İçeriğe geç
Anasayfa » UYANIK OLMAK MECBURİYETİNDEYİZ ENVER BAYTAN HOCAEFENDİ İLE…*

UYANIK OLMAK MECBURİYETİNDEYİZ ENVER BAYTAN HOCAEFENDİ İLE…*

Muhterem Hocam, uygun görürseniz sohbetimize tedris hayatınızdan başlayalım istiyoruz. Tedris hayatınıza nasıl ve nereden başladınız, dinleyebilir miyiz?

Altı yaşında Kur’an-ı Azîmuşşânı öğrenmeye başladık. Sonra da sırası geldi, hafızlığa başlattılar. Dokuz yaşında hafız olduk. Dokuz yaşımızdan sonra talime başladık.

Sonra İstanbul’a geldik ve Gönenli Hocaefendi’ye talebe olduk. Talebe olduğumuzda biz hafızlığımızı bitirmiştik Gönen’de. Tahminen bir buçuk sene kadar talebeliğimiz devam etti. Hocaefendi bize hem yatıp kalkacak yer gösterdi hem de masrafımızı yevmiye olarak öderdi. Her gün gider, önüne diz çöker dersimizi okurduk. Talim okuyorduk kendisinden. Ondan sonra para dağıtmaya sıra gelir, hepimize para dağıtırdı. Günde otuz kuruş. O zaman otuz kuruş iyi bir para, insanı bir gün geçindirir yani. Tıraş olacağımız berberi bile gösteriyordu Hocaefendi. Elbisemizi temin ediyordu. Bize sahip çıktı. Allah rahmet eylesin.

Sonra başka hocaefendilerden de istifade etmeye başladık Hemşinli Şevket Efendi vardı. Ondan sarf, nahiv, Arapça okuyorduk. Daha sonra kıraat ilmine başladık. Kıraat-i aşereye. Ama tamamlamak İzmit’te nasip oldu. Öyle icab etti. İzmit’te Hâfız Cevdet Efendi’den tamamladık. Ve kurra cemiyetimiz orada oldu.

Sonra asker olduk. Askerden dönünce İzmit’te imamlık imtihanı açılmıştı ona girdik. Kısmet bizimmiş, Akça Camii’ne imam olduk. Orada imamken o tarihte İzmit’in en büyük camii olan Yeni Cuma Camii için de imam-hatiplik imtihanları açıldı. Ona da katıldık. Gene kısmet bizimmiş. Bir müddet de orada imamlık vazifesi yaptık. Ve nihayet İstanbul’da imtihan açılmış diye duyduk. Altı tane cami imamsızmış. Biz gene istida’ yazıp verdik ve imtihana da girdik.  Lojmanı olan camiyi hak etmişiz. Yerebatan Camii’ni. Hikmet-i Hüda. Kısmet bizeymiş. Geldik oraya yerleştik. Cenâb-ı Hak ecdâdımıza rahmet eylesin. Hep onlar vakfetmiş bunları.

Yerebatan Camii’nde imamlığa başladık. Caminin imam hatibiyiz. Bir yandan da vaizlik imtihanını kazanmıştım. Vakıflar Müdürlüğü bizi kürsü vaizi olarak tayin etti aynı camiye. Bu şekilde ikisinden de maaş cüzdanım var. Amma Nakîbü’l-Eşrâf Esad Efendi Vakfı hususi bir vakıftır. Beriki resmî bir maaştır. O zaman bağdaşıyordu. Yani engel yok. Çünkü biri, devletin bütçesinden çıkmıyor da o vakfın bütçesinden ayrılarak bize verilmiş oluyordu. İmamlıktan sırası geldi emekli olduk ama hâlâ Vakıflar Müdürlüğü’nce verilen vaizlik devam ediyor. Hiç gidip maaş aldığım da yok. Bunun sebebi o tarihte tayin edilen maaşın hemen hemen sabit kalması. Hayret edersiniz! Osmanlı zamanında büyük bir maaş. 12,5 lira. Hâlâ sanıyorum öyledir de. Şimdi bir otobüsle gidip gelseniz de o maaşı alsanız otobüs parasını katiyen ödemez. İki üç senelik maaş toplanacak yokladığım da yok artık. Ne yaptılar, ne yapıyorlar bilmiyorum. Bu işin bize bir faydası oldu. Vaaz edebiliyorum. O salahiyetimiz var.

