İçeriğe geç
Anasayfa » GÖZARDI EDİLMEK İSTENEN BİR GERÇEK: ŞEFAAT MÜESSESİ

GÖZARDI EDİLMEK İSTENEN BİR GERÇEK: ŞEFAAT MÜESSESİ

Kabir azabı gerçeğinin yokluğuna sığınarak kendilerince teselli bulmaya çalışanların nükseden bir başka hastalıkları daha vardır. Nedir o? Birtakım mesnetsiz, dayanağı olmayan, cılız iddialarla, bütün ihtişamıyla varlığını gün ışığı gibi hissettiren muazzam bir müessese olan “şefaat müessesesini” kısmen veya tamamen inkâr etme gibi müzmin bir hastalığa daha yakalanmış olmalarıdır ki bu hastalık ebedî ölümlerine de sebep olabilir, Allah korusun.

Şimdi, ne diyorlar: Şefaatin sözünü etmek bile şirkmiş. Allah aşkına Kur’ân’dan başka bir şey kabul etmeyen sizler değil misiniz? Sizler hep Kur’ân demiyor musunuz? O halde şefaatle ilgili bunca âyât-u beyyinâtı nereye koyacaksınız? Hakk’ın ve adâletin kefesine mi, yoksa bâtılın ve zulmün kefesine mi? Sizler neye hizmet ettiğinizin farkında mısınız? Şefaatin kabul edilmeyeceğini ifade eden sadece birkaç âyet-i celîle vardır. Bunlar da kâfirlerin durumunu bildiren âyetlerdir. Evet, şefaat haktır. Ancak şefaat edenin ve şefaat edilenlerin şefaati tamamen “iznullaha” bağlıdır. Sadece şefaat değil ama her şey Allah’ın iznine bağlı değil mi? Şefaatin izne bağlı olması, yokluğunun değil bilakis var olabileceğinin açık bir delili değil mi?

Şefaatin “iznullaha” bağlı olduğunu ifade eden birkaç âyet-i celîle:

“Onun (Allah’ın) izni olmadan Allah katında kim şefaat edebilir?”[1]

“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan sonra kudretiyle arşı kuşatan Allah’tır. Bütün işleri nizâma koyan odur. Hiç(bir) kimse onun izni olmadıkça şefaatçi olamaz.”[2]

“Rahmân’ın katında izin alanlardan başkası şefaate (şefaat etmeye) malik olmayacak…”[3]

“O gün Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduklarından başkasının şefaati fayda vermez.”[4]

“Ondan (Allah’tan) başka dua ettikleri onlara şefaat edemezler. Ancak bilerek Hakk’a şahitlik edenler müstesna (Onlar Allah’ın izniyle şefaat ederler).[5]

“Allah, onların geçmişini de geleceğini de bilir. Onlar (o melekler) ancak Allah’ın râzı olduğu kimseye şefaat edebilirler. Onlar Allah korkusundan (tirim tirim) titrerler.”[6]

“Allah’ın izin verdiğinden başka (hiçbir) kimsenin şefaati fayda vermez.”[7]

“Ey Rasûlüm, Sen onlara de ki: “Şefaatin tamâmı Allah’ın iznine bağlıdır.”[8]

 Meallerini sunduğumuz bu âyet-i celîlelerden şefaatin tahakkukunun üç şarta bağlı olduğu açıkça anlaşılmaktadır:

1- Şefaat edecek olan kimseden Allah’ın razı olmasıdır.

2- Allah’ın, şefaat edilecek kimseden de razı olmasıdır.

3- Allah’ın hem şefaat eden, hem de şefaat edilen için izin vermiş olmasıdır.

Allah (c.c) bu üç şartın tamamını şu ayette toplamıştır:

“Göklerde nice melekler var ki Allah’ın dileyeceği ve razı olduğuna izin vermeden (önce) onların şefaatleri hiçbir şeye fayda vermez.”[9]

Âyette, Allah dileyip izin vermeden önce ifadesi, izin şartını belirtirken; râzı olduğu ifadesi ise hem şefaat eden, hem de şefaat edilene olan rızasını bildirmektedir. Şefaatin dilde anlamı araya girmek, birinden başkası adına ricada bulunmak, hata ve kusurlarının bağışlanmasını dilemek gibi anlamlar ifade eder. Istılahî (dindeki) manası ise, başta âhir zaman peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) olmak üzere diğer bütün peygamberlerin, meleklerin, sıddıkların, şehitlerin, âlimlerin, sâlihlerin ve Allah’ın izin vereceği sâir kimselerin kıyâmet gününde, şefaat edilmelerine izin verilen kimselere derecelerine göre şefaat etmeleridir.

