İçeriğe geç
Anasayfa » O BAHTİYAR KİMSELERE NE MUTLU!

O BAHTİYAR KİMSELERE NE MUTLU!

İman mutlak tasdiktir. Yani herhangi bir şeye veya şahsa inanmaktır. Bu duruma göre ateistler dahi bir şeye inanıyor. Nedir o? Haşa Allah (c.c)’ın yokluğuna inanıyor. Yani inanmayan hiç kimse yok. Ama neye, nasıl ve niçin inanıyor? Bu çok önemli bir kısım. Akl-ı evveller, Kur’an-ı Kerim’de aksi olduğu halde, Yahudilerin ve teslis akidesine saplanmış Hıristiyanların da ehl-i tevhid ve ehl-i necât oldukları yalanını, iftirasını masum Müslümanlara yutturmaya çalışıyorlar.

Muvahhid bir mü’min olmak için, sadece Allah’a inanmak yeterlidir, yalanını uydurma cüretini gösterebiliyorlar. Peygambersiz bir İslam modelini sunmaya çalışıyorlar. Oysa onların bu görüşünü tekzip eden pek çok ayet vardır. Fakat bunları hep görmezden geldiler. İşte bu ayet-i celîlelerden sadece birini bilgilerinize sunmak istiyorum: “Kim Allah’a ve Rasûlüne iman etmezse bilsinler ki biz (o) kâfirler (gürûhu) için alev alev (çılgınca) yanan bir cehennem hazırladık.”[1]

Bu ayet-i celîle, çok açık ve net olarak ahir zaman peygamberi Efendimize (s.a.v) iman etmeyen bir kimsenin imanının sahih olmayacağını ve bu şekilde küfür içinde olduğunu ayan beyan ifade ediyor. Özet olarak, insanoğlunun kurtuluşunu müjdeleyen ve ona cennet vaat eden iman sadece ve sadece “tevhid” inancıdır. Devr-i Âdem’den beri bu iman ve ikrar üzere ölen bütün mü’minler birbirlerinin kardeşleridirler. Haşr Suresinde geçen “Bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi …”[2] ifadesi de geçmiş zamanlarda iman etmiş kimselerin bizim dinde kardeşlerimiz olduğunu belirtir.

İslam Istılahına Göre İmanın Manası, Hakikâti Ve Rükûnları

İslâmî ıstılahta “iman”, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’e, Allah (c.c) tarafından getirdiği kesin olarak bilinen haberlere, dinî esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddütsüz inanmak, bunların tamamını iz’an ve kabul ile tasdik ve itiraf etmektir. Yani Allah’a, Hz. Muhammed (s.a.v)’in son peygamber olduğuna ve “zarûrât-ı diniye” diye bilinen İslamî esaslara, hükümlere ve haberlere kesin olarak inanmak, tamamını kabul ve itiraf etmektir. “Zarûrât-ı diniye”, peygamberimizden tevatür yolu ile nakledilen ve aklî delile muhtaç olmadan bilinen Kur’an’ın Allah kelamı olması, ölümden sonra dirilmenin ve ahiret hayatının hak olması; namaz, zekât, oruç ve hac gibi ibadetlerin farz olması; zinanın, içkinin, faizin, adam öldürmenin ve yalan söylemenin haram olması gibi İslamî esas, hüküm ve haberlerdir. Kesinlik ifade eden bu gibi dinî esaslara her Müslümanın tereddütsüz inanma zarureti vardır.