Muhterem Hocam, sohbetimizin başında Gönenli Mehmet Efendi’ye talebe olduğunuzdan bahsettiniz. Hocaefendi hakkında biraz daha tafsilata girebilir misiniz acaba?

Hay hay efendim. Hocaefendinin bir ara 650 talebesi vardı. Bir hocaefendi, evden başka bir geliri yok. İtimat etmiş zenginler, zekâtını ayırıyor. Zekât verecek olan, teberruda bulunacak olan parayı ayırıyor, Hocaefendi’ye veriyor. Hiç hesabını sormuyor.

Hocaefendinin benim bildiğim iki cebi vardı. Bir cebi kendi evinin masrafı için, kendi parası. Diğer cebi fukaraya, talebeye verilecek olan para. Hiç biri birine karışmazdı. Hocaefendi böyle bir insandı. Sonra müfettiş karakterli bir zat idi. Daha bakar bakmaz doğru söyleyip söylemediğini anlardı talebenin. Bambaşka bir hali vardı. Biz ona yalan söyleyemezdik. Derhal yakalardı. Böyle bir kabiliyet. Siz ona manevî göz deyin.

Gönenli Hoca İmamlığı Teslim Alıyor.

Sultanahmet’teki imamlığı Hocaefendi bizden teslim aldı. Talebesinden yani. Şöyle oldu. Saadettin Kaynak vardı. Hafızlığı, kurralığı olan, okuyuşu düzgün bir kimseydi. Önceleri Sultan Selim’in de imamıydı. Bir ara mihrabdan ayrı kaldı. Sonra Sultanahmet’te vazife aldı. 1954 müydü, artık sene tam aklımda yok. İmam oldu ama biraz sonra hastalanmış imamlığını yapamaz hale gelmiş. Vazifeye gelemiyordu.

O günlerde İstanbul Müftülüğü’nden Ömer Nasuhi Efendi imzası ile bir yazı geldi. “Ba’dema imamet ve hitabet vazifenize Sultanahmet Cami’inde devamınız uygun görülmüştür. Derhal vazifeye başlamanız…” Yalnız geçici olarak veriliyorum. 6 ay kadar filan kaldım. Sonra Gönenli Hocaefendi vazifeli olarak oraya tayin edildi. Bu vazifeyi bizim elimizden teslim aldı. O zaman baş İmam Seyit Şefik Efendi’ydi. Biz ikinci imamlık vazifesine bakıyorduk. Hocaefendi de o tarihte ikinci imam oldu. Seyit Şefik Efendi dört mezhebin âlimi, iyi bir âlimdi. Her zaman yetişmez böyleleri. Bu şekilde bir mazimiz vardı Hocaefendi ile.

Çete Harbi Yapacak Kadar Arapça

Bir defasında Gönenli Hocaefendi gündüzden haber göndermişti, akşam namazını kıldırıp Sultanahmet Camii’ne gelsin diye. Ben de namazı kıldım ve gittim. Hocaefendi de namazı kıldırmış da merdivenden aşağı iniyordu. Hemen gittim, elini öptürmezdi, bizim ara sıra öptüğümüz olabilirdi. Şöyle baktı, “Seni niye çağırdım biliyor musun? Güzide talebemizden birkaçını ayıracağım ve size Arapça ders almak üzere göndereceğim, çete harbi yapabilecek kadar Arapça öğrensinler.” dedi. “Emir buyuruyorsanız olur.” dedim. Bu sırada yanında bir çocukla biri geldi. Köyden gelmişe benziyordu. “Hocaefendi!” dedi, “Bu benim oğlum. Sizden ayrı kalmasın diye düşündüm. Size getirdim, sizden okusun inşaallah.” Hocaefendi, “Nerelisiniz?” diye sordu.  “Uzunköprülüyüm.” dedi. “Daha önce burada okudu mu, bu çocuk?” Hayır efendim. Çünkü başkasından okumuşsa oraya hürmet eder, kolay kolay almazdı Hocaefendi. Öyleyse Edirnekapı’da kurs müdürü filana git. Benim gönderdiğimi anlat. Gerekeni yapsın, dedi. Sonra çocuğa bir baktı böyle. Şu cebinde ne var bir ver bakayım dedi. Sanki eliyle koymuş gibi. Hacı Fahri Efendi’den hıfz diploması. Hafızlığını yapmış, diplomasını bile almış. Hımm! Dedi. Burada bir yerde okumadı dediniz, bu diploma ne? Çarşıkapı’da kursta okumuş. Hemen verdi. İş bitti dedi. Şimdi siz başka yer arayın kendinize…

