İçeriğe geç
Anasayfa » ÖLÜM TEFEKKÜRÜ VE KİŞİLİK

ÖLÜM TEFEKKÜRÜ VE KİŞİLİK

Dünyada intihar oranlarının en yüksek olduğu ülkelerden biri olan Güney Kore’de bazı şirketler çalışanlarının stres sorununa ölüm terapisi uyguluyor.

Başkent Seul’deki sıradan bir işyeri binasının büyük bir odasında şirketin çalışanları, kendileri için temsili cenaze töreni yapıyorlar.

Kefen yerine beyaz kıyafetler giyinmiş ofis çalışanları önce sıralara oturup ölmeden önce sevdiklerine son mektuplarını yazıyor. Bu mektubu yazdıktan sonra terapinin zirvesini oluşturan an geliyor. Her biri, kendisi için odaya getirilmiş tabutun başına gidiyor. Bir an duruyor, sonra içine girip yatıyor. Karanlıkta tabutun içinde upuzun yatarken hayatın anlamı üzerine düşünüyor.

Tabutlarına girmeden önce terapiye katılanlara, sıkıntılar içinde yaşayan insanların, örneğin son günlerini yaşayan bir kanser hastası ya da doğuştan kolsuz ve bacaksız olup yüzmeyi öğrenmiş insanların hikâyelerini anlatan videolar gösteriliyor.

Birçok şirkete, çalışanlarının ruh sağlığı için temsili cenaze törenleri düzenleyen Seul’deki Hyowon Sağaltma Merkezi’nden Jeong Yong-mun “Bütün bu yapılanlar, sorunlarıyla yüzleşebilmeleri ve o sorunlarını hayatlarının bir parçası olarak kabul etmelerini sağlamayı hedefliyor.” diyor.

Çalışanlarına, bu terapiyi uygulayan şirketlerden birinin genel müdürü Park Chun-woong, “Şirketimiz, çalışanlarını sürekli olarak eski düşünme biçimlerini değiştirmeye teşvik ede geldi, ama pek sonuç alamadık.” diyor. Bu yüzden bir tabut içine girerek hayat üzerine kafa yormalarının, çalışanlarını köklü bir şekilde sarsıp düşünce tarzlarını tamamen değiştirmeye yönelteceğini söylüyor.

  1. Etkili oluyor mu?

Bir şirket çalışanlarından olan Cho Yong-tae tabuttan çıkarken, “Birçok hata yaptığımı fark ettim. Bundan sonra çok daha hevesle çalışmayı ve ailemle daha çok zaman geçirmeyi umuyorum.” diyor. (Kaynak BBC)

…..

Takva ve ilim sahibi bir muhterem zata, onu seven, ona güvenen bir talebesi bir gün geliyor ve şu maruzatını arz ediyor:

“Efendim ben eşimden boşanmak istiyorum. Her akşam eve gittiğimde sudan bahanelerle ve haksız olarak eşimle kavga etmeye başlıyorum. Kavgada ileri gidiyorum, zulüm derecesine ulaşıyorum. Bu durumumdan hiç memnun değilim. Her defasında yaptığıma derinden pişman oluyorum, bir daha yapmamaya karar veriyorum ama bu kararımı tutamıyorum. İyice düşündüm bu işin tek çıkar yolu boşanmak. Boşanırsak ancak bu günahtan kurtulabilirim. Başka yolu kalmadı. Eşim de çok hassas, üzülüyor, kırılıyor, devamlı bana hakkı geçiyor. Bu kötülükten kurtulmak istiyorum, bana dua edin de bu beladan kurtulayım”

Kendisinden dua istenen zat şu cevabı veriyor:

– Düşündüğün şeye bak. Sen zaten bir ay içinde öleceksin. Boşanma işiyle uğraşmana gerek yok.

Bu cevabı alan talebe büyük bir şok yaşıyor. Hemen eve dönüyor ve planlar yapıyor. Hayatını ibadetlerle dolduruyor. Evde ve başka yerde artık kimseyle tartışmıyor. Hiçbir olaya karşı olumsuz tavır takınmıyor, kimseyi eleştirmiyor. Kendi iç dünyasında, gelecek olan ölüme hazır olmaya gayret ediyor. Bu konu hakkında kimseye de bir şey söylemiyor.

İlk akşam eşi, olan bitene bir anlam veremiyor. Nasıl olsa az sonra bir kavga patlayacak, diyerek söylediklerine ve yaptıklarına pek dikkat etmiyor. Kavga çıkaracak sözler söylüyor, davranışlarda bulunuyor. Normalde çoktan kavga çıkması gerektiği halde kocası bir türlü daha düne kadar yaptığı gibi davranmıyor. Kavgaya yaklaşmıyor, her şeye olumlu bakıyor, hiçbir şeyi eleştirmiyor, kimseye karışmıyor, kendi halinde ibadetiyle meşgul oluyor.

Eşi bir müddet sonra yeni duruma alışmaya başlıyor ve bundan sonra galiba böyle, diyerek işine gücüne dönüyor.

Adam bir ay geçtikten sonra, gelmek üzere olan ölüme son hazırlıklarını yapıyor. Borçlarını kapatıyor, fazla açık vermeden yakınlarının, arkadaşlarının helalliğini alıyor, bu arada kefenini hazırlıyor ve bekliyor. İlk gün beklediği olmuyor. Bir gün gecikme olabilir, diye düşünüyor. Birkaç gün daha geçiyor ama beklenen ölüm gerçekleşmiyor. Tekrar hocasına gidiyor.

