İçeriğe geç

GEÇEN YILLAR FEYİZLİ ZAMANLAR – II

Önceki yazıda (sayıda) Ahmet Yaşar Hocaefendi ile ilgili muhtasar malumat vermiş, daha geniş açıklamaları sonraki makalede yapacağımı ifade etmiştim. Bu yazıda, faydalı olacağı ümidiyle Hocaefendi ile beraber olduğumuz yılları anlatmak; dinleyebildiğim, görebildiğim ve anlayabildiğim kadarıyla okuyucularımızın dikkatlerine arz etmek istemekteyim.

Sözlerimin başında şu hususu da belirtmeliyim ki merhum Ahmet Yaşar Hocaefendi bir derya idi. Onu anlamak, idrak etmek haddimiz olmadığı gibi anlatacaklarım da o ummandan bir katre misalidir. Şairin dediği gibi:

İdrâk-i meali bu küçük akla gerekmez

Zira bu terazi bu kadar sikleti çekmez.

Ezcümle kastım şudur: Anlatacaklarım benim anlayabildiğim, idrak edebildiğim ile sınırlıdır. Kendi penceremden görebildiklerimdir. Hakikatin aynısı olmayabilir. Yahut yanlış anlamış veya yanlış yorumlamış olabilirim. Bu sebeple bu yazıda belirtilenlerden hâsıl olabilecek yanlış anlama ve anlatımlardan Rabbimizin mağfiretine sığınıyor, rahmetli Hocaefendi’nin ruhaniyetinden istimdat ile kusurumuzu bağışlanmasını, bizlere şefaatçi olmasını niyaz ediyorum.

Daha önce(ki yazıda) belirttiğim üzere çalışmalarımızın ve faaliyetlerimizin merkezî bir yönetime ihtiyaç hissettirmesi sebebiyle Hocaefendi Yavuz Selim Vakfı’mızın kurulmasını sağlamıştı. Vakfımızın kuruluşu ile birlikte bir yandan çalışmalarımızı sahiplenirken diğer yandan da yönetim kadrosu görevlendirmeleriyle kurumsallaşmaya başladık. Hocaefendi Eğitim İşleri Müdürlüğü’ne yeğeni Süleyman Akyüz Hoca’yı görevlendirdi.[1] Süleyman Hoca bu hizmetini uzun yıllar sürdürdü. Genel Müdürlük görevini daha önce gençlik teşkilatlarında yöneticilik yapmış, çok muhterem bir âlimimizin[2] mahdûmu Mahmut Hulusi Özak kardeşimiz üstlendi. Fedakârâne çalışmaları ile vakfımızı şehrimizin ve basının gündemine taşıdı. Çok bereketli bir faaliyet dönemi başlattı. Vakıfla irtibatlı olan herkesin faaliyetlere bizzat katılmasıyla da çok büyük gelişmeler sağlandı.

Vakıflar Haftası kutlamaları Vakıflar Bölge Müdürlüğü himayesinde vakfımızın gözetiminde yapılmaya başlandı. Konferanslara katılacak konuşmacıları biz tespit ediyor, yüksek katılımlı konferanslar tertip ediyorduk. Faaliyetlerimizin artması ile bazı il ve ilçelerde şubeler açmak suretiyle etki alanımızı genişletmiş, daha geniş kitlelere ulaşma imkânı elde etmiştik. Hocaefendi şube açılan yerlere hiç yorulmadan ziyaretlere başladı. İstanbul şubesinin açılışı ile her ay orada sohbete devam ediyordu. İstanbul’un bir ilim ve irfan merkezi olması sebebiyle de çok faydalı çalışmalara vesile olundu. Hocaefendi İstanbul’da ülkemizin tanınmış âlimleri ile bir araya geliyor, ümmetin halâsı için yapılması gerekenleri istişare ediyordu…

Yazımızın devamında Hocaefendi’mizin sohbetlerinde uzun zamanlar hazır bulunmuş olma nimetinin bir şükür nişanesi olarak, hatırlayabildiğim bazı hususları kısa başlıklar halinde aktarmak istemekteyim.

