İçeriğe geç
Anasayfa » ÂLEMLERİN ARASINDAN ÂLEMLERİN RABBİNE

ÂLEMLERİN ARASINDAN ÂLEMLERİN RABBİNE

Rahman ve Rahîm Allah (c.c)’ın adıyla

Hamd ü senâlar, âlemleri terbiye eden Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri üzerine olsun ki; O (c.c) bütün varlıkları insanoğluna hizmet etmek üzere yaratmıştır.

İnsanoğlu da, kendisi için yaratılmış olan bu âlemleri ve içindeki varlıkları düşünerek Rabb’ini hakkıyla tanımak ve O’na borçlu olduğu şükür vazifesini hakkıyla yerine getirmeye çalışmak için yaratılmıştır.

Allah Teâlâ (c.c) Hazretleri hamdin kendisine âit olduğunu Kur’an-ı Kerim’de “Hamd ü senâlar âlemleri terbiye eden Allah Teâlâ’ya mahsustur” buyurarak bizlere bildirmiştir.

Allah Teâlâ, bütün âlemleri insanoğluna hizmet etmeleri için yaratmıştır. İnsanoğlu da Ahsenü’l Halikin (En güzel yaratıcı) olan Rabb’inin bu varlıkları, kendisine en iyi şekilde hizmet etmeleri için, en güzel şekilde terbiye ettiğini düşününce, O’nun ne kadar güzel bir Rabbü’l Âlemîn olduğunu öğrenmiş olur.

Kâinatta; güneşe, aya, yıldızlara, yerlere, göklere, rüzgârlara, bulutlara velhasıl zerreden kürreye sayılamayacak kadar çok olan varlıklara uyanık bir şekilde ve selîm bir akılla bakan insanoğlu bütün bu varlıkların hal lisânı ile “Sübhâne rabbiye’l âlâ” diye zikrettiklerini duyar.

Aynı şekilde gözle görülen varlıkların da: “Ben şâhidim bizleri terbiye eden, en güzel şekilde terbiye etmiş; hiçbir zerremizde hiçbir eksiklik de yoktur.” diye zikrettiğini duyar. Onlardan, bundan başka bir sedâ duyması da asla mümkün değildir.

Kalbimizi uyaran bir başka sedâ ise “Başını kaldır feza boşluğuna, göğe bak. Bir eksiklik görebilir misin?” emr-i ilâhîsidir. Sen de bu emr-i ilâhîye kulak verip berrak bir gecede başını semâya doğru kaldırarak gözlerini fezanın sonsuz derinliklerine doğru dikip bakınca; her eşyanın “Sübhâne rabbiye’l âlâ” diye zikrettiğini görürsün. Böylece bu yüce âlemleri, en güzel terbiye ile terbiye edenin, terbiyesinde hiçbir eksikliği olmadığını hakkıyla bir kere daha gözümüzle görüp kalbimizle tasdik ederek dilimizle de ikrar ederiz.

Eğer ilk bakışta kalbimizde tasdik tamamlanmamışsa âlemlerin Rabbi’nin “Tekrar başınızı kaldırıp bakın!” ilâhî sedâsına kulak veririz. O zaman gözleriniz bakmaktan yorulur. Ve siz kâinatın terbiyesinde bir eksiklik aradığınızdan dolayı yanlış bir davranışta bulunduğunuzu büyük bir pişmanlık içerisinde idrâk edersiniz.

İşte o an kul; Kâdir-i mutlak olan Allah Teâlâ (c.c)’nın yaratıp terbiye ettiklerinde, “Mahlûk olan aklımla eksiklik aramak veya kemalâtlarının sonuna ulaşmak benim haddim değildir.” kararına varıp, bu inancını kalbiyle tasdik, diliyle de ikrar eder.

Allah Teâlâ ve Tekaddes (c.c) Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’in ilk sûresi olan Fatiha-i Şerif’in ilk ayetinde bize kendisini “Âlemlerin Rabb’i” olarak tanıttığı için, bizler de O’nu bu şekilde tanımaya ve tanıtmaya önem vermeliyiz.

Bütün bunlardan anlıyoruz ki, Allah Teâlâ (c.c) bu âlemleri, insanoğluna Âlemlerin Rabb’ini tanıtmak için yaratmıştır.

