İçeriğe geç
Anasayfa » MADDE İLE MÂNÂ BİRLEŞMEZSE İNSANLIK BİRLEŞMEZ*

MADDE İLE MÂNÂ BİRLEŞMEZSE İNSANLIK BİRLEŞMEZ*

Allah Zülcelal ve’l-Kemâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine Celâl Zâtına, Kemâl Sıfatlarına lâyık hamd ü senâlar, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e (s.a.v) sayısız sonsuz salât u selamlar olsun.

Allah Teâlâ, bir rahmet sofrasında daha bir araya toplanma fırsatını bizlere nasip buyurduğu gibi bir gün cennet âleminde Rasûlullah’ın (s.a.v) komşuluğunda da bir araya gelebilmeyi her birimize nasip ve müyesser buyursun.

Rabbimiz, dünya hayatında madde ile mânâyı bir araya cemederek maddeyi mânânın varlığına şahit kılmıştır. Aslında diyebiliriz ki maddî âlemde gördüklerimizin hepsi mânânın ispatı içindir. Eğer Allah Teâlâ madde âlemindeki varlıkları yaratmasaydı, mânâyı tespit etmemiz mümkün olamazdı. Zaten mânâ âleminde olan bizleri Allah Zülcelâl kendisine kulluk görevimizi yapabilmemiz için bir imtihan meydanı olan dünyaya gönderdi ve var ettiği maddî âlem ile bizlere bu imtihanı başarıyla geçebilmemiz için gerekli şeyleri vermiş oldu. Dünyayı ahiretin tarlası kıldı.

Öyleyse bizler de maddî hayatımızda yerine getirdiğimiz her ibadetimizin aslında bir tohum olarak Allah’ın kulluk tarlasına ekildiğini veya hata isyanlarımızın bir isyan tohumu olarak Allah’ın kulluk tarlasına ekildiğini düşünmeliyiz.

Şunu da bilmeliyiz ki maddî hayatımızda şahit olduğumuz hadiselerin mânâ âleminde bir karşılığı bulunmaktadır.

Şu maddî bedenimizi düşünelim. Bedenimizin yemeye-içmeye ihtiyacı olduğunu hepimiz biliriz. Aç olur, susar. Ama bir de ruhumuz var. Ruhumuz da aç olur, susar. Maddî açlığımızın farkında olduğumuz gibi manevî hayatımızın ve onun ihtiyaçlarının farkında olabildik mi? Olabiliyor muyuz? İnsan ruhu da beslenir, güçsüz hale düşer, zayıflar, hasta olur ve tedavi edilir.

Dünyamıza dikkatle baktığınız vakit manevî hastalıkların bir salgın haline geldiğini görürüz. Beden hasta olunca dünya hayatında bir fert zarar görür, ruh hasta olunca ise hem fert hem de bütün insanlık dünya ve ahirette zarar görür. Çünkü ruh hasta olunca insanlık, durumunun muhakemesini yapma kudretini kaybediyor, çevresinde olup bitenleri görmüyor, insanlığın haline bakamıyor, insanlığın içine sürüklendiği felaketlerden nasıl kurtulacağının hesaplarını yapamıyor, sadece nefsin istek ve arzularını yerine getirmenin gayreti içerisinde bulunuyor, herkes nefsini düşünüyor. Fakat nefsi düşünmekle insan ruhu beslenmiyor. Ruhun hastalıklarını güzelce araştırarak tedavisini yapmanın gayreti içerisinde olmak gereklidir.

İnsan ruhu her ne kadar fertlerde bir tecelliyât halinde tezahür etmişse de bu fertlerdeki ruh küllî bir ruhun tecellisinden ibarettir. İnsanın tek bir ruhtan meydana geldiğini kavradığımız an bu ruhtan beslenen diğer insanların çektiği çile, meşakkat ve acıyı her fert kendisinde hisseder. Kemal yolcuğuna adım atan böyle bir kimsenin başkalarının incinmesinden ağlamasından aç kalmasından zevk alması tahayyül dahi edilmez. Bu kimse kendi çile ve derdini çektiği gibi diğer insanların da çile meşakkatlerinin derdini çeker. Ama insanların yaratıldıkları ruhla irtibatlarını sağlayan bağı kopardıklarında, yeryüzünde ayrılıkları ve perişanlıkları görürsünüz. Artık herkes ferdî hesabının peşine düşer. Kimse kimsenin derdiyle dertlenmez.

