İçeriğe geç
Anasayfa » İSLÂM DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN MÜCERRED VEYA FELSEFÎ PRENSİPLERİ İRADECİLİK PRENSİBİ

İSLÂM DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN MÜCERRED VEYA FELSEFÎ PRENSİPLERİ İRADECİLİK PRENSİBİ

İslâm’ın insan vâkıasına bakışta onda fıtraten meknuz olarak gördüğü aslî hususiyetlerden biri de “irade” sahibi olmak keyfiyetidir. Bu husus beşerî mesuliyetin kaynağını -daha emin bir tabirle söylemek gerekirse- temel iki sâikından birini teşkil eden akla istinad eder. O iki sâik “âkıl” ve “bâliğ” olmaktır. Ancak İslâm’da tefekkürün teşvik edilmiş olması sebebiyledir ki bu iradenin mahiyeti ve hudutları üzerinde İslâm âlimleri pek geniş bir surette îmâl-i fikr etmişler ve bunların neticesi olarak ortaya birbirinden farklı görüşler koymuşlardır. Kuldaki bu iradenin “irade-i cüz’iyye” olarak isimlendirilişi bile bunun Allah’a mahsus olan küllî irade karşısında cüz’î yani çok küçük olduğu gerçeğini ortaya koyduğu halde bazı âlimler bunun rolünü alabildiğince genişleterek kulu -adeta- Cenâb-ı Hakk’a mahsus olan “fâil-i muhtar” olmak vasfına yaklaştırmışlar ve insanın fiilinin  -hâşâ- hâlıkı gibi görmüşlerdir. Buna mukabil diğer bazıları da müthiş bir tefrid ile kulu fiiilerinde  -iradesiz ve mecburî bir fâil- mevkiinde telakkî etmişlerdir.

Beşerî iradenin mahiyeti ve hudutları hususunda vâki olan uzun münakaşaların neticesinde bu ifrad ve tefrid görüşler revaç bulmamış mûtedil bir yol benimsenmiştir.

Lakin red ve cerhi imkânsız olan bir İslâmî gerçek şudur ki; mes’uliyetin kaynağı ins ü cinde – az veya çok- mutlaka mevcud olan iradedir. Gerçekten bu vasıf itibariyle insanlarla müştereklik arz eden, mahlûkat içinde sadece cinlerdir. Bundan dolayıdır ki onlar da insanlar gibi Allah’a ınkıyad hususunsa mes’ul bir mevkide bulunmaktadırlar.

Diğer taraftan mükâfât veya mücâzât için zî-şuur olmak yanında bu iki kategori varlığı mümtaz ve mes’ul kılan “irade”nin diğer birçok hususiyetle birlikte onlara ilâhî bir mevhibe olarak ezelde verilmiş olduğu keyfiyetidir.

Beşerî İradenin Mahiyeti ve Hudutları

Bu temel görüş ışığında insanların ilk yaratılışına ait itikâdî esaslar tahlil edildiğinde şu gerçekler ortaya çıkar:

Allah-u Azimüşşan yegâne fail-i muhtardır. Ezelde yalnız kendisi vardı. Sonra, böyle bir âlem murad edip bütün varlıklara -zâti sıfatlarına izafeten- vucut vermiştir. Bütün sonradan yaratılmış olanların teşkil ettiği âlemin zirvesine de mükerrem bir varlık olarak insanı oturtmuştur. Bu keyfiyet, insanın eşref-i mahlûkat olması kadar aynı zamanda âlemin ona müsahhar bulunmasını da ifade eder.