“Makâm-ı Mahmud” bir şefaat makamıdır ki bu “Şefaat-i Uzmâ” en büyük ve en kapsamlı bir şefaattir. Mahşer halkının tamamının müstefit olacağı bir şefaat makamıdır. O dehşetli ve sıkıntılı günün mihnet ve meşakkatinden mahşer halkı bir an evvel kurtulup “Mahkeme-i Kübrâ”nın başlaması için yapılan en büyük bir şefaattir. İşte bu umûmî şefaat, ulemânın ittifakıyla sadece Efendimiz’e (s.a.v) mahsus bir şefaattir: Hesap görmeden cennete girecek olan bir takım mü’minlere şefaati, cennetteki mü’minlerin derecelerinin yükselmesi için şefaat etmesi, cehenneme girmeyi hak eden mü’minlerin cehennemden azat edilmeleri için şefaat etmesi, cehennemde azap çekmekte olan günahkar mü’minlerin azaplarının sona erip cehennemden çıkmaları için şefaat etmesi, bir kısım salih mü’minlerin amellerindeki taksîrâtlarının giderilmesi için şefaat etmesi, mahşerde hesap görmekte olan bazı mü’minlerin hesaplarının hafifletilmesi için şefaat etmesi, ehl-i beytten hiçbir mü’minin cehenneme girmemesi için şefaat etmesi, a‘rafta kalanların cennete girmeleri için şefaat etmesi, Ebu Tâlip’in azâbının hafifletilmesi için şefaat etmesi.[10]

İmam Kastallâni, şefaati şu kısımlara ayırıyor:

1- Bütün mahşer halkına olan umûmi bir şefaattir ki bu şefaat makamına “Makâm-ı Mahmûd” denir ki Efendimiz’e has bir şefaat makamıdır.

2- Hesap ve mizan görmeden cennete girecek mü’minlere şefaatidir.

3- Cehenneme girmeyi hak eden günahkar mü’minlerin cehennem azabından kurtulmaları için şefaat etmesidir.

4- Cehennemde azap çekmekte olan bir kısım mü’minlerin cehennemden çıkarılmaları için şefaat etmesidir.

5- Cennetteki mü’minlerin derecelerinin artması için şefaatidir.

6- İmâm Suyûtî’ye göre: “Ebedî cehennemde kalacak olanların azaplarının kısmen hafifletilmesi için şefaatidir.

7- Medine halkına özel şefaatidir.[11]

Şefaatin hak olduğu hususu Kur’ân, sünnet ve icmâya dayanır.

“Ey Rasûlüm, gecenin bir bölümünde sadece sana mahsus (olmak üzere) nafile namaz kıl. Muhakkak Rabbin Seni Makam-ı Mahmûd’a (övülmüş bir makama) erdirecektir.”[12]

el-Vâhidî, Ebu’l-Hasan, es-Sa‘lebî ve Fahreddin er-Râzî’ye göre, bütün müfessirler Makam-ı Mahmûd’un bir şefaat makamı olduğunda ittifak etmişlerdir.

Abdullah ibn Ömer (r.a) anlatıyor: “Rasûlullah’a (s.a.v) Makam-ı Mahmûd’un ne olduğu sorulduğunda “Makam-ı Mahmûd bir şefaat makamıdır.” diye cevap verdi.

Yine İbn Ömer (r.a), Allah Rasûlü’nün (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivâyet eder: “Kıyamet gününde insanlar, cemaatler halinde olurlar. Her ümmet, peygamberine tâbî olacak; “Ey filan, bize şefaat et! Ey filan, bize şefaat et…” diyecekler. En sonunda Peygamberimiz şefaat edecek. İşte o gün Allah’ın (c.c), Rasûlü’nü Makam-ı Mahmûd’a ulaştırdığı gündür.”[13]

Ebû Hureyre (r.a) de şöyle rivayet eder: “Efendimiz’e (s.a.v) Makâm-ı Mahmûd’un ne olduğu sorulunca, “Makâm-ı Mahmûd, şefaat makamıdır.” buyurdular.”[14]

Kâb b. Mâlik de Efendimiz’in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

“Kıyamet günü insanlar toplanırlar. Ben ve ümmetim yüksek bir yerde bulunuruz. Rabbim bana yeşil bir hulle (elbise) giydirir. Sonra bana izin verilir ve Rabbimin söylememi dilediği şeyleri söylerim. İşte bu (makam), Makâm-ı Mahmûd’dur (şefaat makâmıdır).[15]

Üveys el-Ensarî (r.a) der ki:

“Rasûlullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu işittim: “Andolsun ki kıyamet gününde yeryüzündeki taşlardan ve ağaçlardan daha çok kimselere şefaat edeceğim.”[16]

Avf b. Mâlik ve Ebû Musa el-Eşarî (r.a), Efendimiz’in (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet ederler: “Rabbim tarafından bana büyük bir melek geldi ve Rabbim beni ümmetimin yarısını cennete koymakla ümmetime şefaat etmem arasında muhayyer bıraktı. (Ümmetime) şefaati tercih ettim. Bu şefaatim, Allah’a ortak koşmayanlar içindir.”[17]

Zeyd b. Erkam ve on küsûr sahâbe, Efendimiz’den (s.a.v) şu hususu rivayet ediyorlar:

“Kıyamet gününde ümmetime şefaatim haktır. Kim bunu inkâr ederse o şefaat edilmeye ehil (bir kimse) değildir.”[18]