Buharlaşarak yükselen deniz sularını bilirsiniz. Denizden ayrılmaları onların yükselmesine mani olmamaktadır. Ama bu yükselişleri onları kurtuluşa ve arınmaya mı eriştiriyor? Denizden ayrılan suların bir müddet sonra bir yerlere yağmur olarak düştüğüne şahit oluruz. Eğer düştükleri yerden bir şekilde denize ulaşamazsa ya da toprağa nüfûz edemezse bu suların kirlenip azalarak bir mikrop yuvası haline geldiğini görürsünüz. Neticede o suların aslî yuvalarına yani uzaklaşmış oldukları denize dönerek tevhide erişmedikten sonra arınıp temizlenmesi mümkün olmuyor.

 Rahatlıkla diyebiliriz ki insanlık da aslî ruhuna dönüş yapmadığı müddetçe sefaletten ve felaketlerden kurtulamayacaktır. O da bu küllî ruhtan ayrıldıktan sonra dünyevî meselelerde tekâmül edip insanlara hükmedebilir fakat aslî ruhuna yönelmediği müddetçe her an gücünü kaybeder ve sefil bir halde ahirete göçer.

Bundan dolayı nefsimize uyarak birbirimizden ayrılıp bir kenara çekilerek birlik ve beraberliğimizi mahvetmeyelim. Nefsinize uyup ayrılıp yükselebilirsiniz ama yeniden küllî ruha dönüş yapmadıkça mikroplardan arınmış bir hayat süremezsiniz. Ancak ayrıldığınız denize karıştığınızda mikroplarınızdan arınabilirsiniz. Zira denize akan kirli suların onun büyüklüğü içinde temizlendiği gibi ruhlar da külli ruha yöneldiği vakit toplumdaki çarpıklıklar düzelmeye başlar. Ayrılıklarla bir şey elde edilemez.

İnsan tevhid nurundan gafil olduğunda bu birlikteliğin sağlayacağı imkân ve ihsanların farkında olamıyor. Netice olarak da ayrılıkta fazilet arayan toplumları meydana getiriyorlar. Etrafınıza baktığınız vakit insanların birbirlerine yaklaşmalarına mani olan hesapların neredeyse bütün sahalarda var olduklarını görürsünüz. İnsanların değişik isimler altında topluluklar teşekkül ettirdiklerini ve bunu adeta gaye edindiklerini görürsünüz. İlim câmiası, sofular câmiası, irşad câmiası… vs. vs. camiası. Herkes karşısındakini bir isimle adlandırarak ona karşı cephe oluşturuyor. Ve herkes birbirlerinden ayrıldıkça fazilet elde ettiği hissine kapılıyor. Böylelikle aradaki bağlar kopuyor bir müddet sonra da düşmanların yapamadıklarını birbirlerine karşı yapmaya başlıyorlar. Önce düşman kesiliyor sonra bir daha birbirlerinin yüzüne bakamayacak şekilde hakaretlerde bulunuyorlar. Dolayısıyla nefsin, şeytanın ve şeytanlaşmış insanların istek ve arzularına köle haline geldiklerini fark edemiyorlar.