Hocaefendi böyleydi. Allah (cc) rahmet eylesin. Çok manevî faydaları oldu bize. Yazıyı öğretti, İslami harflerle. Bize meşk yazardı. Bir defasında da, hiç unutmam, şunu yazdı: “Biz yalnız dünyayı değil, hem dünya hem de ahiretimizi kazanmak ve hadim-i din olmak emelindeyiz.”

Peki hocam, Gönenli Mehmed Efendi’nin dışında derslerine devam ettiğiniz hocalarınız..?

Konyalı Musa Kazım Efendi’ye devam ettik. Ayrıca Seyyid Şefik Efendi’ye devam ediyorduk ki o Sultanahmet Camii’nin başimamı idi. Usûl-i fıkıhtan hocamızdı. Biraz da Şeyh Sadi Şirazi’nin Gülistan’ını okuttu. Farsça çok güzel bir lisandır. Onu okuttu. Bekir Haki Efendi’den tefsir dersleri aldık. Sonra aynı hocaefendiden Buhari-i Şerif’i okumaya başladık. Kudret-i ilmiyyesi yüksekti onun da. Bekir Haki Efendi’yi halk tanımazdı ama Ömer Nasuhi Efendi’den geri kimse değildi. Hatta bir mecliste Bekir Haki Efendi ile Ömer Nasuhi Efendi var ise Bekir Haki Efendi konuşurdu. İyi âlimlerdi bunlar. Diğer bazı hocaefendilere gidip dinlediğimiz oldu. İzmit’te Hemşinli Şevket Efendi’den sarf-nahiv derslerine başlamıştık mesela.

Bir ara Silistreli Süleyman Efendi merhumun dersine katılıp okutma tarzına baktım, dinledim. İstanbul’a geldiğim zamanlar Taştekneler Camii’nde ders okutuyordu. Hocaefendi’nin aşkı yüksekti. Belli halinden. Talebeleri topluyor, okutuyordu. Onlara biraz da yardımda bulunuyordu diye tahmin ediyorum.

Allah hepsine rahmet eylesin, büyük gayretler sarf ettiler. O bir yekûn teşkil etti. Mihraplar o sâyede boş kalmadı. Epey boşluk devri geçti çünkü. Medreseler kapandıktan sonra ne Kur’an kursu var ne İmam- Hatip Mektebi var. Bir ara açtılar imam hatip, sonra kapattılar bir bahane bularak. Hiç kimse yok. Hatta cenaze yıkayacak kimse bile yok denmeye başlandı. Bu köyün imamı var o köyün imamı yok. O köyde bir cenaze olursa bu köyün imamı gidip cenaze kaldırıyor. Buna kıllet-i rical denir. Adam kıtlığı… Sonra İmam Hatip Mektebi açıldı, Kur’an kursları açıldı. Menderes devrinde açıldı bunlar. Vilayet vilayet açıldı. Halk anlayış gösterdi, binaları yaptı. Kur’an kursu binasını, İmam-Hatip Mektebi’nin binasını yapan halktır. Niye öbürlerini yapmıyor da onu yapıyor. Buradan bana adam yetişir diye inanıyor. Öbür tarafa yardım eden yok. Niçin? Çünkü orada besmele yok, Kur’an yok, hiç bir şey yok. İki kere iki dört eder. Kedi fareyi yakaladı diye bir takım şeylerle doldurmuş kitabı, koyuyor çocuğun önüne.

Hocalarımızdan bize para veren çok oldu ama para isteyeni hiç olmadı. Buna dikkat. Bugün bir öğretmen talebeye İngilizce dersi verirse, saati başına para alıyor mu? Alıyor değil mi? Bunlar günün tamamında okutuyorlardı. Maaşı da yok. Talebeden de almıyorlar. Bu şekilde fedâkâr insanlardı onlar. Onun için bereketli insanlardır. Onları öyle tanıyıp yollarında yürümeli.