Kâinattaki âlemlerin gerçek sayısını ancak âlemlerin Rabb’ı olan Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri (c.c) bilir. Bundan dolayı bu yazımızda bizce sayıları bilinmeyen âlemlerin bazılarına işaret etme, Allah Teâlâ (c.c) ömür verir ve müsaade ederse, daha sonra her birini bir yazımızın konusu olarak değerlendirme niyeti ile bu satırları yazmaya başlamış bulunuyoruz.

Allah Teâlâ (c.c), ihlâs ve rızâ-i ilâhîye uygun olarak bu niyetimiz üzere devam etmemizi bizlere ve bizden sonra geleceklere nasip buyursun. Âmin.  Bi hürmeti seyyidil mürselin.

Makalelerimizde izahına çalışacağımız âlemleri;

  1. Mâdeniyat âlemi
  2. Bitkiler âlemi
  3. Hayvanlar âlemi
  4. Cinler âlemi
  5. İnsanlık âlemi
  6. Melekler âlemi diye isimlendirebiliriz.

Bu âlemlerin tamamına mânâdan maddeye dönüş yaptırılmıştır. Çünkü mânâ her şeyden evveldir.

Bizler, Âlemlerin Rabb’ini ancak görülen varlıklardan meydana gelen maddî âlemler ve onların içerisindeki varlıklarla tanıyabiliriz.

Madde âlemindeki varlıkların cisim ve şekilleri birbirinden farklı olabilir. İlk bakışta bunların cansız ve duygusuz varlıklar olduklarını da düşünebiliriz. Ama gerçek mânâda onların da kendilerine ait duyguları vardır. Çünkü Allah Teâlâ (c.c): “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, mesuliyetinden korkarak acziyetlerini izhar ettiler, Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim, çok câhildir.” (Ahzab 72) buyurmuştur.

Allah Teâlâ (c.c)’nın, kendi sıfatlarından bazılarını ihsan buyurmuş olduğu insanoğlu bu sıfatlardan dolayı gurura kapılıp kendine güvenerek, kendisine bir emanet olarak sunulan kulluk görevini yüklenmiştir. Bundan dolayı Allah Teâlâ (c.c) “İnsanın câhillik yaparak kendisine zulmetmiş olduğunu” ifâde buyurmuştur.

İnsanın câhillik yaptığı nokta, kendisine verilmiş olan sıfatlarla kendi başına kulluk yapabileceğini düşünmesiydi. Hâlbuki insan müstakil sıfatlarıyla bir şey yapmaya kudret sahibi değildir. Bundan dolayı kulluk görevini kabul etmesi câhilliktir. Doğrusu ise Allah Teâlâ (c.c) Hazretleri’nin yardımı ile kulluk görevine tâlip olmaktır.

Âlemlerin Rabb’ine kul olma görevine talip olanların başında peygamberler gelir. O seçkin insanlar kulluk vazifelerini arzularının en önemlisi kılmışlardır. Bundan dolayı İsrâ Sûresi’nin ilk âyetinde Rasûlullah (s.a.v) “kul” sıfatıyla zikredilmiştir.

Maddiyat ismiyle tanıtmak istediğimiz âlemler, kulluk emanetini yüklenmekten kaçınmakla, muhatap oldukları imtihandan kurtulamadılar. Allah Teâlâ (c.c) Hazretleri bu defa onlara şöyle seslenir:

  • “Sizleri yaratmış olduğum ayrı ayrı gayeler için hareket edeceksiniz. Bu vazifelerinizi zorla mı yaptırmamı istersiniz. Yoksa bana teslim olarak mı yapmak istersiniz?” Âlemler:
  • “Biz sana itaatı tercih ederiz.” diyerek ilâhî iradeye teslim olmuşlardır.

Bundan anlaşılmaktadır ki maddî âlemlerin tamamının kendilerine mahsus duygu ve kabiliyetleri vardır. Bu âlemler kayıtsız şartsız teslimiyetlerinden dolayı, en küçük zerresinden bütün küresine kadar Müslüman olarak isimlendirilmişlerdir.

Bitkiler, hayvanlar, cinler, insanlar ve meleklerin teşkil ettiği bu âlemlerdeki varlıkların bazılarının sadece hayatları ve duyguları var. Bazılarının hayatı ve nefsi var fakat aklı yoktur. Bazılarının hayatı ve aklı var fakat nefsi yoktur. Bazılarının ise hayatı da, aklı da, nefsi de vardır.

