İçeriğe geç

Tasavvuf, kültür ve medeniyetler gibi hakkında çok ve farklı tanımlar olan bir kavramdır.

Bazı mutasavvıflar, hükümdarlığa kadar varan maddî üstünlüklerini, ilâhî huzura erebilmek için rahatlıkla feda edebiliyorlardı. Bunu görenler onlara fukârâ diyorlardı.

Zevkine erdikleri o âlem onları dünyadan koparıyor; dağ, şehir ve yollara düşerek irşad ve tebliğle uğraşıyorlardı. Bu hallerini görenler onlara seyyahîn diyorlardı.

Her şey onlara mahrem olmakla gariplikten kurtulurken, seyrine daldıkları ölümsüzlük ufku onları, solmaya mahkûm dünyada garip olmaya çağırıyordu. Bu yüzden onlara gurâbâ deniyordu.

Onlar, zevk için, oburluk için değil, yaşayabilmek için çok defa asgari ölçüde yediklerinden, özellikle sadece yemek için yaşıyorlarmış gibi davrananlar ve yeme-içme ölçülerine kulak vermeyenler tarafından cûiyye diye adlandırılıyorlardı.

Gönül sırlarından haberdar olan bu mü’minlere ayrıca ehl-i kalb, ehl-i Hakk, ehl-i tevhîd, ehl-i takva ismi de veriliyordu.[1]

Tasavvuf, zaman ve mekân bakımından derinlik ve genişliğe sahip bir yaşama alanı bulmuş ve asırlar boyu devam etmiştir. Onun için onu bu bölgelerdeki tüm görünüşüyle tarif etmek pek zordur.

Sahabe yolunu izleyen, Allah’ı devamlı olarak zikreden, kalb temizliğini her şeyin üstünde tutan, kendilerini gaflet ve dünya hayatının kötü etkilerinden koruyan, iç kuvvetlerini ve ruhî kabiliyetlerini geliştirmeye çalışan mü’minlerin yoluna tasavvuf denmiştir.

Tasavvuf, marifetullah denilen Yüce Allah’ı tanımak ve nefsi tezkiye etmek için gerekli olan bilgi ve eğitimi veren İslâmî bir ilimdir.

Yine tasavvuf, insanın Yüce Allah tarafından sevilmesi ve buna bağlı olarak da Yüce Mevla’yı sevmesi için gerekli olan hususları anlatır, kazandırır.

Şunu da bilmek lazım ki, rûhânî ve ilâhî âleme ait binlerce tecelliyi içinde bulunduran tasavvuf; özü itibariyle, dile getirilmekten uzaktır. Bu konuda söylenecek sözler, bir oluşu ifade etme zaruretinin sürüklediği mecburiyetin bir ürünüdür.

Nitekim bir iç tecrübenin kazandırdığı bilgiler, o tecrübeyi yaşamayanların terimleriyle yansıtılamaz;  diğer ifadesiyle dinin zahirini de aşan bir iç tecrübenin kazandırdığı bilgiler, geride bıraktığı şubelerin terimleriyle açıklanamaz.

Ayrıca tasavvufun tarifleri, mutasavvıfların durumlarına göre de yapıldığından bu tanımlar, onun mertebesinden, mizaç ve meşrebinden, sosyal durumundan ve tasavvufî hayata girmeden önceki yaşayışından etkilenir. Yine bu farklılık, bazen tasavvufu öğrenmek isteyenlerin durumlarına göre cevap vermekten kaynaklanır.

Örnek olarak bir kaç tarif verebiliriz:

Cüneyd Bağdâdî (v.298/910)’ye göre tasavvuf, Allah’ın seni senden giderip, kendisiyle diri kılmasıdır.

Maruf Kerhî (v.200/815), Tasavvuf, hakikatlere sarılmak ve halkın elinde bulunan şeylerden ümidi kesmektir.

Ebû Süleyman Dârânî (v.215/830), Tasavvuf, kulun bütün fiillerini Hakk’dan bilmesi ve daima Hakk ile olmasıdır.

İsmail b. Nüceyd (v.366/876), Tasavvuf, ilâhî emir ve yasaklar altında sabretmektir.

Kuşeyrî (v.464/1073), Tasavvuf, masivadan müstağni olmak, bilinmemeyi ihtiyar etmek ve hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktır.[2]

Diğer taraftan Tasavvuf’un aslını, Peygamberimizin ve ashabın yaşayış tarzında görmekteyiz.

Hz. Peygamberimiz (s.a.v), çok sade ve mütevazı yaşardı. Çağında güçlü bir devlet kurmuş olduğu halde dünyaya iltifat etmemiş, kulluğuyla iftihar etmiştir. Mutasavvıflar da bu konuda O’nun yolunu izlemeye çalışmışlardır.

Çok cömert idi. Daima sadaka verir, fakir olurum diye endişe etmezdi. Ashabına, dünyaya kapılmamayı, Allah’a yaklaşmanın ancak nafile ibadetlerle, namaz kılmakla, sabır ve tevekkülle, helal kazançla, zikretmekle olabileceğini söyler, kalb temizliğine çok önem verirdi.

