İçeriğe geç

Bismillahirrahmanirrahim

Elhamdü lillâhi Rabbil âlemin. Vessalâtü vesselâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.

“Rabbiniz şunu ilan etti. Eğer şükrederseniz artırırım. Şayet nankörlük yaparsanız azabım şiddetlidir.”[1]

Nimet hangi cinsten olursa olsun o nimete karşı önce hamd edilir, yani –Elhamdülillah – denir. Hadis-i şerifte, Elhamdü lillâh demek şükrün başıdır. Hamd etmeyen kul Allah Teâlâ’ya şükretmemiş olur.”[2]  buyruluyor.   Sonra nimetin kendi cinsinden şükrü eda edilirse, Allah Teâlâ verdiği nimeti artırır. O kula daha fazlasını verir. Allah Teâlâ’nın, nimete şükretmeyenler için  “azabım şiddetlidir” ifadesi, dünyada o nimeti kulumun elinden alırım, kıyamette de cehennem azabına atarım, demektir.

Şükrün lügat manası, izhar etmek, ifşa etmek demektir. Bunun zıddı olan küfrân-ı nimet ise, nimeti setretmek, örtmek demektir.

Şükür için birçok tarif yapılmıştır. Onu tarif edenlerden her biri, kendi haline, kendi irfanına göre tarif yapmışlardır. Onlardan bazıları şöyledir.

Şükür, Allah Teâlâ’nın verdiği nimetleri kullanarak ona asi olmamaktır.

Şükür, Allah Teâlâ’nın verdiği bütün nimetleri,  kişi niçin yaratıldıysa o yöne sarf etmesidir.

Şükür, nimeti değil nimeti vereni görmektir.

Şükür, ihsan edenin ihsanını bilmek ve o nimeti söyleyip anlatmaktır.

Nimete şükretmek, o nimetin Allah Teâlâ’dan geldiğini bilmekle ve karşılığını yerine getirmekle olur. “Nimeti ifşa etmek o nimetin şükrüdür.”[3] “Rabbinin nimetlerine gelince sen onları say, dök, herkese anlat.”[4] Nimete şükretmemek ise, o nimeti vereni anlamamak ve o nimeti görmemek demektir. Bu ifade dilimize nankörlük diye geçmiştir.

Âlemde İnsan İçin Nimet Olmayan Şey Yoktur

“Allah’ın göklerde ve yerdeki bütün varlık ve imkânları sizin emrinize verdiğini, âşikâr ve gizli nimetlerini size tamamladığını görmediniz mi?”[5] Bir defa bu âlem, bütün zerre ve küreleriyle bir nimet yumağıdır. Kâinatta, nimet olmayan tek bir zerre dahi yoktur. Bu nimetlerin bir kısmı müspet yoldan hayır suretinde gelip insana ulaşır ve bunu birçok insan fark edebilir. Kimi nimet ise menfi yoldan şer suretinde gelir. Bunu fark eden ise azın azıdır. Hikmet ile bakıldığında, şer gibi görünenler sonunda nimet olarak karşımıza çıkar.

İnsanın kendisi de külliyetiyle tamamen bir nimettir. Vücudunun her organı, her zerresi, vücudundaki kimyasal bileşenlerin tamamı, hareketleri, duygu ve düşünceleri, hayalleri, ibadetleri, zikirleri, nefes almasından nefesi verebilmesine kadar, yemesi, içmesi, tuvalete gidebilmesi, velhasıl her şey insan için verilmiş birer nimet-i uzmâdır. Sâdi Şirâzî, “Bir nefeste iki nimet vardır. Biri nefesin alınması, diğeri de verilmesidir, bundan dolayı bir nefes için iki şükür vaciptir.” der. Hatta insanın nefsi dahi kendisi için bulunmaz bir nimettir.  Rivayet edilir ki, Musa (as), “Ey Rabbim! Kullarına en gizli nimetin nedir?” diye sorar. Cenabı Hak da, “Onlara en gizli nimetim nefisleridir.” diye buyurur. Bahru’l-Medîd tefsirinin sahibi İbn Acîbe, “Nefisle mücâhede ile saadetlerin en büyüğü ortaya çıkar. O saadete ulaşmak için nefisle mücâhedenin dışında başka bir yol yoktur.” der.[6]

Bize şer gibi görünse de yine o bir nimettir. İbrahim Hakkı Hazretlerinin dediği gibi:

Hak şerleri hayr eyler.

Zannetme ki, gayr eyler.

Ârif anı seyreyler.

Mevlâ görelim neyler.

Neylerse güzel eyler.

