İçeriğe geç
Anasayfa » 2007/1 - 5

2007/1 – 5

MÂDENİYAT ÂLEMİ

Ya Allah (c.c) Ya Rabbe’l Âlemin…

Bizleri, Sana… Senden… Seninle hamd edenlerden eyle ki; Sana… Senden senâ etsin lisanımız. Seni bilsin,  Seni bulsun cenanımız ki (ruhumuz), Seni ve her şeyi olduğu gibi tanıyabilelim. Çünkü Seni hakkıyla tanıyamazsak hiçbir şeyi olduğu gibi tanıyamayız.

Bunun için Senden bu miskîne tecellî kılıp eşyanın üzerindeki hicâbını kaldırmanı dileriz.

Böylelikle her şeyi olduğu gibi görüp tanıyarak ve onlardan ibret alarak bir ders-i hakikî idrak edebilelim. Çünkü ancak dersini bilenler eşyada saklı olan hakikatleri okurlar.

Daha fazlasını oku »MÂDENİYAT ÂLEMİ

ŞERİAT-TARİKAT-TASAVVUF AYRIMINDA ZARAR ÇOK FAYDA YOK

           Bu mühim mevzuya girmeden önce, bazı hususları hatırlamakta fayda, hatta zaruret vardır:

1-İsimler, varlıkları ve kavramları birbirleriyle çatıştırmak için değil, tarif ve tavzih için vardır. İsimle müsemma (isimlendirilen) arasındaki ilgiyi bulmak bazen zorlaşır, hatta çok defa mümkün de olmaz. Buna rağmen, böyle bir şey yok demek, yanlış olur.

2-Önemli konuların, kulaktan dolma bilgilerle ele alınması, yanlış neticelere götürür.

3-Bir müessesenin veya bir varlığın evvelce isminin konulmamış olması, ismi konulduktan sonra, evvelce yokmuş gibi mütalaa olunamaz.

4-Kur’an’da ve Sünnet’te zikri geçmeyenlerin hükmü bu iki nassın va’zettiği esaslara istinaden/dayandırılarak verilir.

5-Müesseseler hakkında hüküm verirken, mensuplarına bakarak değil; gaye, usul ve tatbikatı esas alarak değerlendirmek icab eder. Hepsinden daha önemlisi; konuya peşin hükümsüz ve tarafsız yaklaşmanın hakikate ulaşmak açısından şart olduğudur.

Daha fazlasını oku »ŞERİAT-TARİKAT-TASAVVUF AYRIMINDA ZARAR ÇOK FAYDA YOK

TASAVVUF

Tasavvuf, kültür ve medeniyetler gibi hakkında çok ve farklı tanımlar olan bir kavramdır.

Bazı mutasavvıflar, hükümdarlığa kadar varan maddî üstünlüklerini, ilâhî huzura erebilmek için rahatlıkla feda edebiliyorlardı. Bunu görenler onlara fukârâ diyorlardı.

Zevkine erdikleri o âlem onları dünyadan koparıyor; dağ, şehir ve yollara düşerek irşad ve tebliğle uğraşıyorlardı. Bu hallerini görenler onlara seyyahîn diyorlardı.

Her şey onlara mahrem olmakla gariplikten kurtulurken, seyrine daldıkları ölümsüzlük ufku onları, solmaya mahkûm dünyada garip olmaya çağırıyordu. Bu yüzden onlara gurâbâ deniyordu.

Daha fazlasını oku »TASAVVUF

SİLSİLE VE MÂNEVÎ NESEB

Tasavvufî terbiye, bir ara­da bulunma (sohbet) ve in’ikâs yoluyla gerçekleş­tiği, hal ve duyguların yansıma ve transferi demek oldu­ğu için mürşid ve rehbere ihtiyaç göstermektedir. Bu ilmin, Hz. Pey­gamberin mânevî ve rûhânî otori­tesinin devamı şeklinde bir özelli­ğe sahip olması, bu yolun rehber­lerinde manevî bir silsile aranma­sı sonucunu doğurmuştur. Silsile, tarikat şeyhlerinin Hz. Peygamber’e kadar uzanan üstadlar zinci­rine verilen addır. Aslında ilk hicrî asırlarda tefsir, hadis ve fıkıh gibi İslâmî ilimlerde genel olarak bir ri­vayet zinciri zorunluluğu vardı. Bilhassa hadis ve tefsir ilmine dâir fikir ve görüş nakledenler, bu fikir ve görüşlerini genelde ashâb yo­luyla Hz. Peygamber’e isnada önem verirlerdi. Ancak hicrî III. Asırdan itibaren İslâmî ilimler ya­zılıp kayda geçmeye başlayınca, silsile zorunluluğu da zaman için­de terk edildi.

Daha fazlasını oku »SİLSİLE VE MÂNEVÎ NESEB

EMİN SARAÇ HOCAEFENDİ’YE SORDUK…

Muhterem hocam, gerek cemiyet gerekse ferdî olarak İslam’ı anlayıp, yaşamak noktasında tasavvufun rolü ve ehemmiyeti nedir?