– Efendim, söylediğiniz olmadı, birkaç gün de geçti. İlâhî hükümde bir değişiklik mi var acaba? Acaba ömür mü uzadı, diye çekingen çekingen durumu anlamaya çalışıyor.

Hocası, “Sen şimdi ölümü geç. Şu kavga işi ne oldu?” diye soruyor.

– Efendim o günden beri kavga falan yok, diye cevap veriyor.

Hocası,

– Peki boşanma işi ne oldu, diyor. Talebe, “Efendim ölecek adam boşanmayla uğraşır mı? O da öyle, olduğu gibi duruyor.” diye cevap veriyor.

Hocası bu cevap üzerine “Haaa” diyor. “Kavga iki diri arasında olur. Sen öldün, kavga bitti.” diyor. “Ben sana, aylardan biri içinde öleceksin, demiştim. Hangi ay içinde öleceğini söylemedim. Ama sen, girdiğimiz ay içinde öleceğini zannedince kavgayı, gürültüyü bıraktın” (Kaynak: Youtube, Hayati İnanç)

İnsanı kötü davranışlara iten, hepimizin bildiği gibi nefistir. Hırsa, yüksek beklentiye, öfkeye, strese ve başka insanlarla didişmeye iten en temel faktör kendi nefsimiz ve nefsimizin istekleridir. Nefsimiz, kendi varlığının devamını sağlamak için başkalarından gelen her davranışı kendi varlığı için bir tehdit olarak algılar. Bu tehdit algısı diğer insanlarla ilişkisini olumsuz etkiler. Bunun sonucu olarak kendisi de bundan olumsuz etkilenir. Hem etrafındaki insanlarla ilişkilerini zararlı hale getirir, hem de kendi ruh sağlığını bozar. Bundan kurtulmanın birçok yolu vardır. Ancak en etkili yolu, yukarıdaki örneklerde de gördüğümüz gibi ölüm gerçeğini günlük yaşamımızın içine getirmektir.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in bizlere ölüm tefekkürünü (rabıta-i mevti) günlük olarak yapmamızı tavsiye ettiğini hepimiz biliyoruz. Onun (s.a.v) bu tavsiyesini, zaten ölüm ile iç içe yaşamakta olan, mezarlıkları kentlerinin içinde olan, ölüm olayının, toplumun her ferdinin gözlerinin önünde yaşandığı toplumdaki şahıslara tavsiye etmişti. Günümüz dünyasında ölüm olayı alabildiğine günlük yaşamın dışına çıkarılmış durumdadır. Eskiden evin sakinlerinden birinin eceli geldiğinde ölüm döşeğine evde, ev halkının gözleri önünde yatardı. Evde ölür, defnedileceği saate kadar evde dururdu. Defin saati yaklaştığında mahallenin camisine götürülür, orada gasledilir, cenaze namazı kılındıktan sonra mahallenin kabristanlığına defnedilirdi. Şimdi ev sakinlerinden birinin eceli yaklaştığında acilen hastaneye kaldırılıyor, ölüm hadisesi hastanede gerçekleşiyor, cenaze hastanenin morguna kaldırılıyor, belediye görevlileri tarafından gasil işlemleri yapılıyor, bir camide cenaze namazı kılındıktan sonra şehrin dışında bir mezarlığa defnediliyor ve o kişi kısa bir süre içinde o evin yaşantısından tamamen kopuyor.

Ölümden ve ölüm olayından bu şekilde soyutlanmış olan bir toplumun fertlerine Rasûlullah’ın (s.a.v) ölüm tefekkürü tavsiyesi, öncelik arz eder duruma gelmiştir. Artık hayatlar hiç bitmeyecekmiş gibi yaşanıyor, insanlarla ilişkiler ölüm hiç yokmuş gibi kuruluyor, sevgiler ve nefretler ölüm yokmuş gibi konumlandırılıyor. Mal, mülk ve para ebediyen elde tutulacakmış gibi biriktiriliyor. Kazanç işlemleri ölüm sonrası hesap kitap görülmeyecekmiş gibi yapılıyor.

Mal sahibi olmak en büyük garanti, olmamak da en büyük yoksunluk olarak görülüyor. Malı olan kendini çok güçlü hissediyor, olmayan da kendisini yeryüzünün en zayıf yaratığı olarak görüyor. Bu yüzden mal kaybı yaşayan ya da hedeflediği malı elde edemeyen büyük bir depresyona giriyor. Bir miktar mal kazanan da müthiş bir özgüven kazanıyor ve çok büyük bir mutluluk yaşıyor. Para ve mal ile ilgili sosyal ilişkiler bu yüzden yıkıcı problemler doğuruyor.

Bütün bunlar, ölümden tamamen soyutlanmış bir yaşantının bizlere sunduğu zararlı sonuçlardır. Hayatımızı dengeleyen, düzene koyan, anlamlandıran en önemli gerçek, ölüm gerçeğidir. Yaşamakta olduğumuz birçok problem, ölüm gerçeğini yaşam alanlarımızın içine yeniden indirmekle ortadan kalkacaktır. Psikolojik sağlığımızdan sosyal ve ticarî ilişkilerimize kadar yaşamımızın her boyutu, ölüm düşüncesinin yaşamımıza tekrar kazandırılmasıyla mümkündür.

Yazımızı, meşhur tarihçimiz İlber Ortaylı’nın bir önerisiyle bitirelim: “Her nefis ölümü tadacaktır, ayetini bankalara ve makam koltuklarına yazmalı. Tabutlara, mezarlıklara değil…”