Nimetler Gibi O Nimetlere Şükür de Sayılamayacak Kadar Fazladır

Şükür, nimetlere karşı yapıldığına göre, o da bu nimetleri bilmekle olur.  Hâlbuki bu nimetler sayılmayacak kadar fazladır. “Eğer Allah Teâlâ’nın nimetlerini sayacak olsanız sayamazsınız. Muhakkak ki Allah çok mağfiret ve merhamet edendir.”[7]

Allah Teâlâ’nın nimetlerini saymak nasıl mümkün değilse, o nimetlerin tamamının şükrünü eda etmek de aynen öyle mümkün değildir.  Cüneyd-i Bağdâdî’nin, Sırrı-yi Sakatî’den naklettiği gibi, “Şükür bir nimettir, nimete şükretmek de başka bir nimettir. Ta ki şükür bir noktada nihayet buluncaya kadar bu böyle devam eder.” Onun için bu vazifeyi yerine getirenlerin az olduğunu Cenâb-ı Hak “Benim kullarımdan şükredenler azdır.”[8] diyerek beyan etmiştir.

Allah Teâlâ, görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen her ne kadar nimet varsa onların hepsini biz insanoğlu için yaratmış ve dilediğine dilediği kadar ihsan etmiştir. Eğer Allah Teâlâ, bütün nimetlerin şükrünü bizden arzu etseydi bu nimetlerin hepsinin şükrünü değil, tek bir tanesinin şükrünü dahi yerine getirmekten aciz kalırdık. Şayet bütün nimetlerin şükrünü yerine getirmemizi bize emretseydi, bunda da zafiyet gösterir ve terk ederdik. Emredileni terk ettiğimizden dolayı da azaba müstahak olurduk. Allah Teâlâ bize çok nimet verdi ama bunların şükrünü, verdiği kadar değil, gücümüz yettiği kadar bizden istedi. Varlığımızı ve etrafımızdaki nimetleri bize verdi ama günde sadece beş vakit namazı, senede bir ay orucu, mal varsa sadece kırkta birini zekât olarak vermeyi ve gitmeye güç yeterse ömürde bir defa haccı farz kıldı. Bunun dışında bir de kifâ-i farzlar vardır ki, Müslümanlardan bir kısmı bunları yerine getirecek olursa diğerlerinden bu vazife düşer. Cihad, cenaze namazı gibi. Mecburi olduğumuz şükür vazifesinin hepsi bu kadardır. Bir de kulun Allah Teâlâ’ya hediyesi olan nafile ibadetler vardır ki, kul burada kendi imkânıyla ne kadar yapabilirse o kadarını yapar. Bunlar mecburi değil nimetlerin ihtiyârî olan şükraneleridir. “Allah herkesi ancak gücünün yettiği kadarıyla sorumlu tutar.”[9]

                                  Azab-ı İlâhî’nin İnsanlara Geliş Sebebi

“Eğer siz iman eder ve şükrederseniz, Allah size neden azap etsin. Allah imanınızı ve şükrünüzü bilen, buna göre mükâfat verendir.”[10] Azab-ı İlâhî, insanlara iki sebepten gelir. Birincisi; iman etmemekten, ikincisi de şükretmemekten. Bu ikisi yerine getirilirse kullar hem dünya hem de ahirette azaptan kurtulurlar. İmanın ve şükrün faydası sadece sahibine aittir. Nankörlüğün zararı da yine sadece nankör olana aittir.

İman etmeyen ya da iman edip şükretmeyenlere yapılan azabın faydası, Allah Teâlâ’ya dönük bir maslahata mebni değildir. Mükellef olan şahsı imana ve itaate sevk etmek, çirkin şeylerden korumak, münkerâtı terk etmeye zorlamak içindir. Allah Teâlâ’nın, bazı isyankâr mü’minleri cehenneme sokmasının sebebi ise cennet nimetinin kadrini bilmeleri içindir. Bu, hastayı acı ilaçla tedavi etmeye benzer.  “Musa şöyle dedi. “Eğer siz ve yeryüzünde olanların tamamı küfretseniz de muhakkak ki Allah çok övülen ve hiçbir şeye muhtaç olmayan zengindir.”[11] Nimeti veren ma‘budumuz, şükürle faydalanmak ve küfran-ı nimet ile zarar görmekten münezzehtir.

Nimetlerin Şükrünün Edası Nasıl Olmalı?

İmam Rabbani Hz.,  bu hususta şu izahatı vermiştir: “Şükür, nimeti ihsan edene karşı, nimeti alanın vereceği en kıymetli bedeldir. Nimeti verene, nimeti alan kişinin şükretmesi aklen ve şer‘an vaciptir. Bu nimetleri veren Allah Teâlâ’ya karşı şükür, nimeti alana ulaşan nimet miktarıncadır. Nimet ne kadar fazla olursa şükür de o nispette çok ve fazla olması icap eder. Fakirlere vacip olan şükür, zenginlere göre daha azdır. Zenginlere ise zenginlikleri derecesine göre daha fazladır.  Bundan dolayı hadis-i şerifte vârid olmuştur ki, “Ümmetin fakirleri, zenginlerinden beş yüz yıl önce cennete gireceklerdir.”[12] Buna göre şükrün ölçüsü, kişiye ulaşan nimet nispetindedir.