Efendim şöyle başlayayım: Şu memlekette Ehl-i Sünnet yolunu takip eden hakikî mutasavvıfa olmasaydı bugün bu memlekette Allah-u a’lem İslâm bitmiş olacaktı. Benim çocukluğumdaki hâkim olan havada ehl-i ilim olan, kudret-i ilmiyesi var olan kimselerin birçokları İslâm’ı hemen o günkü havaya karşı terk eder hale geldiler ve İslâm’ı müdafaa edip yaymaya teşebbüs ve azimet göstermediler. Hâlbuki bir tarafta zikrullah ile meşgul olmak, seher vaktinde uyanmak gibi güzel bir itiyadları olan kimseler vardı ki İslâm’ı ne pahasına olursa olsun muhafaza ettiler.

Daha fazlasını oku »EMİN SARAÇ HOCAEFENDİ’YE SORDUK…

DERGÂHLAR VE İNSANLAR

Medeniyetlerin “olmazsa olmaz”ları vardır: Medeniyetlerin mimarları, âlim, ârif ve sanatkârları vardır. Bunlar tarafından ortaya konan eserler, fikir ve felsefeler vardır. Kafa ve gönlün sentezini yapan bu insanların kurup geliştirdiği müesseseler vardır. Nihayet bu müesseseler kanalıyla bütün insanlığa sunduğu mesajlar vardır.

İslâm medeniyetinin “olmazsa olmaz” unsurlarından biri de tasavvuftur. Mutasavvıflar tarafından ortaya konan eserler ve müesseseler anlaşılmadan bu medeniyeti bütün boyutlarıyla kavramak mümkün olmaz.

Daha fazlasını oku »DERGÂHLAR VE İNSANLAR

İLÂHÎ ZİKRİN VESİLESİ ”ZİKRULLAH”

Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamber Efendimiz’in sünnetinde, müminlerin imanlarını sağlam tutup, hayatlarının her safhasında Allah’ın huzurunda oldukları bilincini onlara hissettirecek bir iksir, bizlere ilâhi bir lütuf olarak anlatılmaktadır. Cenâb-ı Hakk’ın “…siz Beni anın ki Ben de sizi anayım.”[1] fermanıyla bizlere bahşettiği bu nimet Rabbimizi her daim zikretmektir.

Daha fazlasını oku »İLÂHÎ ZİKRİN VESİLESİ ”ZİKRULLAH”

İNSAN-I KÂMİLİ İNŞÂDA ASLÎ METOT SOHBET

İnsanoğlunun  yaratılış gayesi, sahip olduğu idrak ve ihâta nisbetinde, Yaratıcısını tanımak ve O’nu tekrîm etmekten ibarettir. İnsanın bu gayeyi gerçekleştirebilme hedefi onun; akıl, idrak, iz’an ve irade ile mücehhez kılınmasını icab ettirmiştir. Saydığımız bu dört temel vasfa ilaveten taklid ve tecessüs meyli de insanoğlunda yaratılışı itibariyle var ola gelmiştir.

Daha fazlasını oku »İNSAN-I KÂMİLİ İNŞÂDA ASLÎ METOT SOHBET

İSLÂM DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN MÜCERRED VEYA FELSEFÎ PRENSİPLERİ İRADECİLİK PRENSİBİ

İslâm’ın insan vâkıasına bakışta onda fıtraten meknuz olarak gördüğü aslî hususiyetlerden biri de “irade” sahibi olmak keyfiyetidir. Bu husus beşerî mesuliyetin kaynağını -daha emin bir tabirle söylemek gerekirse- temel iki sâikından birini teşkil eden akla istinad eder. O iki sâik “âkıl” ve “bâliğ” olmaktır. Ancak İslâm’da tefekkürün teşvik edilmiş olması sebebiyledir ki bu iradenin mahiyeti ve hudutları üzerinde İslâm âlimleri pek geniş bir surette îmâl-i fikr etmişler ve bunların neticesi olarak ortaya birbirinden farklı görüşler koymuşlardır. Kuldaki bu iradenin “irade-i cüz’iyye” olarak isimlendirilişi bile bunun Allah’a mahsus olan küllî irade karşısında cüz’î yani çok küçük olduğu gerçeğini ortaya koyduğu halde bazı âlimler bunun rolünü alabildiğince genişleterek kulu -adeta- Cenâb-ı Hakk’a mahsus olan “fâil-i muhtar” olmak vasfına yaklaştırmışlar ve insanın fiilinin  -hâşâ- hâlıkı gibi görmüşlerdir. Buna mukabil diğer bazıları da müthiş bir tefrid ile kulu fiiilerinde  -iradesiz ve mecburî bir fâil- mevkiinde telakkî etmişlerdir.

Daha fazlasını oku »İSLÂM DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN MÜCERRED VEYA FELSEFÎ PRENSİPLERİ İRADECİLİK PRENSİBİ