Gece namazını ihmal etmez ve “Farz namazdan sonra en üstün namaz, gece namazıdır.”[3]  buyururdu.

Nefis tezkiyesine iman ve İslâm’ın üstünde bir yer vermiş, bunu İhsan sözüyle ifade etmiştir. İhsan, Allah’a, O’nu görüyormuş gibi ibadet etmendir, çünkü sen O’nu görmüyorsan da O seni görüyor[4]buyurmuştur.

Ayrıca Müslümanları zikre teşvik etmiştir. “Allah’ı zikredenle etmeyenin farkı, diri ile ölünün farkı gibidir”[5]  buyurmuştur.

Ashab-ı Kirâm da kendisi gibi zühd ve takva yolunda idiler. Nitekim tasavvuf, asr-ı saadette var olan zühd ve takva yaşayış ve anlayışıyla ilgili bilgilerin tedvin edilmesiyle vücut bulmuş bir ilimdir. Yani Sahabe ve tâbiûn devrinde ruhlara hâkim olan Allah korkusu ve zühd hareketi daha sonra tasavvuf ismiyle şöhret bulmuştur.

Tabiûn devrinden itibaren, İslâm devletinin sınırlarının genişlemesi ve çeşitli ırk, din, dil ve kültüre sahip insanların İslâm toplumu içine girmiş olmaları, ortaya çıkan dini meselelere çözüm bulmada ilmî ve fikrî hareketlerde bir canlılığa sebep olmuştur. Bu ilmî faaliyetler içinde bulunanlara, uğraştıkları bilim dalına uygun isimler verilmiştir. Meselâ Tefsir İlmiyle meşgul olanlara müfessir, Hadis’le iştigal edenlere Muhaddis, Kelam İlmi sahasında çalışanlara Mütekellim, çalışmalarını Fıkıh alanına teksif edenlere Fakîh denildiği gibi; dünyadan yüz çevirip Allah’a yönelen, riyazet ve ibadetle ruhî kabiliyetlerini geliştirmeye çalışan mütedeyyin Müslümanlara da sûfî, mutasavvıf ismi verilmiştir.[6]

Fıkıh, kelam ve hadis gibi ilimler, hicri birinci ve ikinci asırlarda tedvin edilmeye başlandığı gibi tasavvuf İlmi de, bu asırlarda müdevven hale getirilmeye çalışılmıştır. Fıkıh, ibadetlerin zahir kısmını inceliyor, tasavvuf da, ibadetin gayesi olan huşu’, huzûr gibi bâtınî yönünü tetkik ediyordu. Bunun için tasavvuf’a bâtınî fıkıh’da denir.

  1. Tasavvufun Konusu ve Gayesi

Tasavvufun konusu Allah, varlık ve insandır. İnsanlar, Allah’a kul olmak ve O’nun rızasına uygun yaşamak için yaratılmışlardır.[7] Tasavvuf, Yüce Allah’ı, ayet ve hadislerin ardından,  keşif ve vecd yoluyla da tanıtmaya çalışır.

Tasavvuf,  insanları, Allah’tan hoşnut ve Allah’ın da kendilerinden hoşnut olduğu,  Allah’ı seven ve Allah tarafından sevilen kullar haline getirmek ister.  Onları muttakî denilen insan-i kâmil mertebesine yükseltir.

Tasavvufun konusu,  kısaca “tahalluk ve tahakkuktur” da denilebilir. Yani İslâm ahlakını iyice öğrenmek “tahalluk” ve onu güzelce yaşamak demek olan “tahakkuk” tasavvufun ana konusudur.

Yine Tasavvuf, başta farzlar ve haramlar olmak üzere,  tüm ilahî emir ve yasaklara takva seviyesinden uyarak ruhun tasfiyesini ve nefsin tezkiyesini gerçekleştirmeyi hedef alır.

Aynı şekilde manevî makamlar, haller, vecd, istiğrak ve muhabbet gibi duygular da tasavvufun konuları arasında bulunur.

[1] Sühreverdî, Avârifu’l-Meârif, 6. bab.

[2] Bu konuda bak. Kuşeyrî, er-Risâle, 150; Mevlânâ Câmî, Nefhatu’l-Üns, 156; Seyyid Şerif Cürcânî, Ta’rifât, 40; Attâr, Tezkiretu’l-Evliyâ, I., 195; Ebû Nuaym, Hilye, I., 23; es-Sülemî, Tabakât, 454; İbn Haldûn, Mukaddime, (tasavvuf babı); Sülemî ve Tasavvufî Tefsiri, 2; Kur’ân ve Sünnete Göre Tasavvuf, 15-18; İşarî Tefsir Okulu, 12; Erol Güngör, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, 18 vd.; S. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, 18 vd.

[3] Müslim, el-Câmiu’s-Sahîh, I., 501.

[4] Buhârî, İmân, 37; Müslim, Îmân, 57; Ebû Davûd, Sünen, 16; et-Tirmizî, Îmân, 4; İbn Mâce, Mukaddime, 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I., 51.

[5] Buhârî, Da’âvât, 67

[6] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, D.İ.B. Yayınları, Ankara 1982, II., 6.

[7] Zâriyat, 51/56