 Bu ayrılık insanlığa ne fayda getirir anlamak mümkün değil. Hâlbuki insan bir ruh olarak ifade edilir. Bütün insanlık Allah’ın yarattığı mahlûkattır. Bu ümmet, âhir zaman peygamberi olan ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v) ümmetidir. Onların değişik isimlerle birbirlerinden ayrılışları denizden ayrılan suların haline benzer. Arınıp kurtulmaları için denize dönmeleri gerektiğini bilemezlerse; ayrılırlar, tarumar olurlar, birbirlerine düşman olurlar ve aslında kendilerinin sonunu hazırlarlar. Kurtuluşumuz ancak küllî ruha yönelmemizle mümkündür. Bu birliği tesis etmemiz için de evvela kendi dünyamızda madde ile mânâmızı birleştirmenin gayretinde olmalıyız.

Malum olduğu üzere insan madde ve mânâdan teşekkül etmektedir. Mânâmız ruhumuz, maddemiz ise bedenimizdir. Yalnızca mânâ cihetimizle kul ismini almamız mümkün değildir. Beden de mânâsı olan ruhtan ayrılınca kul olamıyor. Çünkü artık bir cesettir. Kul ismini alabilmek için insanın madde ile mânâsının birleşmesi gerekir. Ruh ile beden birleşince kul isminin alınabileceği ilim ehlinin ittifakıyla sabittir.

Öyleyse gaye edindiğimiz kulluğa ulaşabilmemiz için bedenimizle ruhumuzu bir arada yaşatmamız gerekmektedir. Ama insanlara bakıyorsunuz ki bir toplum maddeyi mânâdan ayırıyor, bir toplum da mânâyı maddeden ayırıyor. Mânâyı maddeden ayıran topluma baktığınızda onların da değişik isimler altında birbirlerinden ayrıldıklarına şahit oluyorsunuz. Kendilerini falan tarikat mensubu, filan tarikat mensubu olarak tanıtan bu kimselerin Tasavvuf adı altında çıktıkları yolculukta bu adı kirletmekten başka bir şey yapmadıklarına şahit oluyoruz.  

Diğer tarafta da tasavvufun ne olduğunu bilmeyen, mânâyı görmemekte ısrarcı olanların kırk gruba ayrılarak kendi içlerinde kavgalara tutuştuklarına şahit olmaktayız. Kesin olan bir şey var ki bunların sevindirdikleri yegâne kişi şeytandır.  

Şimdi olayı tespit etmek için bazı zorlukları çözmek gerekir. Eğer bu insanlar bir araya gelmezse bu hastalığın tedavisi mümkün olamayacaktır. Çünkü madde ile mânâ bir araya gelmezse, ruh bedende değilse bedenin tedavisi mümkün olmaz. Ruh bedenden ayrıldıktan sonra beden müdahale kabul etmiyor. Ruhu da tekrar bedene kabul ettirmek mümkün olmuyor. Onun için öncelikle kendilerini mü’min-Müslüman olarak takdim eden kimseler arasındaki ayrılıkların ilmî olarak araştırılıp aradan kaldırılması gerekiyor.

Onları aradan kaldırdığımız zaman madde ile mânânın birleşmesi gerçekleşecektir. Madde ile mânâ birleşince kulluk görevimizi ifa etmek için hatalarımızdan dolayı Allah’tan affımızı talep ederek tevbe etmeliyiz.

Kulluğun ölçüsü Kur’an ve sünnettir. Eğer bir cemaatin, topluluğun ölçüsü Kur’an ve sünnet değilse ismi ne olursa olsun, kendilerini kime nispet ederlerse etsinler bu reddedilir.

Tekrar ediyorum: Bilmeliyiz ki İslam’ın maddesi ve mânâsı bir bütündür. Bu bütünün ölçüleri de Kur’an ve sünnettir. Onun için hayatımızın ölçüsünün kesinlikle Kur’an ve sünnet olduğunu bileceğiz. O zaman maddemizle mânâmız birleşecek ve Allah’a kulluk görevimizi hakkıyla ifa etmeye başlayacağız.

Daha fazla gecikmeden kendimize birazcık dönüş yapalım lütfen.


* Bu makale, merhum Ahmed Yaşar Hocaefendi’nin 27.10.2001 tarihinde gerçekleştirdiği Eyüb Sultan Sohbetleri’nden bir bölümdür.