İçeriğe geç
Anasayfa » FÂNÎ GÜNLER BÂKÎ AHİRET BİNEKLERİDİR – Merhum Abdurrahman Şeref GÜZELYAZICI

FÂNÎ GÜNLER BÂKÎ AHİRET BİNEKLERİDİR – Merhum Abdurrahman Şeref GÜZELYAZICI

Dünya saadeti -her şeyden önce- ruhlara ezâ ve ızdırab verecek pürüzleri kaldırmakla mümkündür. Dünya hayatında gönüllerimizin müşterek ızdırabı, fânîlik ve ölüm korkusudur. Fakat bu korkuyu ve ızdırabı sağlam bir hakikate bağlamaksızın taşımak; insana saadet namına bir şey kazandırmaz. Mücerret korku, ölüme çare olmaz.

Dünya lezzeti ve saadeti, ancak ölüm hasretini ebedî vuslata tebdil etmekle elde edilir. Bu da, ölüm mâhiyeti ve neticesi hakkında sarsılmaz ve şaşmaz; aydınlatıcı ve doyurucu bilgilere; doğru kanaatlere varmakla temin olunur ki adına: “Âhirete iman” diyoruz.

Âhiret ufukları, Kur’an güneşiyle parıldar. Hayat yolculuğunda, karanlıklardan nura çıkamayanların perişanlıkları zarurî; sonları hüsrandır.

İman ki murada ermektir. Onu, kalplerin içinde; muradlar baharını, dünyanın ötesinde aramak lâzımdır; çünkü murad çiçekleri, fânî topraklarda açılmaz. Muradlar bahçesinin bahar rüzgârı, ebedî ufukların ışıklı derinliklerinden gelir.

İnsana vaad olunan en yüksek ve parlak murad “Allah’a varmak”tır. Buna, “Tevhîd mi’racı” adı verilir ki; “İlmî, ahlâkî, amelî” kıymetlerin birleşmesiyle meydana gelir.

Aklını iman hakikatleriyle, kalbini ilâhî ahlâk ile, azasını şerîat güzellikleriyle donatabilen insan Tevhîd Mîracına erer.

O, hakîkî bir Allah yolcusu ve ebediyet muhaciri olur.

Ölüm, âhirete götüren zarûrî bir binektir. Zarûrî davet gelmeden kalbî ve ihtiyarî olarak ölüm âlemine seferber olmak ihtiyatlı bir hareket olur.

İnsanın bilmediği bir âleme cebrî ve ağır şartlar altında gitmesiyle bildiği ve neşelerine gönül hasreti çektiği bir âleme lezzetler içinde intikali arasında ne büyük bir ruhaniyet farkı vardır.

İhtiyarî sefer, zarûrî makbere intikal için bir ünsiyet temrinidir, ilâhî devletin görünmez, çetin zabıta memurları olan melekleriyle yaka paça Hakk huzuruna çıkarılmak nerede… Müjdeci, dilber meleklerin muhabbet cilveleri içinde Allah mülakatına uça uça gitmek nerede?

İnsanların ikbal ve idbarı kalb pusulasındaki irade ibresinin imanla küfür kutuplarından herhangi biri üzerinde durmasına bağlıdır.

İzah ve ispattan müstağni bir dâvadır ki; Saadet, imanda… Felâket küfürdedir. Dünya, imanla lezzet… Küfürle zehir ve hasret olur.

Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında; gece ve günün birbiri arkasından akışında, akıl ve iz’an sahipleri için alınacak ibretler vardır.

Kâinat, abes yaratılmamıştır. Hilkatin hikmet ve gayelerini her zerre kendine mahsus bir dille söylemekte ve gönülleri iman cazibesine, Allah muhabbetine çekmektedir.

Cihanın iman dilini anlayan ve hakkın son peygamberine ve kitabına bağlanan mü’minler; ayakta, oturarak, yatakta, Allah’ı anarlar ve arz ü semaların yaratılması hususunda tefekküre dalıp; “Rabbimiz, sen bu cihanı boşuna yaratmadın; münezzeh ve yüce bir kudretsin; bizi ateş azabından koru!.. Rabbimiz, sen kimi ateşe atarsan onu bedbaht edersin, zâlimlerin yardımcıları da olmaz!..” diye niyazda bulunurlar.

Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’inde “Tefek-kür”ün iman anahtarı olduğunu bildiriyor; yerlere ve göklere ait mekânî düşüncelerle gece ve gündüz değişmelerindeki zamanî tefekkürlere akıl sahiplerini davet ediyor. Zaman ve mekân tecellîleri altındaki ibretleri araştırmayı vazife veriyor.

