiyye, s. 5; Yusuf Hâc Ahmed, Mevsûa, s. 5; Muammed Edîb Sâlih, Lemehât, s. 52; Sabâbetî, Câmi‘, I, 16, 24.

[21] Peygamberlerin rüyalarının vahiy olduğu konusunda bk. Hattâbî, A‘lâmu’l-hadîs, I, 126; İbn Battâl, Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, I, 36; Şınkîtî, Edvâu’l-beyân, III, 51, 391, VI, 691; Mennâu’l-Kattân, Mebâhis, s. 37.

[22] Bk. İbn Abdilberr, Temhîd, VI, 392 vd.

[23] Şûrâ, 42/51.

[24] Bk. Taberî, Câmiu’l-beyân, XIX, 580; Beyhakî, Esmâ, s. 253; İbn Abdilberr, İstizkâr, XXVII, 120; Kâdî Iyâz, Şifâ, s. 199; Aynî, Umdetu’l-kârî, XIII, 224; Heytemî, Fetâvâ, s. 107; Mevdûdî, Tevhîd Mücadelesi, I, 62.

[25] Saffât, 37/105.

[26] Yusuf 12/4.

[27] Yusuf, 12/43.

[28] İsrâ, 17/60; Feth, 48/27.

[29] Bk. Şâtibî, el-Muvâfakât, IV, 81.

[30] Fersahoğlu, Zihin Eğitimi, s. 208. Ayrıca bk. Aslan, Kur’ân’da Vahiy, s. 83.

[31] Ebu Davud, Tahâret 41; Tirmizî, Tahâret 52; Nesâî, Tahâret 47, Miyâh 4, Sayd 35; Tahâret 38, Sayd 17; Dârimî, Tahâret 52, Sayd 6; Ahmed b. Hanbel, II, 237, 361.

[32] Buhârî, Tıb 57; Müslim, Sayd 12-14.

[33] Buhârî, Hiyel 4; Müslim, Sayd 24.

[34] Buhârî, Nikâh 27; Müslim, Nikâh 37-39.

[35] Bk. İbn Battâl, Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, II, 6; İbn Abdilber, Temhîd, VIII, 34-35, 48; Kurtubî, Câmi‘, XIII, 14; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, II, 612; Aynî, Umdetu’l-kârî, III, 282. Beş vakit namaz hicretten bir yıl veya altı ay önce farz kılınmıştır. Bk. İbnu’l-Mulakkin, el-Bedru’l-münîr, III, 171.

[36] Nisâ, 4/103.

[37] Bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, III, 5.

[38] Buhârî, Mevâkîtu’s-Salât 1, Bed’u’l-Halk 6, Megâzî 12; Müslim, Mesâcid 166, 167; Ebû Dâvud, Salât 2; Dârimî, Salât 2; Mâlik, Vukûtu’s-Salât 1-2; Ahmed b. Hanbel, IV, 120-121; İbn Hibbân, Sahîh, IV, 299-300.

[39] Abdurrezzâk, Musannef, I, 534-535. Ayrıca bk. Zeylaî, Nasbu’r-râye, I, 293.

[40] Bk. Şâfiî, Müsned, s. 80; Abdurrezzâk, Musannef, I, 531-532; İbn Ebî Şeybe, Musannef, I, 280-281; Ahmed b. Hanbel, I, 840, 886 (I, 333, 354); Ebû Dâvud, Salât 2; Tirmizî, Salât 1; Ebû Ya‘lâ, Müsned, II, 567-568; İbn Huzeyme, Sahîh, I, 199-200.

[41] Bk. Ahmed b. Hanbel, V, 105 (III, 330-331); Tirmizî, Salât 1; Nesâî, Mevâkît 10, 17; İbn Hibbân, Sahîh, IV, 335-336; Dârekutnî, Sünen, I, 265-266; Hâkim, Müstedrek, I, 302, 303.

[42] Nesâî, Mevâkît 6; Tahâvî, Şerhu Meâni’l-âsâr, I, 190; Dârekutnî, Sünen, I, 269; Hâkim, Müstedrek, I, 300-301; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, I, 542-543.

[43] Ahmed b. Hanbel, IV, 78 (III, 30); Tahâvî, Şerhu Meâni’l-âsâr, I, 190; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-kebîr, III, 402.

[44] Dârekutnî, Sünen, I, 268.

[45] Dârekutnî, Sünen, I, 267, 269-270.

[46] Bk. Şâfiî, Risâle, s. 31; Keleş “Sünnet Vahiy İlişkisi,” s. 169; Sancaklı, “Sünnet Vahiy İlişkisi,” s. 59; Önkal, “Vahiy-Sünnet İlişkisi,” s. 59; Güngör, “Kur’ân’a Göre Kur’ân’dan Başka Vahiy Var mıdır?,” s. 132-133.

[47] Bk. Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, V, 267. Zekât hakkında geniş bilgi için bk. Olgun, İbâdet Tarihi, s. 171-224; Soysaldı, İbâdet Tarihi, s. 131-209.

[48] Tevbe, 9/103.

[49] Ebû Dâvud, Zekât 5; Nesâî, Zekât 5, 10; Ahmed b. Hanbel, I, 11-12; Hâkim, Müstedrek, I, 499-500; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 145-146.

[50] Buhârî, Zekât, 33, 34, 35, 37, 38, 39, Şerîke 2, Farzu’l-Humus 5, Libâs 55, Hiyel 3; İbn Mâce, Zekât 10; Bezzâr, Müsned, I, 102-103; İbnu’l-Cârûd, Müntekâ, s. 94-95; İbn Huzeyme, Sahîh, II, 1080-1081, 1089, 1093, 1094-1095, 1101; İbn Hibbân, Sahîh, VIII, 57-59.

[51] İbn Hacer, Telhîsu’l-habîr, II, 340.

[52] Bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, IV, 406; Kastallânî, İrşâdu’s-sârî, III, 45; Şınkîtî, Kevseru’l-meâni’d-derârî, XII, 340.

[53] Zekât miktarları ile ilgili rivâyetler için bk. Beyhakî, Ma‘rife, VI, 15-37; Begavî, Şerhu’s-sünne, VI, 3-18; İbn Hacer, Telhîsu’l-habîr, II, 339-343.

[54] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, IV, 406; Şınkîtî, Kevseru’l-meâni’d-derârî, XII, 340.

[55] Bk. Şâfiî, İbtâlu’l-istihsân, IX, 401, Müsned, s. 186; Abdurrezzâk, Musannef, IX, 279; Beyhakî, Ma‘rife, VI, 21-22; Hatîb, Fakîh, I, 266. Ayrıca bk. Suyûtî, Miftâhu’l-cenne, s. 25.

[56] Bk. Akcaoğlu, Faik, Kur’ân Dışı Vahiy, Beka Yayıncılık, İstanbul, 2012, s. 189-238.

[57] Bk. Çakan, İslâmî Yapılanmada Sîret ve Sünnet, s. 206.

[58] Geniş bilgi için bk. Genç, Sünnet-Vahiy İlişkisi, s. 281-286; Önkal, “Vahiy-Sünnet İlişkisi,” s. 59.