Bir kısım ehl-i sünnet âlimlerine göre imanın iki rüknü vardır. Biri kalp ile tasdik diğeri ise dil ile ikrardır. Ancak bunlar aynı seviyede birer asıl rükûn değildir. Bunlardan “kalp ile tasdik”, hiçbir mazeret karşısında vazgeçilmeyen asıl rükûndür. “Dil ile ikrar” ise; dilsiz olmak ve ölüm tehlikesi gibi zarûri haller karşısında vazgeçilebilen, vücubu sakıt olan “zâid bir rükündür.” Ehl-i sünnetten “cumhur-ı muhakkikîn”e göre iman, kalp ile tasdikten ibarettir. İmanın yegâne rüknü kalp ile tasdiktir. Dil ile ikrar ise imanın asıl veya zâid bir rüknü değildir. Sadece dünyada Müslümanların faydalandığı hususlardan faydalanmak ve inde’n-nâs (insanlar tarafından) mümin sayılması içindir. Selef-i sâlihîn uleması ile İmam Malik, İmam Şâfi, Ahmet b. Hanbel gibi birçok hadis âlimlerine göre iman; dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve rükûnlarda ameldir. Ancak bu görüşü benimseyen âlimler ameli terk eden kimseleri imandan çıkararak kâfir olacaklarına hükmetmemişler, “fasık” saymışlardır. Ancak bir mü’min için elzem olan odur ki inandığı gibi yaşamalı; şayet inandığı gibi yaşamayı kaybederse bu defa yaşadığı gibi inanma hastalığına, illetine sürüklenecek ve ardından, inandığı yanlışların doğruluğunu savunmaya başlayacak. Bu da kişinin, farkında olmadan aheste aheste imanın aydınlığından küfrün karanlığına sürüklenme tehlikesiyle burun buruna gelmesi demek olur, Allah korusun. Bir mü’min için en tatlı ve en muhabbetli olan şey şüphe yok ki imandır. İmanın tadını hayatlarında yaşayanlara ne mutlu! Mekkî olan ayetler (Mekke döneminde inen ayetler) genel olarak imanla alakalı idi. Bu dönem “mâsivanın” kalplerden sökülüp atılması yerine tevhid inancının, haşyetullah, muhabbetullah ve muhabbet-i Rasûlillah’ın kalplere yerleştirilmesi dönemidir. O dönemin, o altın devrinin Müslümanları yani sahabe-i kiram efendilerimiz (rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn) gerçek manada imanın tadını doya doya tattıkları, manevî zevk ve hazzı bütünüyle yaşadıkları içindir ki bu uğurda hem mallarını hem de canlarını gözlerini kırpmadan seve seve feda edebilmişlerdir.

 

O halde önce sarsılmaz bir iman sonra hicret; önce kâmil bir iman sonra cihat; önce iman sonra salih amel. Evet, imanın tadını tatmadan, imanın halâvetine, manevî zevkine odaklanmadan; malından, mülkünden, yurdundan, aile efradından ve bütün sevdiklerinden ayrılıp nasıl hicret edeceksin? İmanın lezzetini yaşamadan, zevkiyle zevk-i yâb olmadan çok sevdiğin şu canını bu uğurda feda etmek için nasıl cihat edeceksin? İşte bundan dolayı konu ile alakalı ayet-i kerimelerin genel olarak sıralanışı hep şu şekilde olmuştur: Önce sarsılmaz bir iman, sonra Allah yolunda hicret ve cihat. Konumuzla alakalı misal olarak birkaç ayet-i celile meali verelim:

”Şüphesiz ki iman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat edenler…”[3]

“İman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihat edenleri (mucirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya işte gerçek mü’minler onlardır.”[4]

İşte bütün bu fedakârlıkların kaynağını, alt yapısını oluşturan şey, imandır. Hz. Abbas (r.a)’ın rivayet ettiği hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: “Rab olarak Allah’tan, din olarak da İslam’dan, Hz Muhammed (s.a.v)’den de peygamber olarak razı olan kimse imanın tadını (manevi halâvetini, hazzını) tatmış olur.”[5]

Bu rıza nasıl gerçekleşir? Rab olarak Allah’tan razı olmak; her türlü bela  ve musibetlere karşı sabretmek, Allah’ın lütfettiği sayısız nimetlere karşı şükretmek, kaza ve kadere rıza göstermek, Allah’ın verdiğine de vermediğine de razı olmak, emirlerine dört elle sarılmak, haram ve yasaklardan nefretle kaçınmak suretiyle şerâit-i ğarrâyı (İslam şerâitini) bütünü ile hayata hâkim kılmaktır. Ferdî ve ailevî hayatımızda Allah Rasûlü (s.a.v)’nü örnek, önder ve rehber edinmek, Onun ahlâkını, zühd ve takvasını, âdâb-ı muâşeretini hayatımıza remzetmek suretiyle Efendimizin sünnet-i seniyelerini bilfiil yaşamak, hayatımıza hâkim kılmak da Peygamberimize karşı göstereceğimiz rızadır. Kısacası rıza, bütün varlığımızla uhrevî hayata teveccüh etmektir. Mü’minin verdiği, daha doğrusu vermesi gereken en zor, en çetin ve en büyük mücadele imanla ahirete gidebilmektir. İslam uğrunda yapılan bütün çalışmalar, salih ameller, cihat, hicret, malın ve canın Allah yolunda feda edilmesi, ağlayıp yalvarmalar hep imanla gidebilme mücadelesi değil midir? Çünkü iman varsa her şey var, iman yoksa hiçbir şey yok. İşte bütün mücadelemiz “hüsn-i hatime” (güzel bir son) içindir.