Bir başka hadîs-i şerîfte Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Her peygamberin, ümmeti için müstecâb bir duası vardır. (Her peygamber duasını yapmış iken) ben ise (bu) duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat (etmek) için sakladım.”[19]

Allah Rasûlü şöyle buyurdu:

“Ben kıyamet gününde Âdemoğullarının efendisiyim. İlk şefaat edip de şefaati kabul edilecek olan benim.”[20]

Abdullah b. Câda (r.a) “Rasûlullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu işittim: “Ümmetimden bir kişinin ( Hz. Osman veya Uveys el-Kârâni) şefaatiyle Benî Temim Kabilesinden daha çok kimseler cennete girmeye hak kazanacaktır.”[21]

Ehl-i sünnet ulemasına göre şefaat aklen caiz ama naklen vaciptir. Çünkü şefaatin sıhhatine delâlet eden haberler mütevâtirdir. Selef-i salihîn uleması ve ondan sonra gelen ehl-i sünnet âlimleri şefaatin hak olduğu hususunda ittifak halindedirler. Kebâir-i günah işleyenlerin ebedî olarak cehennemde kalacağı görüşünü benimseyen bazı Mutezile âlimleri şefaati kısmen reddediyorlar.

Ehl-i sünnet ulemasının ilm-i kelam/akâid ile ilgili eserlerine baktığımızda nerede ise bu eserlerin tamamında şefaatle ilgili bölümleri görmek mümkündür. Yani şefaatin ayet ve mütevâtir seviyesine ulaşan hadîs-i şerîflerle desteklendiği ifade ediliyor ve şefaatin hak olduğu tezini savunuyorlar. İslam akâidinde ilk yazılan eser İmam-ı A‘zâm (r.a) Hazretleri’nin el-Fıkhu’l-Ekberidir. Bu eserinde İmam A‘zâm şöyle buyuruyor:

“Bütün peygamberlerin şefaati haktır. Peygamberimiz’in (s.a.v) günahkar mü’minlere, cehennem azâbını hak etmiş büyük günah işleyen kimselere şefaati haktır. Kitap ve sünnetle sabittir.”

İslam akâidinde çok önemli bir yeri olan, İmam Tahâvî’nin hicrî 200 yılının ortalarında yazdığı el-Akîdetü’t-Tahâviyye isimli eser şefaatin hak olduğunu belirtir. Kitap ve sünnetle sabit olduğunu kaydeder. Mâturidî akîdesine ait Ömeru’n-Nesefî ve Muhammed b. es-Sıddîkî ed-Devânî’nin akâid ile ilgili eserlerinde şefaatle alâkalı şu ibâreler yer almaktadır.

“Bilumum peygamberlerin ve peygamberlerden başka (Allah’ın müsaade edeceği) hayırlı kimselerin (mü’minlerden) büyük günah sâhibi olan kimselere şefaat etmeleri haktır ve gerçekte sabittir.”

Hicrî 500 yılında vefat eden Fahreddîn Râzî ile birçok münazarası olan Nureddin es-Sâbûnî’nin Mâturîdî akâidine ait el-Bidâye fî-Usûli’d-Dîn adlı eserinde, “Peygamberlerin ve (Allah’ın müsaade edeceği)  hayırlı kimselerin şefaatleri haktır. Kitap ve sünnetle sabittir. Şefaatle ilgili hadîs-i şerîfler mütevâtire yakın hadislerdir.” diye kayıt altına alınmıştır.

İmam Gazâli (r.a) İhyâ-ı Ulûmi’d-Dîn’de şefaat konusunu işlerken giriş bölümünde şunları zikretmektedir:

“Peygamberlerin, sıddıkların, (şehitlerin) şefaati haktır. Âlimler, salih kimseler ve Allah katında kadr u kıymeti olan kimseler de kıyamet gününde ehline, akrabasına, dostlarına ve tanıdıklarına (Allah’ın müsaadesi nispetinde) şefaat edeceklerdir.”


[1] Bakara, 2/255.

[2] Yunus, 10/3.

[3] Meryem, 19/87.

[4] Tâhâ, 20/109.

[5] Zuhruf, 43/86.

[6] Enbiya, 21/28.

[7] Sebe, 34/23.

[8] Zümer, 39/44.

[9] Necm, 53/26.

[10] Ahmet Ziyaüddin Gümüşhanevi (k.s), Levâmi-ul Ukul, 2/35.

[11] Kastallânî, Mevâhîb-i Ledünnîye, 8/365-366-369.

[12] İsra, 17/79

[13] Buhârî, İsrâ, 6/72                           

[14] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/456.

[15] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/495-354.

[16] Taberâni, 10/379.          

[17] Tirmizî; Ahmed b. Hanbel; İbn Mace; İbn Hibban; Mişkâtu’l-Mesâbih, 9/5600.

[18] Mişkatu’l-Mesâbih, 9/5599.

[19] Buhârî, 8/56; Müslim, İman, 1/188.

[20] Müslim, el-Fezâil, 4/782.

[21] Tirmizî; Dâremî; İbn Mâce; Mişkâtu’l Mesâbih, 9-5601.