Hayatı, aklı ve nefsi olan varlıklar da cinler ve insanlar olarak iki sınıfa ayrılmışlardır. Gözle görülmeyenleri cin diye isimlenirken, varlıkları görünenler insan olarak isimlendirilmiştir.

Akıl sahibi olan cinler, insanlık âleminden daha önce yaratılarak imtihan âlemi olan dünyaya gönderilmiştir. Cinler de, bir mânâda insanlara hizmet için yaratılmıştır. Çünkü onlar imtihan dünyasına insanlardan önce gelerek imtihana muhatap olmuşlar, imtihanı kaybedince de cezalandırılarak büyük bir kısmı helâk olmuştur. Böylece Allah Teâlâ (c.c) insanoğlu dünyaya gelmeden önce yeryüzünde yaşayan bir toplumu onlara örnek olarak göstermiş ve insanların gaflete düşerek hata yapmasını önlemeyi murâd etmiştir.

Allah Teâlâ (c.c), ilk insan Hz. Âdem (a.s)’i yaratmayı murâd edince meleklere:

  • “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” buyurur. Melekler:
  • “Yeryüzünde daha evvel kan döküp ifsat edenler gibi varlıklar mı yaratacaksın?” diye fikir beyan edince, Allah Teâlâ (c.c) Hazretleri:
  • “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurmuştur. (Bakara 30)

Bu tarihi haberleri sahih kaynaklardan araştırıp öğrenmelisiniz.

Allah Teâlâ (c.c) Hazretleri mükemmel bir şekilde yaratmış olduğu insana, muhatap olduğu imtihanları kazanabilmesi için Rasûller ve Kitaplar göndererek Hakk’ı tebliğ etmiş, aynı zamanda önceki devirlerde yaşanmış hadiselerle de onları uyarmıştır.

Allah Teâlâ (c.c) Hazretleri Rahman Sûresi’nin başında “Rahman olan Allah, rahmetinin gereği sizlere Kur’an’ı bildirdi. İnsanı yarattı, ona anlama ve anlatma kabiliyetini verdi” (Rahman 1-4) buyurarak bizlere en büyük nimetinin Kur’an-ı Kerim’i öğrenmek, anlamak ve anlatmak olduğunu haber vermektedir.

Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz de bu ilâhî uyarıyı gayelerinin en başına alarak, Rabb’inden aldığı emir ve yasakları noksansız bir şekilde bizlere ulaştırmak için bütün imkânlarını sarf etmiştir.

 

***

 

Tarihe bakınca insanlara hakikatleri anlatanları, bunları kabul edenleri veya reddedenleri görürüz. Aynı şekilde hakikat dışı inançları anlatmak isteyenleri, bunları da kabul veya reddedenleri görürüz. Ayrıca hiçbir şey anlatmayan ve anlatılan iyi veya kötü şeyleri hiç düşünmeden kabul veya reddedenleri görürüz.

Ancak bizler öyle bir güne geldik ki; ne, anlatmak isteyen ne anlatacağını biliyor, ne de dinleyenler neye muhtaç olduklarını biliyor.

Hâlbuki insanların fıtratları değişmemiş, kendisine ilim tahsil vasıtaları olarak verilen kulak, göz, burun, dil veya diğer duyu organları kendilerine bahşedilen kabiliyetle birlikte hâlâ mevcuttur.

İnsanın ilim tahsilinde en çok uyarıcı olan âzâsı kulağıdır. Bundan dolayı Allah Teâlâ (c.c) Hazretleri insanları öncelikle Rasûlleri vasıtasıyla gönderdiği kitaplarla uyarmış, onlara geçmişlerini bildirip geleceklerini de haber vermiştir. Böylelikle Allah Teâlâ (c.c), tebliğ edilen hakikatleri kulakları ile dinleyen insanlığı tarihte olup biten felâketlere karşı uyarmaktadır. Çünkü Âlemlerin Rabb’i olan Allah Teâlâ (c.c) Hazretleri, insanlara duyduklarını düşünerek daldıkları gafletten uyanacak kadar aklı da ihsan buyurmuştur.

Ne acıdır ki dünyevî meşgaleler insanlığı çepeçevre kuşatınca, insanların hayatı her sahada büyük bir perişanlık ve felâkete doğru sürüklenmeye başlar. Dolayısıyla kulaklar da vazifesini hakkıyla yerine getiremez.

