İçeriğe geç
Anasayfa » KÂMİL İNSAN OLMA YARIŞI*

KÂMİL İNSAN OLMA YARIŞI*

Allah Zülcelâl ve’l-Kemâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’ne Celâl Zâtına, Kemâl Sıfatlarına lâyık hamd ü senâlar, şükürler olsun ki bizlere en büyük nimet olan iman nimetinden sonra sağlık-sıhhat ve afiyet nimetlerini de nasip ve müyesser buyurmuştur.

Bu nimetleri bizlere ihsan buyuran Rabbimiz Allah Teâlâ Hazretleri, mahşerde Rasûlullah’ın sancağı altında arş-ı a‘lânın gölgesinde, cennet âleminde, Rasûlullah’ın komşuluğunda da bir araya gelip o âlemden Allah Zülcelâl Teâla ve Tekaddes Hazretleri’nin Cemâlini müşahede etmeyi de bizlere nasip ve müyesser buyursun.

Allah Zülcelâl bu ana kadar gizli ve âşikâr olarak yapmış bulunduğumuz bütün günahlarımızı Gaffâr ismi hürmetine afv eylesin. Anne-baba, yakın akraba ve dostlarımızın ve ümmet-i Muhammed’den ahirete göç edenlerin hesaplarını da kolay eylesin. Onların ve bizlerin makamlarımızı yüksek eylesin. Kalan ömrümüzde sağlık sıhhat ve afiyet üzere uzun ve hayırlı bir ömür yaşamayı, son nefesimizde de kâmil bir iman ile Kendisine doğru yola çıkmayı cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

***

İnsanoğlu ezelden ebede doğru yola çıkan bir yolcudur. Bizler de bu hayat köprüsünden geçen insanların birer ferdiyiz. Ve her bir fert olarak evvela kendimize dönüş yapma mecburiyetindeyiz. Diğer insanlara faydalı olabilmemiz de ancak bu şekilde mümkün olacaktır.

Çünkü fertlerin kurtuluşu, yuvaların kurtuluşu; yuvaların kurtuluşu ise toplumun kurtuluşu demektir. Toplumun kurtuluşu, vatanın kurtuluşu; vatanın kurtuluşu ise bütün dünyanın kurtuluşu demektir.

Bu sebeple her ferdin öncelikle kendi iç âlemine dönerek kurtuluş hareketini oradan başlatmalarının önemine dikkatlerinizi çekmek istiyorum.

Şayet bu ikazları dikkate alarak iç dünyamıza dönüp tefekküre başlarsak insanlığın kurtuluşu muhakkak olacaktır. Bizim inancımızda insan mükerremdir. Herkes, Allah Teâlâ’nın kulu, insanlığın bir ferdi olduğu için kıymetlidir. Biz bir insana baktığımız vakit onun şahsında bütün kâinata bakmış oluruz. Öyleyse her bir fert de kendisini asla küçük görmeden iç âlemine bu düşünce ile yönelmeye gayret etmelidir.

İnsan bilmelidir ki; benim kurtuluşum kâinattaki bütün varlıkların kurtuluş sebebidir. Benim şaşkınlığım kâinatın helak sebeplerindendir.

Bu düşünceyi içine yerleştiren insan, isyanın, sapıklığın ve inkârın ne kadar büyük bir tehlike olduğunun hesabını yapmaya başlar. Kişi kendi kurtuluş yolunu düşünmeye başlayınca Allah Zülcelâl’in vaad ettiği ihsan kapıları ardına kadar açılır.

Ne acıdır ki günümüz Müslümanları iç âlemlerinden ziyade dış âlemlerine itibar eden bir hayat yaşamaktadırlar. Yani insanlık kendi içine yuvarlanmakta oldukları felaketlere karşı tedbir alacak yerde yalnızca başkalarının iyiliklerini düşünmekte, hep başkası iyi olsa, başkası iyilik yapsa diye dertlenmektedir.

Bu “başkası” düşüncesi, bizim, “içimize değil dışarıya dönük” olduğumuzun ifadesidir. Bizim düşüncelerimizin sadece dışa dönük olması insanlığın kurtuluşu için yeterli olmayacaktır.

Başkalarını düzeltmek derdinin başka bir kötü neticesi de kendimize başkalarının nazarlarına göre çekidüzen vermek olacaktır. Böyle bir durumda hep dış görünüşümüzü düzeltme gayreti içerisinde debelenip dururuz. Başkalarına güzel görünmeye gayret eder,  karşı karşıya geldiğimiz vakit de birbirimize karşı samimiyet gösterisinde bulunmaya başlarız. Bu durum –Allah muhafaza- insanların münafıklaşmasına bile sebep olabilmektedir.

Hâlbuki Rabbimizin huzurunda insanların dış görünüşlerine, boylarına postlarına değil kalbine bakılacaktır. Ancak bu inancı kalbine yerleştirebilen insan, kendine dönüş yaparak başkalarına da faydalı olmanın bu şekilde mümkün olabileceğini anlayacaktır Kendine dönüş yapan insan ise kurtuluş yolunu araştırmaya başlayacak ve yaşayışına çekidüzen vermenin gayreti içerisine girecektir. Böylelikle nefsini ve şeytanı mağlup etmek için bir kurtuluş mücadelesini başlatmış olacaktır.