Gerek mekânî ve gerekse zamanî vukûat ve hakikatler üzerinde düşünenlerin hilkatte abes ve gayesiz yaratılmış bir zerrenin olmadığını anlayacakları tabiîdir. Ve onlar, cihanın Halikından asla gaflette ve uzakta kalmayıp, dâimî bir zikir ve tefekkür içinde bulunmakla ilâhî neşelerle olgunlaşacakları muhakkaktır.

Allah’ın lûtfuna ermek isteyenler ise -tabiî olarak- onun azabından korkacak ve “Bizi, ateş azabından koru Allah’ım!” diye yalvaracaklardır.

Bu ilâhî zevk ü safâlara erenler: Ebediyet âleminin ölçüye sığmayan engîn saadetlerini düşündükçe, Dünya hayatı, onları tatmin etmeyecek ve adetâ bir hapishane hayatı yaşıyorlarmış gibi darlık sezeceklerdir. Bu cihetledir ki hadîs-i şerîfte:

“Dünya, mü’minin hapishanesi… kâfirin cennetidir.” buyrulmuştur.

Dünya sofrasını, şuursuzluk içinde, kaparozculuk hisleriyle fuzulen işgal eden imansızlar dünyadan başka bir hayat âlemi tasavvur edemediklerinden, fânî nimetlerle bahtiyar olmayı kendilerine gaye tutmuşlar, dünyada hoşça yaşamayı cennet hayatı kabul etmişlerdir. Allahımız ganî, dünya ise umûmî bir irtifa’ meydanıdır.

Hadîs-i şerîfte de:

“Eğer dünya, Allah indinde sinek kanadı kadar bir kıymeti haiz olsaydı: Kâfire, ondan bir yudum su içirmezdi.” buyrulmuştur.

Lâkin, bu umûmî inayetin Allah hükmüne ve din adabına aykırı olarak yağmasını yapanlar acı bir muhasebe ile karşılaşacaklardır.

İşte, Allah adamlarının bütün korkuları, bu mühim hesap noktasında toplanmakta ve o günün dehşetiyle bugünden titremektedirler. Dünyanın tadını çıkarıp günahların yağlı lokmalarıyla semirenlerin Allah’ça zerre kadar kıymeti olmayacak ve onlar, doğruca âteşîn âkıbetlerine bırakılacaklardır.

Efendimiz (s.a.v) bu gibiler hakkında:

“Kıyamet gününde bir de bakarsın, azametli semirmiş bir adam gelir ki, Allah indinde sinek kanadı kadar bir kıymet taşımaz;” “Biz, onlar için mîzan kuracak değiliz! âyetini okuyun. ” buyurmuşlardır.

Dünya kazancı; hayır için ve âhiret gayesiyle meşru’ ve mâkuldür. Efendimiz Hazretleri, hadîs-i şerîflerinde bu noktayı tasrihan açıklamaktadır.

Buyuruyorlar ki;

“Servet çoğaltanlar, kıyamet gününde azlığa ve darlığa düşecek olanlardır; Meğer ki; Allah, bir kimseye mal vermiş de o da sağına soluna; önüne arkasına dağıtıp malında hayırlar yapmış olsun.

Demek ki; dünya serveti; kendisine, ailesine, hısım ve akrabasına, konu komşusuna, diğer insanlara hayırlar yapmak; âhiret sevabına nâil olmak için toplanabilecektir. Aksi takdirde, malını geridekilere bırakıp âhiret hesabını yüklenmek olur ki; Akıl işi değildir.

Dünya, değişen bir zeval ülkesi, izmihlal ve intikal yeridir. Gölge oyunlarından ibarettir.

Hayrat ü hasenata, ibâdât ü taata koşunuz ki; Âhiret, asıl yaşanacak âlemdir. Orada, şiddetli azaplar olduğu gibi, ilâhî mağfiret ve rızalar da vardır.

Cihanın ziyneti olan insana, dindar yaşamak vazifedir.

Hayatî kıymetleri veren, günahları affeden, gönülleri ve sırları bilen Allah’a kulluk zaruridir.

Rasûlullah ve Kur’an-ı Hakîm hürmetine, Allah’ımız, hepimizi acı azaplardan korusun; nimet cennetlerine nâil kılsın.1 ü

1  Bu makale Merhûm Abdurrahman Şeref Güzel-yazıcı’nın “Fatih Minberinden Mü’minlere Hutbeler” (Kalem Yayınevi, 2010, İstanbul) isimli eserinden alınmıştır.