Tebliğciler, insanların kulaklarıyla hakikate ulaşamadıkları gibi önlerine serilen kâinat kitabındaki hikmetleri ve çevrelerinde meydana gelen tabii afetleri de gözleriyle gördükleri halde yine ibret alarak Hakk’a dönemediklerini görünce duygu kuvvetlerinin bir diğeri olan koku alma duygusuyla Hakk’a yönelmelerine gayret ederler.

Biz de, kulak ve gözleri sayesinde aklını Hakk’a yöneltemeyen insanların koku alma duyularına hitap etmeyi düşündük. Rayiha (koku) alma kabiliyetlerini deneyelim dedik. Bundan dolayı mecmuamıza REYHÂN ismini verdik.

Sağır olup bir şey duyamayanlar, kör olup Allah Teâlâ (c.c)’nın ihsan ettiği sayısız nimetleri göremeyenler; ya duydukları kokuların peşine gider veyahut birisinden kendisini o kokuların yanına getirmesini ister. Yani etrafa yayılan güzel reyhâlar kişiyi kendisine çeker. Aynı şekilde kişi etrafa yayılan kötü reyhâdan da hızla uzaklaşmaya gayret eder.

Allah (c.c)’tan gelip Allah (c.c)’a doğru giden insanoğlu eğer salih amel sahibi ise cennet bahçelerinin reyhâlarını alır ve o reyhâya giden yolu aramaya başlar.

Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz, Veysel Karâni Hazretlerine izâfeten;

  • “Bana Yemen tarafından cennetin reyhâsı geliyor.” buyurarak kokunun insana sağlayacağı faydalara dikkatimizi çekmektedir.

Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz bir diğer Hadis-i Şerifinde ise:

  • “Ey ashabım cennet bahçelerinin düzgün toprağı misk gibi güzel kokar. O bahçelere meyve dikmek ister misiniz?” buyurur. Sahabe-i Kiram:
  • “İsteriz ya Rasûlellah” der ve ”O meyveyi nasıl dikebiliriz” diye sorar. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz:
  • “Subhanellahi velhamdülillahi vela ilahe illallahu vellahu ekber “ dediğiniz vakit o bahçeye bir meyve dikersiniz” buyurur.

Bu hadis-i şerifi ile Rasûlüllah (s.a.v) cennetin misk gibi kokan toprağı ve orada yetişen meyvelerin reyhâlarına dikkatimizi çekerek o kokuyu burada duyup oraya yönelmemizi bizlere hatırlatmaktadır.

İman bir hakikattir.

İnsan, göremediklerini görmüş gibi, koklayamadıklarını koklamış gibi, tadamadıklarını tatmış gibi kabul edip tasdik etmedikçe bu hakikate erişemez. İşte iman kişiye bu halleri yaşatan bir hakikattir.

Yüksek voltajlı bir elektrik akımına kapılan kişiyi görmediğimiz halde elektrik akımından görenler gibi sakınmaktayız, fakat en gerçek, en doğru ve en güzel sözün sahibi ve aynı zamanda da vaadine en sâdık olan Allah Zülcelâl vel Kemâl (c.c) Hazretlerinin emir ve yasaklarından bir elektrik akımı kadar kendimizi kollamamaktayız. Eğer bunları düşünebilirsek kulaklarımızın sağır, gözlerimizin kör olduğunu dolayısıyla da aklımızın kabiliyetini kaybettiğini idrak eder ve kendimize çekilebiliriz.

Allah Teâlâ (c.c) Hazretlerinin ve Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in cennet meyvelerinin reyhâsı hakkında verdiği haberleri inancımızla duymaya, ruhumuzla tatmaya gayret etmeliyiz. Bu haberlere etrafına kokularını saçan gözümüzle gördüğümüz varlıklardan daha kesin bir şekilde inanmalıyız.

Dergimize REYHÂN ismini, anlayışta bizden daha muktedir, kavrayışta bizden daha güzel, ifadede bizden daha edebî ve ilmî sahada bizden daha bilgili olabileceklerine inandığımız okuyucularımız; bu dergide yazılan ifadelerle kendilerini baş başa kalmış hissederek düşünürseler; bir saksıda Allah Teâlâ ve Tekaddes (c.c) Hazretlerinin yarattığı ve REYHÂN diye isimlenen bir çiçekle baş başa kalmış gibi onu okşayarak, özünü içine sindirerek sözlerimizden daha çok yaptıkları tefekkürden faydalanacaklarını umduğumuz için seçtik.