Muhterem Hocam, bu hocalarınızın dönemlerinde ülkemizde büyük bir zulüm havası esiyordu. Ezanın Türkçe okutulması, medreselerin kapatılması… vs. Hocalarımız zor şartlar altında nasıl tavır alıyorlardı?

Cumhuriyet devrinde sizler de bilirsiniz, bazı hocaefendiler idam edildi. İdam edilmeyen hocaefendiler arkadaşlarının idam edildiğini gördüler. Kalkıyorlar sabahleyin idam sehpasında sallanıyor kendi arkadaşları. Bunu gördüler. Buna rağmen yapabilenler üzerlerine düşeni yaptılar. Korkanlar cesaret edemedi. Kenarda kaldı. Epey hocaefendi kenarda kaldı. Çünkü idamı gördü. Takip ediliyordu. Bu çok büyük zararlar verdi. Ama bazıları da jandarma izleterek, jandarma nerden gelir oraya bekçi koyarak ders okuttular. Karşıdan biri geliyor mu sivil veya resmî olabilir hemen haber veriliyordu oraya. Herkes dağılıyordu evine ve gelenler bir şeyler bulamıyorlardı. Böyle gizlice okuttular.

Gönenli Hoca şüphelenirse bu talebenin yerini öğrendiler diye (1942’de oluyor bu, yani İnönü devri) ne yapıyordu? Hemen buradan başka bir yere naklediyordu. Bize tembih ediyordu: Size soran olabilir, nerelisin diye. Gönenli’yim, diyeceksiniz. Peki, burada ne işin var? Teyzemi ziyarete geldim dersin. Sakın talebeyim deme. Resmen burada talebe değilsin zaten.

Ezanlar Türkçe okunmaya başlandı. (Ben de çok okudum) “Tanrı uludur, Tanrı uludur! Tanrıdan başka yoktur tapacak.” Tapma kelimesini kaldırmış, yerine ibadet kelimesini getirmiş İslâm. İbadet edilir Cenab-ı Hakk’a, tapılmaz. Tapmak putlar için kullanılır. Tanrı kelimesi uydurma bir defa. Allah’ın yerini tutmaz. Tapacak diyorsun. Hiç olmazsa kulluk edecek de bâri. Bu ezanı (hocalarımız tembih ederlerdi) minareye çıkıp okuyun ama ondan önce ya da onu bitirdikten sonra içinizden de esas ezanı okuyun. Allahu Ekber, Allahu Ekber deyin. Biz de öyle yapardık.

Ezan çok cemiyetli biliyorsunuz. İslâm’ın esaslarını içinde bulunduran cemiyetli bir ifadedir. Ne diyor “Allahu Ekber, Allahu Ekber” bir kere “min külli şey” takdiri vardır. Allah her bir şeyden büyüktür. Ekber kelimesi ism-i tafdildir. Şimdi Allah’tan büyük bir şey düşünülebilir mi, düşünülemez. Arkasından “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah” Şehadet ederim ki Allah’tan başka ibadete lâyık ma’bud yoktur. Öyle putun önüne gidilmez. Sadece Cenab-ı Hakk’a kulluk yapılır. “Eşhedü enne Muhammeden Rasûlallah” Şehadet ederim ki Muhammed (s.a.v) Allah’ın elçisidir, rasulûdür.

Sonra biz Arapça çalışmaya başladık. Fıkıh kitaplarını görünce diyor ki “la yecuzu’l ezanu fil farisiyye”. Ezan kendi dilinin haricinde bir dille câiz olmaz. O halde on yedi sene ezansız namaz kıldırmışlar. Kuvvetli bir sünnettir namaz için. O sünnet bitti. Tanrı uludur dediler, sadece. Camiye gelmek için bir sesten ibaret oldu. Ezan olmadığına göre sesle davet manasında bir sesten ibaret oldu okunulan şey. İçerideki tekbirler, kamet hep bu istikamet üzere oldu.

Hocam Menderes dönemi ezanın tekrar Arapça okutulduğu günü hatırlıyor musunuz?