Ahmet Yaşar Hocaefendi çok sade bir hayat sürerdi. Mahviyet sahibi idi. Her çeşit insanla görüşürdü. Kimseye karşı üstünlük göstermezdi. Fakat yeri geldiğinde de celadet izhar ederdi. Onu görenler ve dinleyenler, o mütevazı heyetinin derinliklerindeki ummanın varlığını hissederdi.

Hocaefendi rahmetullâhi aleyh ilim ehli bir aile ve beldenin mensubu idi. Trabzon’un Of ilçesi ilmî geleneği zirvede olan bir belde, uleması bütün Türkiye’de etkili olmuş bir irfan menbaı idi. Hocaefendi’miz de bu ilim halkalarından biri olarak ilimiz ve ülkemiz sathında ışık saçan bir âlim, aynı zamanda tasavvuf yolunun rehberlerindendir.

Tarîkat-ı Nakşibendiye-yi Âliye’nin Hâlidiye kolunun Gümüşhânevî Dergâhı mensubu ve mürşidi olarak hayatı boyunca feyz ü bereket yüklü tedris-i ilim eylemiştir.

Bu meyanda Nakşî tarikatının esaslarına dair bir sohbetinde de şöyle buyurmuştu:

Nakşibendî tarikatinin mürşidleri hem şer‘î ilimlerde hem de tasavvuf yolunda âlim ve âmildirler. Malumdur ki tarîkat, şeriatin yaşantısıdır. Dolayısıyla şeriate uymayan tarikat bâtıldır, sapıklıktır. Büyüklerimiz buyurmuştur ki: ‘Bir kimse su üstünde yürüse, havada uçsa; zerre kadar şeriate uyumsuzluğu varsa ona itibar edilmez, o kimse rehber kabul edilemez, o şeytanın yârânıdır, ona yaklaşmayın, ondan uzak durun.’ Tarikat nasip işidir. Hiç kimse, kimseyi tarikate girmesi için icbar edemez. Nasibi olan tarikatını bulur. Mürşidinin rehberliğinde dinini yaşamaya çalışır… Ehl-i sünnet itikadı, İslam’ın yorumu değil kendisidir. Ehl-i sünnet yolu, Peygamberimiz aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın öğretip yaşadığı İslâm demektir. Ehl-i sünnet dışında olanlar ehl-i bidattir…

Hocafendi’miz yorulmak bilmeden gayret ederdi. Bazen dersten derse geçerdi, biz takip etmekten yorulurduk, o sohbet etmekten yorulmazdı. Canla başla anlatır, cemaate bir şeyler daha vermeye, ahiretlerini kazandırmaya uğraşırdı. Ülkemizin ve dünyanın gündemini takip ederdi. Güçlü bir istihbaratı vardı. Olup bitenlerden haberdardı. Mütevâzı kişiliğinin, sadeliğinin örttüğü feraset ve kerameti bizlere olağan gibi gelirdi, bizler duruma sonraları âgâh olabilirdik.

Rahatsızlığı sebebiyle tedavi gördüğü hastanede, vefatından iki ay kadar önce ziyaretine gittiğimizde bizlere nasihatte bulunmuş, kendi durumuyla ilgili de şöyle buyurmuştu: “Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de mü’min kuluna genişliği yer ile gök arası kadar cennet vadediyor. Bu vad edilen cennet öyle namazla oruçla, zekâtla kazanılamaz. Ya neyle kazanılır? Belalara, hastalıklara, musibetlere sabretmekle kazanılır. Allah Teâlâ’dan sabır ve tahammül niyaz edelim…