Nimetleri veren Allah Teâlâ’ya karşı yapılacak şükrün başında, ehl-i sünnet imamlarının görüşleri istikametinde, akaidin ve inançların ıslahı,  ikinci olarak da şeriat ahkâmına göre, yine bu fırkanın müçtehit imamlarının içtihatları istikametinde, amellerin tashih edilip düzeltilmesi gelir. Üçüncü olarak da ehl-i sünnet üzere olan sûfîlerin metoduyla nefsin tezkiye ve tasfiye edilmesi gelmektedir. Bu üç erkâna zıt olan ameller, tezkiye ve tasfiyeler, zor ve çetin riyâzetler, mücâhedeler cinsinden olsa da, bunlar nimeti veren Allah Teâlâ’ya şükür değil, Ona karşı isyandan ve tuğyandan ibarettir. Hint Brehmen ve Yunan filozofları bu riyâzât ve mücâhedelerden en ufak bir şeyi dahi kaçırmadan hepsini yerine getirdiler ama bu riyâzât ve mücâhedeleri, Enbiya-yı İzâm’ın yoluna muvafık olmadığı için, nimete şükürden sayılmadı ve reddolunanlardan oldular. Ellerine de mahrumiyetten başka bir şey geçmedi.”[13]

Hz. Ömer (r.a) bir gün, dünyadan el etek çekmiş, üstü başı yırtılmış perişan bir halde bir Yahudi dervişini görünce ağlamaya başlar. Sebebini sorduklarında şöyle der: “Bu adam bu haliyle cenneti kazanacağını zannediyor. Hâlbuki bu hem dünyasını hem de ahiretini perişan etmiştir.” Demek oluyor ki yapılan kulluklar İslam’a uymayınca bir işe yaramıyor ve nimetin şükrünü edadan sayılmıyor.

Her Nimetin Şükrü Kendi Cinsinden Olmalı

Vücut âzâları hangi iş için yaratıldıysa, onları yaratıldığı maksat için kullanmak şükrün en güzel olanıdır. Dilin şükrü, onu meşru olan ihtiyaçlarında kullanmak ve zikirle meşgul etmektir. Gözün şükrü, ihtiyaçlarına ve kâinata ibret nazarıyla bakıp harama bakmaktan sakınmaktır. Elin şükrü, Müslümana yardım edip harama el uzatmamaktır. Ayağın şükrü, hayra yürümektir.

Aynı şekilde malın şükrü, zekâtını vermek ve onu helal ve mubah olan yerlere sarf etmekle; ilmin şükrü, onu Allah Teâlâ’nın rızası yolunda faydalı yerlerde yaymakla; kuvvetin şükrü, zayıf ve çaresizlere arka çıkmakla; zenginliğin şükrü, sadaka vermekle; hâkimin şükrü, adaletle hükmetmekle; sultanın şükrü, tevazu ve yönetimi altındakilere şefkat duymakladır.  Hülasa hangi nimet hangi işte kullanılıyorsa o nimetin şükrünün kendi cinsinden eda edilmesi esastır.

İnsanın Tuvalet İhtiyacını Giderebilmesi Dahi Bir Nimettir

Bir gün Halife Harun Reşit’i, âlim bir zât ziyarete gelir. O anda Harun da bir kâse su ister ve suyu içer. Sonra Harun Reşit, âlime dönerek, “Bana bir nasihatte bulunur musun?” der. Âlim, Harun’a, “Ya Harun, o içtiğin suyu bulamasaydın, ona karşılık saltanatını vermen gerekseydi bunu yapar mıydın?” diye sorar. O da “Evet, verirdim.” der. Bu nasihatten hoşlanan Harun, âlime, bir nasihat daha yapmasını rica eder. O zaman o âlim der ki, “Ya Harun, o içtiğin suyu çıkaramasaydın, ona karşılık saltanatını senden isteseydiler bunu yapar mıydın?” deyince, o da “Evet, yapardım.” der.  Bunun üzerine o âlim, “Başı ve sonu bir kâse su kıymetinde olmayan bu saltanatınla neden mağrur olursun ey Harun?” der.  Evet,  hepsi bir bardak su ama bakın onda dahi ne kadar nimet bulunmaktadır.