Fâil-i muhtar olan Allah-u Azimüşşan, her varlığı ve onun bünyesindeki unsurları belli bir maksat için yaratmış ve onlara o maksadı gerçekleştirmeye salih bir yapı ve iktidar lütfetmiştir. Bütün mahlûkatta mevcut ve ilahî tayine dayanan hususiyetlere umumî prensiplere dinde “âdetullah” veya “sünnetullah” adı verilir. Bunlar değişmez ve değiştirilemezler.[1] Beşerî ilmin –bilhassa materyalist ağırlıklı olan kısmında- murâd-ı ilâhiye dayanan ve bütün âlemde edebiyyen câri olan bu temel prensipler “tabiat kanunları” olarak adlandırılır. Cenâb-ı Hak, insan idrakine sığabilen âlemde cari olan murâd-ı ilâhiyesini sebeplere rabtetmiş ve insan idrakini de gerçeklere sebep-netice münasebeti içinde intikal edebilecek bir iktidar ile techiz etmiştir. Mü’minler ön plandaki sebep be neticeler üzerinde imal-i fikrederken bile sebepler zincirinin nihayetinde murâd-ı ilâhînin mevcud olduğunu asla hatırdan çıkarmazlar. Nitekim Peygamber -aleyhissalatu vesselam-:

“Allah bir şeyi murâd ettiği zaman esbabını halkeder.” buyurur.

Müsbet ilimlerse, tevali eden araştırmalar neticesinde eşyada meknuz ve murâd-ı ilâhîye dayanan hususiyetleri keşfede keşfede bir terakkiye âmil olsalar da onların vasıl olduğu netice -bugün bile- bu hususiyetlerin ancak Allah’a malum olan vüs’ati yanında yine de çok cüz’î kalmaktadır. Mesela daha düne kadar her ferdin adeta bir nüfus kâğıdı gibi şahsi ve münhasır hususiyetlerinin -parmak izine- mahsus olduğu sanılırdı. Bugün ise DNA moleküllerinin sırrı çözülmüş ve bunlardan parmak izlerine nazaran daha ileri derecede ferde aid inhisarî hususiyetlerin tesbiti imkân dâhiline girmiştir. Acaba bu “malum”un arkasında da başka hangi “mechul”ler vardır!.. Zira ilmi çalışmalar göstermiştir ki eşya-yı tabiiyyenin hususiyetlerine ait her yeni keşif -adeta- birçok başka mechullere kapı açmaktadır. Nitekim ayet-i kerimede:

“İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki; onun (Kur’an’ın) gerçek olduğu, onlara iyice açıklanmış olsun. Rabb’inin her şeye şahid olması, yetmez mi?” buyrulmuştur.

Müsbet ilimlerin bu gelişmesi kıyamet kopmasından az önce mucizat-ı enbiya seviyesine yakın bir noktaya kadar yükselecek ve bu noktada imanî esasların bir “teklif” olma keyfiyeti adeta ortadan kalkacağından hayat ve kâinat yeniden nizamlanmak üzere nihayete erecektir.

Diğer taraftan Cenâb-ı Hakk’ın – velev esbabda tecelli ettirmek suretiyle de olsa – kendi mutlak iradesiyle bizzat tayin ettiği hususlar ins ü cin için mesuliyet zeminde bir rol oynamaz. Yani dünya planında mükâfat ve mücazatı gerektirmez. Bunlar Allah’ın – daha ziyade ahirette – tecelli edecek olan “Âdil” sıfatının icabı olarak ancak kulun mesuliyet hudutlarının tayininde mizana girecektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, Kur’anî bir beyan ile sabit olduğu üzere ins ü cinni takatinden fazlası için mesul tutmaz. Takatin oluşmasında – müsbet veya menfi- rol oynayan ilahi tayinler mesuliyetin derecesinde – muhakkak ki – bir nisbete ulaşmak için nizama dâhil olacaktır. Çünkü Cenâb-ı Hak münasebat-ı ictimaiyyenin vaki olabilmesi için insanlara “Lâtîf” sıfatının eseri olan mevhibeleri aynı miktarda vermemiştir. Adalet-i İlahiye ise beşerî mesuliyette iktidarı kıstas tayin ettiğinden mesuliyetin bu mevhibelere nisbeti ilahî adalet icabıdır.

Mesela merkezî Afrika’da dünyada gelmiş ibtidâî kavimlere mensup bir insanın dini hakikatleri kabul hususundaki mesuliyeti, şartları onunla mukayese edilemeyecek derecede müsait bir başka medeni ülkedeki insanla bir ve aynı olamaz.