Günü hatırlamıyorum, aklımda yok ama aşk aklımda. Çok sevindi millet. Kaybettiğimiz bir şeye tekrar kavuştuk diye. Ali Haydar Efendi (Allah rahmet eylesin) “On Ali Haydar bir Menderes” demeye başladı. Yani benim gibi on Ali Haydar bir Menderes’in yerini tutamaz. Bu tevazuunu gösterir. Bu aşk ile o sözü söyledi. Kaldı ki iyi bir âlimdi. Fevkalade bir âlimdi. Şimdi bakınız millet birden bire coştu. O tarihe kadar ne mevlit okunur ne bir şey olur. Yani 1950 den önce. Sonra bir kitabı yanınızda taşırsanız vazifeli sizi görürse arkanıza takılır. Nerede okuyor diye. Kur’an öğreniyor herhalde belli. Bunun kesesinde Kur’an var. Takılır arkanıza baskın yapar. O kadar ki; namaz kılmaktan çekinirdi vazifeliler. Bir arkadaşım “Gencim, talebeyim, Beyazıt Camii’nin yanından geçerken ezan başladı, abdestim de var. İçimden beni camiye gir, camiye gir diye çeken bir kuvvet var, cesaret edemiyorum görürlerse acaba bana ne yaparlar diye. Nihayet sağa sola baktım kimse yok. Daldım camiye.” diye anlatmıştı.  Bu kadar çekiniliyordu. Fakat bilelim ki o kötü ruh durmadı her an devam ediyor. Bereket bir rey meselesi çıktı meydana da. O rey sebebiyle bir şey yapamıyorlar. Yoksa o şeytanî oyunlar duruyor, tamamen tarihe karıştı diyecek halimiz yok.

Merkezi sistemle ezan okutmayı o ruhun devamı olarak görebilir miyiz muhterem hocam?

Görebiliriz efendim. Ona nereden cevaz buluyor salahiyetliler bilemiyorum. Vebâli vardır. Hiç acabam yok şahsen. Efendim merkezî sistem dediler. Hani vaaz edilirse bir derece. Çünkü kıraat değil o. Ama ezan kıraattır. Kıraatın bir tarifi vardır. Osmanlıca eserlerden bir nakil yapalım. “Âkil ve nâtık olan şahıstan ve âkil ve nâtık olan şahsın bizzat ağzından meharic-i hurûfa itimad ederek çıkan sese kıraat denir.” Tarifi budur. Şimdi âkil ve nâtık mıdır? Hem konuşabiliyor hem de akıllı diyebilir miyiz alete, diyemeyiz. Şimdi bir kere kıraat tarifine aykırı. O zaman ezan kıraati yok oluyor.

Bir de sedâ var; nakl-i sedâ, aks-i sedâ. Şimdi ben burada bir şey okusam siz dinleseniz bu nakl-i sedâdır. Mevcut hava bunu naklediyor. Tabii midir, tabiidir. Bir de aks-i sedâ var. Ben şimdi burada değil de dere içinde okuyorum karşıda da büyük bir kaya var benim sesim o kayaya vuruyor oradan aksederek size geliyor. Buna da aks-i sedâ denir.  Böyle secde ayetini okusam secde yapmak vacip olur mu, olmaz. Niye, nakl-i sedâdan gelmedi size, aks-i sedâdan geldi. Araya kaya girdi. Kayadan akseden sedâ ile o secde âyetinden vazife olarak gelen secde yapılmaz. Bir de aks-i sedâ ile olmayan cereyanın sesi tamamen değiştirip ulaştırmasını düşünün. Aks-i sedada tam değişiklik yok gene adamın sesini aynen veriyor. Cereyan diye bir şey yok. Tabii yoldur yani gelen. Burada o da yok. Tamamen sun’î. Bu mikrofon sesin sahibini ortadan kaldırıyor. Kendi sesini ona benzer olmak üzere size getiriyor. Bu büsbütün yanlıştır.

Böyle iken, ezanda merkezî sistem kabul edilir ve yayılırsa, yarın öbür gün İstanbul’un büyük camiinde namazı bir adam kıldırsın geri kalanı bağlansın oraya denilir. Peki yapabilirler mi, yaparlar. Şer güçler bu gibi meselelerde sıraya koyuyorlar; azar azar, yavaş yavaş kabul ettirme yolunu tercih ediyorlar.