Tevhid Akidesi

Hocaefendi, sohbetlerinde iman konusu üzerinde hassasiyetle dururdu. Tevhid akidesinin imanın temeli olduğunu belirtir, şirkten ateşten kaçar gibi kaçılması gerektiğini hatırlatırdı. Çünkü Allah Teâlâ’nın bütün günahları bağışlayabileceğini; fakat kendisine şirk koşulmasını asla affetmeyeceğini Kur’an-ı Kerim’de beyan ettiğini hatırlatırdı. Şirkin de Allah Teâlâ’nın ef‘âlinde, sıfatlarında ve/ya zâtında ortaya çıkabileceğini vurgulayarak bu hususlarda dikkatli olunmasını tembihlerdi: “Bir mü’minin, inandığı gibi yaşamak kararını vermesi gerekir. İmanın gereği budur. Tabi ki beşer olarak eksiği, hatası yahut ihmali olabilir; fakat bu kararında sabit olması lazımdır.

Bir keresinde şirk konusunda İmam Gazalî’den bir misal vererek konuyu şöyle izah etmişti: “Bir kimse ıssız bir çölde yırtıcı bir hayvanın saldırısına uğrasa, tam o anda da bir köpek gelse ve vahşi hayvanı ondan uzaklaştırsa, bunun üzerine saldırıya uğrayan kimse: ‘Bu köpek beni kurtardı, eğer o olmasaydı vahşi hayvan beni parçalardı.’ diye düşünse, bu kimse Allah Teâlâ’ya şirk koşmuştur. Çünkü kurtarmak Allah’a mahsus bir fiildir, fâil-i hakikî Allah Teâlâ’dır, kurtaran Allah Teâlâ’dır. Köpeği vesile kılmıştır. Onun için konuşmalarımızda da düşüncelerimizde de çok dikkatli olmalı, şirke düşmekten sakınmalıyız…

Cuma Namazı Meselesi

Hocaefendi herkesle ve her kesimle vaktinin imkânı nispetince görüşmekten kaçınmazdı. Yetmişli yılların sonlarına doğru, bilhassa İran devriminden sonra Ehl-i Sünnet dışı görüşler ülkemizde de gençliği tesiri altına almıştı. Yeterli dinî bilgiye sahip olmayan bazı kimseler fütursuzca yaygara koparıyor, gençleri etkiliyorlardı. Bu meyanda bazı kesimler Türkiye’de Cuma namazı kılmanın caiz olmadığını iddia ediyor, Cuma namazına katılmadıkları gibi camiye gidenlere de mâni olmaya, alaya almaya çalışıyorlardı. Bu düşüncede olan bir grup zevat akılları sıra Hocaefendi’yi ikaz etmek için ziyaretine gelmişlerdi. Hocaefendi, mütevâzı bir duruşla onları dinledi, fıkhî delilleriyle yanlış yaptıklarını izah etti. Fakat onlar taassupla direniyorlardı. Hocaefendi, bunların anlatılanları dinlemediğini, fıkhî hükümleri anlamak istemediğini görünce: “Allah Zülcelâl’in huzuruna, niye namaz kılmadınız, diye azarlanarak çıkmak yerine, niye namaz kıldınız, sorusuna muhatap olarak çıkmayı tercih ederim.” diyerek görüşmeyi bitirdi.

Mukaddes Topraklara Yolculuk

1986 yılında Özal (hükûmeti), Diyanet’e bağlı olmadan, isteyenin istediği yolla hac vazifesini ifa edebileceğine dair bir karar açıkladı. Bunun üzerine Hocaefendi rahmetullâhi aleyh hacca gitmek isteyenlerin tespiti ve işlemlerin takibi ile ilgili bir ekip kurulmasını tavsiye etti. Çalışmalara başladık, benim de dâhil olduğum 25 kişilik bir grup oluşturduk. Hac ile ilgili işlemlerin takibi için de beni vazifelendirdi.[3] Ancak o güne kadar ben hac ibadetini edayı düşünmüş değildim. Çünkü bu ibadeti ifaya yetecek maddî imkânım yoktu. Yeterli malî bedeli toparlayabileceğimi aklım almıyordu. Ama mademki Hocaefendi emir vermişti, ümitlenmeye başladım. Aklımın almadığı hac parasını temin için gayrete geçtim, neticede de toparladım. Elhamdülillah. Olmaz düşündüğüm sonunda olur hale geldi. Hocaefendi’nin bir kerameti daha böylece zuhur etti.