Âlemdeki bu farklılık sadece benî beşer efradı arasında olmayıp bütün varlıkları şâmildir ve kâinatı bilebildiğimiz hususiyetleriyle mümkün kılan temel sâiklerden biri de bu ihtilaftır. Gerçekten sahip olduğu vasıflar itibariyle varlıklar cemâdattan insana kadar birbirinden farklı kategoriler teşkil ettikleri gibi[2] bunların her biri kendi içinde de kademeler halinde silsilenirler. Belki bir kategorinin en alt kademesinde bulunanla en üst kademesindekiler arasındaki fark, iki kategori arasındaki farktan büyüktür. Mesela insan en alt kademede “Bel hüm edall” (hayvandan aşağı) sıfatını müstehak bir derekeden, “fenafillah” ve “bekabillah” derecelerine kadar uzanan bir teselsül ve kademeleniş arz eder.

Mü’minler bütün varlıklara şâmil olan bu farklılıkların giderilemeyeceğini itikadî bir esas olarak benimsemişlerdir. Çünkü ihtilaf (farklı olma) âlemin temel varlık sebeplerinden biridir.

Cenâb-ı Hakk’ın ruhlara onların yaratılışı anında:

– Elestü birabbiküm? Yani “ Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğu ve ruhların da:

– Belâ! Yani “evet” cevabını vermiş bulundukları itikadî bir esastır. Bundan dolayıdır ki mü’minler:

“Ne zamandan beri Müslümansın?” sualine:

– “Kalû belâ’dan beri” diyerek cevap verirler.

“Bezm-i elest” de denilen bu hadise Allah ile ruhlar arasında gerçekleşen bir “ahid” demektir. Ahid içerisinde iki taraf şart olduğu gibi bir taahhüd altına girmek hususunda bunların aynı zamanda irade sahibi de bulunmaları gerekir. Allah’ın fâil-i muhtar bir surette âlemi yaratmasıyla sabit olan iradesine mukabeleten kulda bir irade olmasaydı onun tarafından akde ehil kabul olunarak kendisine böyle bir sual tevcih olmazdı.

Diğer taraftan istirdat kabilinden şu hususu da ifade edelim ki ruhlar âleminde vaki olan bu rububiyet ve abdiyet muahedesi Hacerü’l-Esved’e yazılmış ve beşerin cennete istihkak ile gelmesi ve bu suretle şereflendirilmesi murâd-ı ilahiyesi sebebiyle Âdem aleyhisselam mahut zelleye sürüklenip dünyaya gönderilince bu mukavelenin yazılı olduğu Hacerü’l Esved de arkasından dünyaya gönderilmiştir. Hac programı içinde Hacerü’l Esved’in istilamı –adeta- ondaki imzanın yenilenmesi kabilinden ezeldeki akdin tazelenmesinden ibarettir.

Bu keyfiyet kulun ruhlar âleminde bile irade sahibi, hak ve vecibelere ehil bir varlık olduğunun kabulünü mecburi kılar. Ancak bu iradenin mahiyeti nedir ve hudutları nelerdir? İşte asıl tahlil ve tayini gereken mesele budur.

Diğer taraftan şeytan da Âdem’e beden elbisesi giydirildikten sonra ona secde etmesi hususundaki Rabbanî emre bir kıyasta inkıyad etmeyerek irade ve ihtiyar sahibi olduğunu göstermiştir. Şeytan, meleklerin hocası olmasına rağmen melek değil, cin soyundandı. İşte bu itikadî esas cinlerin de insanlar gibi ezelde –diğer pek çok mevhibe-i ilahiye yanında- irade ile de techiz edilmiş bulundukları gerçeğinin kabulünü ortaya koyar. Bundan dolayıdır ki mâsivâ içinde iki mümtaz kategori teşkil eden ins ü cinden başkaları için mes’uliyet mevzu-i bahs değildir.

[1] Bu hakikatin Kur’an’î mesnedini ihitva eden ayetlerden biri şudur: “Allah’ın, öteden beri süregelen kanunu budur. Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın” (Fetih,53)

[2] Bunlardan “insan” a kadar olan üç kategorisine “mevâlid-i selâse” denir ki, bunlar cemâdât (cansızlar), nebâtât ve hayvanattır.