Başörtüsü yasağını koyanları iyi hatırlıyorum ben. Dediler ki; simge olarak takıyorlar başörtüsünü. Dinî inanç olarak kullanmıyorlar. Art niyetleri var. Başka hanımlara bizim sözümüz yok, yalnız buraya okumaya gelen hanım başını açacak. Buranın kuralı, kanunu budur. Art niyeti önlemek için yapıyoruz. Sonra bir de işittik ki tamimler yapılmış emrindeki memurun hangisinin başı kapalı ise o memur ya kapı dışarı edilecek ya da sürülecek… Hanımı örtülü diye vazifeden uzaklaştırılmış kimseler gördük biz. Gelip soruyor adam “Böyle bir halim var, dinen hükmü nedir bunun, ben ne yapmalıyım?” Bir de başını örterek yolda yürürse bir öğretmen hanım, kötü örnek olduğu için başını açacakmış. Şurada rezil kıyafetle dolaşan hanım kötü örnek olmuyor ona göre. Güzelce örtünmüş hanım kötü örnek oluyor. Neresi vatanperver onun. Bin şahit getirse hiçbir zaman bunun vatanperver olduğuna inanamam. Oraya kadar bir denemedir. Ondan sonra diyecekler ki kamusal alana başörtüsüyle çıkılmaz. Hiçbir hanım çıkamayacak kamu dairesine, hastaneye; nereye gitse başını açacak. Bundan maksat aileyi yıkmaktır. İslâm ailesini yıkmak perişan etmektir. Bu yasağı koyan kimse art niyetim yok desin bir de yemin etsin bizi inandırsın bakalım. Sana ne zararı var, ilahi emri yerine getiren hanıma kötü örnek oluyorsun diyorsun. O zaman Cenab-ı Hakk’a sor soracağını, ona ne diye sataşıyorsun. Bunu emreden Cenab-ı Hakk. Bu memur olarak bunu yapıyor. Esasen kötülüğü sen yapıyorsun bu millete. Bu çok düşündürücü. Derler ya başını iki elinin arasına al da derin derin düşün.

Hocam başörtüsünün çıkarılmasına -en azından eğitim gayesiyle- cevaz veren hocaların, profesörlerin varlığından haberdarız. Bunlar hangi vicdanla bunu yapabiliyor?

Kitaba bakarsak büyük bir yanlıştır. Tevbeye de muhtaçtır. Niçin? Başörtüsü farz-ı ayndır. O okuyacağım dediği ilimler farz-ı kifayedir. Farz-ı kifaye için farz-ı ayn ihmal edilir mi, hayır. Ona kitaptan müsaade çıkarmak mümkün değildir. Kitaba göre bu, ama aklımıza göre bir fetva, cebimizden bir fetva çıkartacak olursak bu kolaydır. Efendim olsun, okusun işte, okuyor. Diplomalarını okuyanlar aldılar işte şuraya geldiler. Ne yaptınız bakalım? Okuduk efendim. Canınıza mı okudunuz, yoksa ne okudunuz. Peki, senin hâlâ başın açık niye? Efendim hangi çağda yaşıyoruz. Ben de başta örtmek lazım geldiğini söylüyordum ama bu çağda da artık onu o kadar mühim saymaya gerek yok demeye başlarsa ne yaparsın. Çünkü alışmış kudurmuştan beterdir. Dedelerimizin sözü bu. Sigaraya alışana kolay kolay bıraktırabilir misin, bırakmaz.

Bir imam arkadaş kızını okuttu. Başını açma mecburiyeti de yoktu. Niye okuttu, biliyor musunuz? Tahsilli olsun diye. Fakat dinî bilgi hususunda ihmal etti, kızını bilgilendirmedi. Kızı başını kat’iyyen kapatmadı. Başı açık olarak hâlâ dolaşıp duruyor. Kızı madam oldu, hocanın evinde madam…

Ciddiyet kadar güzel bir şey yoktur. Sonra dava meselesidir bu. Bir tek hanımın başını açtırırlarsa hepsi birden örtünün yanındayız demelidir.  Höt deyince kaçarsanız cesaret bulurlar. Koca memleketi çıplak hale getirirler. Bu fetvaları verenler bunun vebalini ne yapacaklar ben şahsen bilemiyorum. Vebali vardır, hiç şüphem yoktur buna. Okumasın mı? Yahu okumasın diyen kim? Okuyacak yer bulsun önce. Bu memleket İslam ülkesidir. Yabancı kafalı gelip de benim memleketimde benden bu başörtüsünü sıyırmamı, benim vergilerimle kurulmuş müesseseye girmememi istemesin. Hizmet edecekse bana uygun yolda yürüsün. Yok derse başka yerde geçinsin. Bunu yapmak lazım aslında bu millet böyle yapacaktı yapmadı. Yapmayınca ne oldu. Kuvvet buldular. Ta Sultanahmet’ten Edirnekapı’ya kadar kalabalık toplanınca fısıldamışlar yahu bunlarda bir kuvvet var diye. İkinci üçüncü toplantıda sade Ayasofya’nın önünde görünce demişler ki davayı kazandık. İyi güzel de kuvvetin İslâm’da önemli yeri vardır. Hakk’ın hâkimiyeti vardır. Onun dışında kuvvet hâkimiyeti vardır. Şer insanlar kendilerini kuvvetli görürlerse, hakmış hukukmuş tanımazlar. Hakk’a inanmıyor ki tanısın. Kuvvete inanmış adam. Madem ben kuvvetliyim öyleyse haklıyım.