Reyhân, her ne kadar belli bir çiçeğe has bir isimse de, güzel reyhâsı olan her çiçeğe, meyveye ve diğer varlıklara da şâmildir. Onun için Reyhân kelimesi mahlûkun rızkı olan, yenilen şeyler için de kullanılmıştır. Dolayısıyla Allah Teâlâ (c.c) Hazretleri her canlının hoşuna giden reyhâya sahip bir gıda maddesi yaratmıştır. Bunun en güzel örneği ise güzel bir kokunun peşine gözleri olmadığı halde hisleriyle kilometrelerce giden canlı varlıklardır.

Annelerin çocuklarını bağırlarına basarak severken onun kokusunu dünyanın en güzel kokusu kabul etmeleri de buna bir misaldir.

Şimdi Reyhân’ın ağzından Reyhân’ı dinlemeye başlayalım:

Reyhân der ki:

Ben ezel âleminde ilim bahçesinin bir gülü idim. Beni ve bendeki reyhâyı bir varlıktan başka bilen de yoktu. Ben gizli bir âlemde idim. Beni ve bendeki reyhâyı bilen O varlık beni o gizli âlemden görünür âleme çıkarıp kendisini benimle tanıtmayı murâd edince; mânâm maddeye dönüş yaptı, varlığımın etrafındaki sır perdeleri kaldırıldı. Yaratılışımın gayesi olan Rabbu’l âlemîn, en güzel Rabb olduğunu, murâd ettiği zamana kadar varlığımın devamı için ihtiyaç duyacağım toprak, su, hava, güneş ve sayılamayacak kadar çok varlıkları ihsan buyurarak bir kez daha göstermiştir.

Birçok eşyayı da bana hizmetçi kılan Rabb’im, beni yokluk âleminden varlık âlemine, hakikatleri kulaklarıyla duyamayanların, gözleriyle göremeyenlerin benden yayılan reyhânın kaynağını arayarak hakikati bulabilsinler diye gönderdi.

Benim her şeyim beni yokluktan var eden Âlemlerin Rabb’indendir. Bendeki bu güzel reyhâ da ondandır. Ben her zaman sizlere âlemlerin Rabb’ini tanıtmak için yaratıldım. Kullar beni bu güne kadar size tanıtamamışlarsa artık dert etmeyin, saksınızın içinde, gözünüzün önündeyim. Eğer hâlâ gafil davranıp göremediyseniz, beni okşarken etrafa yayılan kokumdan bana bu güzel reyhâyı verene yönelin ve O’nu tanıyın.

Ey gafil insanoğlu!

Artık aç gözünü bana bak. Her şeklimle seni tevhîd bahçesine getirmek için dikilmiş bir tevhid sancağıyım.

Her halimle “Lâ Rabbe illa hu” inanıcını ilân ediyorum.

Belki bir anlık bunalım içinde dolaşırken; kulağınızın duyamadığı, gözünüzün göremediği hakikatleri, tıpkı açlıktan kıvranırken burnunuza gelen bir yiyeceğin reyhâsının peşine koştuğunuz veya bir bilenden reyhânın geldiği kaynağı sorup öğrendiğiniz gibi, elinizdeki REYHÂN vasıtasıyla belki hisseder veya bir bilene ulaşmanın gayretinde olursunuz.

Bizler bazı hakikatleri bu güne kadar belki duyamadık, belki göremedik ama inancımızla derin bir nefes alırken REYHÂN vasıtasıyla belki de gerçek dostumuzun kokusunu almaya başlarız.

İnşallah, REYHÂN bizi âlemlerin Rabb’ine kavuşturacak olan Kur’an ve Sünnet yolunu bulmamıza vesile olur.

İnşallah, REYHÂN bizlerin cennetin insanı huzura kavuşturan reyhâlarının etrafa yayıldığı vahdet bahçesinde buluşmamıza vesile olur.

İnşallah, REYHÂN Yunus Emre’nin:

“Ben dost kokusunu almişem

Misk u hitamı neylerem” dediği gibi diyenlerden olmamıza vesile olur.

O vakit REYHÂN’a da, reyhâya da ihtiyacımız kalmaz.

Reyhân der ki: “Ben defter-i Rabbü’l âlemînim; benimle dertleşmek isteyenle her zaman sohbete hazırım.”

Selâm, hidâyete tâbi olanların üzerine olsun.