Pasaportların temininden sonra vize işlemlerinin takibi için İstanbul’a gittim. Orada bir arkadaşın yardımı ile uçak biletlerini Suûdî Hava Yolları’ndan, hac vizelerini de S. Arabistan İstanbul Başkonsolosluğu’ndan temin ettik. Zannedersem ağustos ayının ilk haftasıydı, Arefe gününe birkaç gün kala Trabzon’dan otobüsle İstanbul’a gittik. İstanbul Yeşilköy Havalimanı’ndan gece saat 9 gibi uçağa bindik, saat 01:30’da Cidde Havalimanı’na indik.

Cidde Havalimanı bize çok alamet bir alan olarak göründü. Havalimanının çıkışına geçtik, gecenin o saatinde hava bayağı sıcaktı. Eşyalarımız, paketlerimiz yanlarımızda ne yapacağımızı düşünürken birisi yanımıza yaklaştı. Hocaefendi’ye yaklaştı, hürmetle eğilerek “Hocam hoş geldiniz, size buradaki işlemler için yardımcı olabiliriz.” dedi. Sonra da Hocaefendi’nin elini öptü. Biz şaşkınlık içerisinde iken “Pasaportların gişeden geçirilerek Mekke’ye gidiş kaydının yapılması gerekiyor.” dedi. Pasaportları ona verdik, o da gişeye götürdü. Tabii ki çok kalabalık var. Yaklaşık iki saat sonra işlemleri halledip geri döndü. Hocaefendi o zata teşekkür etti.[4] Ardından Mekke’ye yolculuk için otobüse bindik.

Gecenin karanlığında otobüs ile Cidde şehri caddelerinden geçerken büyük binaların tepe kısımlarında ışıklı yazılar dikkat çekiyordu. Acaba bunlar devlet dairelerinin levhaları mı diye düşünürken dikkatlice bakınca bir tanesinin Japon firması Canon’un Arap harfleri ile yazılmış şekli olduğunu anladım…

Uzun bir yolculuktan sonra Mekke-i Mükerreme’ye vardık. Harem-i Şerîf’e yöneldik. Sabahın alacakaranlığında Kâbe-i Muazzama’nın minareleri göründü. Kâbe ilk görüldüğünde yapılan dua makbul, biz de hemen niyetlerimizi yapıp duaya durduk.

İkametgâh olarak, Avrupa Millî Görüş Teşkilatı ile irtibat halinde (şeytan taşlama yerine yakın) Azîziye semtinde bir bina tuttuk. Hocaefendi Milli Görüş binasında kalmayı uygun görmedi, kendimize ait müstakil bina olmasını tercih etti.

Hac menâsikini Hocaefendi’nin riyasetinde yerine getirdik. Hac ibadetinde en etkilendiğim sahne Müzdelife’ye çıkış yolculuğumuz olmuştur. Hocaefendi “Arafat’a yaya çıkacağız, sünnet olan budur.” buyurdu. Arefe gününden bir gün önce, gece yarısı yola çıktık. Binamız (daha önce belirttiğim üzere şeytan taşlama yeri Cemerât’a yakın) Müzdelife yolu üzerinde olduğu için, yaya gitmek isteyenler de bu yoldan geçiyordu. Caddede mahşerî bir kalabalık, sokak lambaları ışığında ilerleyen muazzam bir kalabalık görülüyor. Muhteşem bir manzara. İnsanlar bir noktaya odaklanmış, akıyor. Renkleri başka, dilleri başka, boyları başka, yüzleri başka, kültürleri başka… Bir sürü insan; fakat hepsi aynı noktaya, aynı hedefe odaklanmış. Bütün bu farklılıklar aradan kalkmış, birlik oluşmuş, tevhid oluşmuş. Dillerde “Lebbeyk Allâhümme lebbeyk!  Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk! İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk! Lâ şerîkelek!