Allah’ın koruması ve hıfz u himayesinde olan peygamberlerin dışında hiçbir mü’min, “sû-i hatime”den (kötü bir sondan), âkıbetinden emin değildir. Sadece peygamberler masumdurlar. O halde bir mü’minin en çok korktuğu şey, Allah korusun, imansız olarak gitmekten başka ne olabilir ki? Hayatta en zengin insan, imanı bütün bir mü’mindir. Velev ki vücudunu örtecek bir örtüsü, barınacak bir mekânı, tutunacak bir dalı olmasın. En fakir, en zelil, en hakir ve en mutsuz insan da imandan mahrum kalan kimsedir. Velev ki dünyanın hükümranlığını elinde bulundursun.

Kur’an-ı Kerim’de salih ameller ile alâkalı ayetler hep imanla başlar; önce iman, sonra salih amel zikredilir. Bu ayetlerin işaretinden anlaşılan şudur: İmansız bir kimsenin işlediği salih amelin Allah katında hiçbir değeri yoktur. Çünkü kişinin cennete girmesi sahih bir imanla mümkündür. Salih ameller ise cennetteki makamı ve üstün dereceyi belirlemek içindir.

“Ey Rasûlüm! De ki: “(İyi ve güzel) amelleri yönünden en çok zarara uğrayanların (kimler olduklarını) size haber vereyim mi? Onlar, dünya hayatındaki sa‘y u gayretleri (koşuşturmaları, uğraşıp didinmeleri) (hep) boşa giden kimselerdir. Hâlbuki onlar, kendilerinin (çok) iyi bir iş yaptıklarını zannediyorlar. İşte onlar Rablerinin ayetlerini ve Onun huzuruna varmayı (çıkmayı) inkâr eden kâfirlerdir. Bu sebepten (onların iyi) amelleri (hepten) boşa giden kimselerdir ki biz onlar için kıyamet gününde hiçbir ölçü tutmayacağız.”[6]

Onların güzel ve yararlı işlerine, imansızlıkları sebebiyle hiçbir değer ve kıymet verilmeyecek, ölçü tutulmayacak; böylece mizanları boş kalacak. Bir mü’min, iman etmiş olmak hasebiyle insanların en şereflisi ve en hayırlısıdır.

“(Küfrü sebebiyle) (ruhen) ölü iken (kalplerini imanla) diriltip insanlar arasında yürümesi için kendisine bir nur (iman nuru) verdiğimiz kimsenin durumu, (küfür) karanlıklar(ın)da  kalmış da ondan bir çıkış (yolu) bulamayanın durumu gibi olur mu hiç? ”[7]

“İzzet ve şeref (kıymet, değer ve üstünlük) sadece (ve sadece) Allah’a, Allah’ın Rasûlüne ve bir de mü’minlere aittir (onlara mahsustur). Velakin münafıklar bunu bilmezler.”[8] Gerçek bu şekilde ifade edilirken ne yazık ki yeryüzü Müslümanları “izzet ve şeref”i, bunlardan nasibi olmayan, İslam nazarında en zelil, en hakir ve hatta ölü olarak kabul edilen varlıkların ardında aramışlardır ve aramaya da devam ediyorlar. Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinen kimseler, (bunu yapmakla) onların yanında bir izzet ve şeref mi arıyorlar? Halbuki izzet ve şerefin (üstünlüğün) tamamı Allah’a aittir.”[9]

Soyup soygun yapan, yolkesen, işyerlerini yağmalayan eşkıyalardan tabiî olarak korkar ve onların şerrinden emin olmak için gereken tedbirleri de alırız. Fakat nedense imanımızı, ahlâkımızı, ihlasımızı, edep, hayâ, ar ve namusumuzu, onur şeref ve haysiyetimizi; yerüstü ve yeraltı kaynaklarımızı; insanlığımızı ve nihayet İslamî kimlik ve şahsiyetimizi ve özet olarak her şeyimizi ama her şeyimizi yıllarca yağmalayan ve yağmalamaya bütün hızı ile devam eden bu arsız ve azgın, hırsız ve eşkıyaları bağrımıza basmışız. İçli dışlı, sarmaş dolaş olmuşuz. En samimi dost olmuşuz. Evlerimizin en mahrem odalarına kadar sızmalarını hoşgörü ile karşılamışız. İşte yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in işaret ettiği asıl korkulması, tedbir alınması gereken eşkıyalar, bu eşkıyalardır.