Bize ders olsun diye Rasûl-i Zîşân Efendimiz’den şunları da nakledelim: Rasûlullah Efendimiz gaza-i hacete girerken “Eûzü billâhi mine’l-hubsi ve’l-habâis, ve’r-ricsi ve’r-recâis” (Pis olanlar ve şeytandan sana sığınırım Allah’ım) der girer, çıktığında ise, “Elhamdü lillâhillezî  ezâganî lezzetehû ve ebga fiyye kuvvetehû ve ‘afâ annî ezâhû” (O Allah’a hamd olsun ki, bu nimetin tadını bana tattırdı. Kuvvetini bedenimde bıraktı. Eziyet verenini de benden giderdi.) derdi. Bu bizim için de bir sünnetin yerine getirilmesi ve böyle bir nimetin şükranesi olması bakımından önemlidir. Gaflet edilmeye!

Yapacağımız bütün işlerimizde numune alacağımız kişi Rasûlullah (s.a.v) olduğu gibi şükür konusunda da bize en büyük örnek yine Rasûlullah (s.a.v) Efendimizdir.

Ayşe validemizin anlattığına göre, bir gece Rasûlullah (s.a.v) eve gelir, yatağa girer. İbadet için Ayşe validemizden müsaade ister, kalkıp abdest alır, sonra namaza durur. Kıyamda, rükûda secdede ağlamaya başlar. Bilal (r.a), sabah namazına ezan için müsaade isteyinceye kadar bu hal böyle devam eder. Ayşe validemiz, “Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladı, neden ağlıyorsun ey Allah’ın Rasûlü?” deyince O da, “Şükreden bir kul olmayayım mı?” der.[14]

Kitaplarda şükrü bir kaç kısma ayırmışlardır:

  1. Beden ile yapılan şükür: Bu, vücut organlarını Hakk’a itaatte kullanıp günah olan işlerde kullanmamaktır.
  2. Kalp ile olan şükür: Bu, kalbi Allah Teâlâ’nın zikri ve marifeti dışında bir şey ile meşgul etmemektir.
  3. Dil ile şükür: Bu da lisanı Allah Teâlâ’yı övmenin dışında bir şey ile meşgul etmemektir.
  4. Mal ile şükür: Bu da Hakk’ın rızası dışında malı harcamamaktır.

Şükürle İlgili Birkaç Hadis-i Şerif ve Onlardan Bazısının Kısa İzahı

“Musa (a.s), “Ya Rabbi! Âdemoğlu sana nasıl şükredecek?” diye sorar.  Cenab-ı Hak da “Kişi, nimetin benden olduğunu bilirse, nimete şükretmiş olur.” der. [15]

“İnsanlara teşekkür etmeyen Allah Teâlâ’ya şükretmemiş olur.”[16] İnsan, birisinden bir iyilik gördüğünde o iyiliği kendisine yapan adama teşekkür eder ve o nimeti asıl ihsan edenin de Allah Teâlâ olduğunu bilirse hem kula teşekkür etmiş hem de Allah Teâlâ’ya şükretmiş olur.

“Zamanı geçmiş olsa da, kul kendisine önceden ihsan edilmiş olan herhangi bir nimeti hatırlar ve o nimet için yeniden hamd ederse, Allah Teâlâ o nimete şükretmenin sevabını tekrar verir. Yine zamanı geçmiş olsa da, kul kendisine önceden gelmiş olan herhangi bir belayı hatırlar ve o geçmiş olan bela için yeniden istircâ ederse (İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn) derse, Allah Teâlâ da onun istircasının ecrini ve sevabını tekrar verir.[17]

“Allah Teâlâ şöyle buyurdu: Ey Âdemoğlu! Beni zikredersen bana şükretmiş olursun. Eğer beni unutursan nankörlük etmiş olursun.”[18]

“Verilen nimete hamd etmek, o nimetin elden çıkmasına karşı sigortadır.”[19]

“Ey insan! Kâinattaki bütün nimetler senin için, sen de Rabbin için yaratıldın. Onun için kendi kadr u kıymetini bil ki, bu nimet-i uzmânın da şükrünü eda etmiş olasın.”

Ve sallallâhu alâ Seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn. Ve âhiru da‘vânâ ani’l-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn.

[1] İbrâhîm, 14/7.

[2] Beyhaki, Şuabu’l-İman, 4-97

[3] El-Câmi Ma’mer ibn Râşid, 10-425

[4] Duhâ, 93/11.

[5] Lokman, 31/20.

[6] Bahru’l-Medîd, 4-374.

[7] Nahl, 16/18.

[8] Sebe, 34/13.

[9] Bakara, 2/286.

[10] Nisâ, 4/47.

[11] İbrâhîm, 14/8.  

[12] -Müsnedi Ahmed, 2-296

[13] -İmam rabbani Mektubat, 1-117

[14] İbn Hibbân, 2-386; el-Muğnî an Hamli’l-Esfâr,1-1422.

[15] Kenzu’l-Ummâl, 3-257.

[16] a.g.e, 3-258.

[17] Nevâdiru’l-Usûl, 2-203.

[18] Hilyetü’l-Evliyâ, 4-337.

[19] Kenzül Ummâl, 3-255.