Hocam, hal böyle iken Hakkın hâkimiyetini sağlamak, İslam’ı tebliğ etmek yerine farklı isimler altında gayr-i müslimlerle, ehl-i kitapla münasebetleri arttırmak gerektiğini savunanları, diyalog projesini sürekli gündeme taşıyanları nasıl değerlendirmeliyiz?

Bunlar imanı alır götürür. Şuraya bir kimse gelse “Onların da dini var onlar da peygambere inanıyor, onlar da Allah’a inanıyor binaenaleyh, onlara kâfir denmez.” dese… Kuran’ı Kerim ve Cenab-ı Hakk onlara kâfir dediğine göre durum ne olacak? Kâide vardır; kim bir kâfire kâfir demezse kendisi kâfir olur.

Şimdi güzel de sen havrayı yap, kiliseyi yap, bir de cami yap adına “Semavi Dinler Bahçesi” de. “ler” ne? Bu dünya iki din gördü mü. Hayır, bu dünyada bir din görüldü. Cenab-ı Hakk’ın gönderdiği İslâmiyet. Âdem (a.s)’dan itibaren son peygamber zamanına kadar gelen din birdir. Hırıstiyanlık, Yahudilik diye bir din katiyyen gönderilmemiştir, yoktur. Sen “ler” katıyorsun, dinler arası diyalog. Cenab-ı Hakk sormaz mı niye çatallandırdınız dini diye. Tabi sorar. Ama ağır mı sorar yoksa hafif mi sorar onu bilemem.

Nüfusunun çoğu Müslümanlardan oluşan 118 devlet silindi tarihten 14 asırda. Afganistan 119. su, Irak 120. si. Devamı var mı bunun? Dikkatsizlikler olursa her yerde yıkılmalar olur. Uyanık olmak mecburiyetindeyiz. Hatır gönül olmaz.

Şimdi bizim evde yetişmiş bir kimse olsa, şuraya gelse, dinler arası kelimesini sarf edip bu lazımdır dese, şahsen kitap ölçülerine bakarak hemen derim ki (ki bu evin insanıdır) “Hemen tevbe et.” Niçin? Çünkü sen en tehlikeli sözü sarf ediyorsun, dinler arası diyorsun. Başta İbrahim (a.s) senin karşına dikilir ve şöyle der: “Ben bir peygamber olarak tek din içindeyim. “ler”i siz nereden buldunuz. İbrahimî dinler dediniz.” Biz kendimizi senden sayıyoruz, falan. Hayır! Öyle bir şey yok. Olamazsınız.

Bakın mesela Nuh aleyhisselamın dört evladı vardı. Ham, Sam, Yafes, Yam. Dördüncüsü iman etmedi, tufan başladı. Nuh (a.s) üçünü gemiye almış mü’min oldukları için. Babalık şefkati de var. Başlamış Nuh (a.s) “Ya Rab! Bu da benim oğlumdur. Sen Ahkemu’l-Hâkimin’sin.” diye dördüncü oğlu için niyazda bulunmaya. Cenâb-ı Hak buyurdu ki, “Ey Nuh! O senin ehlinden değildir.” Demek ki olamaz, bugün bir Yahudî, ben Musevîyim demesin. Nerede senin imanın, nerede sorarlar. Hıristiyanlar keza böyledir efendim.

Allah sonumuzu hayır etsin.

Muhterem Hocam, bizlere zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

* Mülâkât: Abdurrahman KAYA, Murat USTAKURT

(*) Sayı: 2, 2006.