Bugün de her zamanki gibi kâinatın kurtuluşu için öncelikle bir insan bekleniyor. Bunun için bütün gücümüzle o insan olmanın gayretinde olmalıyız ki hesap gününde içimizle dışımız birbirini yalanlamasın. Bu düşüncedeki insanların sayılarının çoğalmasına gayret etmeliyiz ki kâinatta hakkın hâkimiyetini görmek insanlığa yeniden nasip olsun.

Bütün bunların yanında acı olan şudur ki:

Herkes kâinatın kurtuluşuna vesile olacak insanı bekliyor. Ama herkes bekliyor… Herkesin bu büyük rehberliğe talip olması beklenirken insanlar, “Sen ol, sen ol!” diye birbirlerini ileri sürmektedirler. Fakat bu düşüncelerinde de umumiyetle samimi değillerdir. Çünkü aynı insanlar önlerine çıkan dünyevî menfaat ve makamlar için kardeşlerine “Bu makama sen lâyıksın.” demiyorlar. Bu servete ve makama en layık olan benim diyerek koşmaya başlıyor.

Bu koşuda kavga var, münakaşa var, münazara var, samimiyetsizlik var, riyakârlık var ama geri duranlar yok denecek kadar az. Fakat dünyanın kurtuluşu için ortaya çıkan takva düşüncesine sahip herhangi bir aday ise maalesef yok. Hâlbuki insanlık ve dünya buna muhtaç. Ahirette de Allah Zülcelâl; bey-paşa demez, çoban demez insanlara sadece takva derecesine göre muamele eder. Dünya hayatında da bu düşünceye sahip olanlara gayretlerinin ve ihlâslarının karşılığını verir.

Bu gerçekleri dikkate alarak eksikliklerimizi idrak etmeli ve noksanlıklarımızı tamamlama gayreti içine girerek bir an önce bu yarışa katılmalıyız. Bilmeliyiz ki bu yarışa katılmak için evvela insanı gerçek manası ile tanımaya ihtiyacımız vardır. Bunun ardından insanı tanımanın gereği olarak insan gibi yaşama azminde olmalıyız. Bunun için de insanın kemalâta ererek nasıl kâmil bir insan olacağını çok hassas bir şekilde araştırmalıyız.

Şöyle biraz geriye dönüp bakarsak ilk insan Hz. Âdem’den (a.s) bu güne kadar bu yolda gayret edenlerin, hedeflerine istisnasız ulaşmış olduklarını görürüz.  Biraz daha yakına gelip Hz. Ebu Bekir’e (r.a) baktığımız vakit katıldığı insan olma yarışında gösterdiği sadakat ve teslimiyetle yaptığı büyük fedakârlıkların karşılığı olarak insanlık yarışmasının zirvesine nasıl yükselebildiğini görürüz. Dikkat edersek onun tek bir insan olduğunu görürüz.

Peygamberin her biri tevhid mücadelesine tek bir insan olarak başlamışlardı. Fakat onlar peygamber olarak yaratılmış seçkin insanlardı. Hz. Ebu Bekir (r.a) ise bir peygamber değildi. Peygamber olmadığı, insan olmak itibariyle bizlerle aynı yolda olduğu halde yükseldiği makama dikkat edelim.

Bu husustaki ilahi tahsisatta Rabbimiz erkek kadın diye bir ayrım yapmamıştır. Eğer biraz geriye dönüp tefekkür ederseniz bu yarışmayı kazanan kadınlara da rastlarsınız. Mesela bir Hz. Âsiye (r.a) Hazretleri’ne bakınız. Firavunun saltanatı içerisinde yaşıyor ama Hakk’a teslim olmakta bir an bile tereddüt etmiyor.

Bütün bunlar gösteriyor ki insanlar arasında başlangıç olarak -peygamberler dışında- özel bir tahsisat yoktur. Tarihte gördüğümüz bu büyük simâlar yükseldikleri makamlara teslimiyet, sadakat ve gayretleri neticesinde ulaşmışlardır.

Allah Teâlâ Hazretleri “Hayırda yarışınız!” buyuruyor. Dikkat ediniz, “Koşunuz, yarışınız.” buyuruyor. Bu davette koşanlar kazanıyorlar. Bu yarışı kazananlar içerisinde hanımları da bulursunuz, çobanları da bulursunuz, çocukları da bulursunuz, köleleri de bulursunuz, sultanları da bulursunuz. Muhakkak bu yarışa katılanlar, azmederek çalışanlar gayelerine ulaşmışlardır. Bundan dolayı hiçbir insan kendisini küçümsemeden takva yarışına katılmalı ve büyük bir azimle çalışmaya başlamalıdır.

Sakın ha, nefsin ve şeytanın aldatmasına kapılarak bu yarışı dünyevî yarışlarla karıştırmayalım. Makam ve mevki yarışlarıyla ile karıştırmayalım.

Katılmanız istenen bu yarış, Allah Zülcelâl’in rızasının elde edileceği insanlık yarışıdır.

* Bu makale, merhum Ahmed Yaşar Hocaefendi’nin 25/02/2002 tarihinde gerçekleştirdiği Eyüb Sultan Sohbetleri’nden bir bölümdür.