İmanın Zevâline Ve Tehlikeye Düşmesine Sebep Olan Bazı Hususlar

Allah (c.c), Nisâ Suresinin 136. ayet-i celîlesinde mealen şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Yine iman ediniz. Yani ey mü’minler! Sözde değil özde mü’min olunuz. İmanınızı zaafa uğratacak, tehlikeye düşürecek her türlü söz ve hareketten sakının. İmanınızı güçlendirecek, kâmil, sarsılmaz bir imana ulaştıracak her türlü tâat ü ibadette; Allah’a gerçek manada kul olma derecesine ulaşıncaya kadar kulluk görevinizde devam u sebat gösterin. Ruh, bedeni terk edinceye kadar kâmil manada kulluk görevinize sadakatle müdavim olunuz.”

Küfre razı olmak kişiyi küfre sürükler. Çünkü küfre rıza, küfürdür. Küfrü ve kâfiri kâfir olma noktasında beğenmek, takdir etmek de böyledir. Küfrü veya kâfiri sevmek, methiyeler yağdırmak da imanın sıhhatine mani ve engeldir. “Allah her şeye gücü yetendir.” ifadesi sadece dildeyse ve kalbini, hayatını çepeçevre kuşatmamış ise; mesela filan süper gücün, elde ettiği teknik imkânlarla her yerde hazır ve nazır olduğunu zannedip her şeye gücü yeter, şeklindeki bir inanç saplantısı içerisinde olan bir kişinin, imanını sorgulaması gerekir. Çünkü yegâne güç ve kuvvet sahibi Allah’tır. Allah’ı sever gibi aşırı derecede herhangi birini sevmek ve Allah’a ait bir kısım sıfatları sevdiği kişiye izafe etme hastalığına yakalanmak da iman sıhhatine engel teşkil eden hususlardandır. Çünkü mü’min en çok, Allah’ı ve Onun Rasûlünü sever. Allah’tan başkasını sevmesi yine Allah içindir.

Ahmet b. Hanbel, Müslim ve Tirmizi’nin, Hz. Ebu Hureyre (r.a)’den naklettikleri bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Kapkaranlık (zifiri karanlık) bir gecenin parçaları gelip çatmadan, fitnelerin zulmetinde, fitne karanlığında (nur u iman için) salih ameller işlemeye koşunuz. (Bu tehlikelerden korunmak için salih ameller zırhına bürünün ve bu sayede imanınızı bu vahim tehlikelere karşı korumaya çalışınız.) (Çünkü) o zamanda, insan (oğlu), sabah mü’min iken akşama kâfir olarak ulaşmış; mü’min olarak geceye girerken bir de bakarsınız ki sabaha kâfir olarak çıkmıştır.” Maazallah. Hadiste geçen küfre düşme meselesinden kasıt; ya gerçekten küfre düşmek ya da kâfirlere benzeme hastalığına yakalanmak veya kâfir gibi yaşama hevesine kapılmak yahut kâfiri sevme, gâvur aşığı olma illetine saplanmak olabilir. Efendimiz (s.a.v) bu çok tehlikeli ve hızlı değişimin ana sebebini şöyle izah ediyor: “Çünkü o günün insanları dinini, dünyadan az bir şeye karşılık satarlar.”[10] Yani o dönemdeki insanlar aşırı bir dünyevileşme illetine yakalanacaklar; mal, mülk, makam, mevki, şan, şöhret ve şehvet uğruna manevî değerlerini heba edecek, demektir. Yazımı Efendimizin (s.a.v) güzel bir duası ile noktalamak istiyorum: “Ey Allah’ım! Ömrümün en hayırlı kısmı sana olsun. Amellerimin en hayırlısı sonuncuları olsun. Ve en hayırlı günümü sana ulaştığım gün kıl.” Âmîn…

 

[1] Fetih, 48/13.

[2] Haşr, 59/10.

[3] Enfâl, 8/72.

[4] Enfâl, 8/74.

[5] Mişkâtü’l-Mesâbih, c. 1, hadis no. 9.

[6] Kehf, 18/103-105.

[7] En‘am, 6/122.

[8] Münâfikûn, 63/8.

[9] Nisâ, 4/139.

[10] Keşfu’l-Hafâ, hadis no. 878, Mişkâtü’l-Mesâbih, hadis no. 5383.