Harem-i Şerîf’te tavaf esansında Hacerü’l-Esved’i (istilam ile) uzaktan selamlıyorduk. Mekke’den ayrılıp Medine’ye gideceğimiz gün, sabah namazını ilk safta Hacerü’l-Esved’in yanında kılayım, namaz bitince de ziyaretimi yapayım diye düşünerek erkenden Harem-i Şerîf’e gidip Hacerü’l-Esved’in tam önünde oturdum ve namaz vaktini bekledim. Sabah namazının farzı kılınıp sağa selam verilir verilmez Hacerü’l-Esved’e öyle bir hücum oldu ki ben o hengâmede 5-6 metre uzağa savruldum. Hüzünle ağlamaya Rabbim’e yalvarmaya başladım: “Ya Rabbi! Bu kadar yakınlaşmışken ziyaret etmeden buradan beni uzaklaştırma, nasib eyle!”…  Bir daha böyle bir fırsat bulamazdım, artık veda tavafını yapıp yola çıkacaktık. Pes etmek yok, deyip bir hamle ile yanaşmaya çalıştım. Müthiş bir izdiham vardı. Nefesim kesildi, nerdeyse boğulacaktım. Geri çekilip hüzünle Hacerü’l-Esved’e bakarken o tarafa doğru kalabalık arasından bir gurubun aktığını fark ettim. Ben de o guruba katılmak için var gücümle hamle yaptım ve aralarına katıldım. Süzüle süzüle Hacerü’l-Esved’in önüne kadar geldim. Artık sıra bendeydi. Başımı Hacerü’l-Esved’in mahfazasının içine soktum. “Ya Rabbi, Sen ümmet-i Muhammed’i bağışla!” diyebildim. Hemen sıradaki beni ikaz etti. Ben de geri çekildim. Böylece Allah Teâlâ’nın lütf u keremiyle Hacerü’l-Esved’i ziyaret etmiş oldum.

Medîne-i Münevvere’ye varınca araçlardan indik, kalacağımız yere yerleştikten sonra Mescid-i Nebevî’ye doğru yaya olarak yola koyulduk. Sabahın alaca karanlığında Mescid-i Nebevî, Ravza-i Mutahhara’nın silüeti gittikçe netleşiyor, muhteşem manzara hepimizi büyülüyor. Türbe-i Saadet’in kubbesi ve minaresi sanki bütün semayı kaplıyor. Gönlümden Şair Nâbî’nin nâ‘tı geçiyor, dilimden dökülüyor, minarelerden sanki bu mısralar okunuyor:

Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-ı Hüdâ’dır bu

Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ’dır bu

Mürâât-i edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha

Metâf-i kudsiyândır bûsegâh-ı enbiyâdır bu.

Gözlerim yaşarıyor, içim ürperiyor. Ne mübarek ifade ne güzel tembih ne muhteşem manzara. Rabbimiz Teâlâ Hazretleri’nden ne büyük lütuf ne büyük in’âm. Elhamdülillah…

Peygamber Efendimiz’in x kabr-i şerîfini ziyaret ettik. Elhamdülillah. Sonrasında Medine Pazarı’na gittik. Dükkânlarda bütün kefere devletlerin malları vardı, Kıbrıs Rum kesiminin bile. Ama bizim memleketimizden bir şey yok. Hatta haberleşmek için telefonla Amerika’yı aramak beş riyal iken Türkiye ile görüşmek on dört riyal idi maalesef…

Mescid-i Nebevî’de dikkatimi çeken bir hususu da belirtmek isterim. Tabi ki Mescid-i Nebevî her zaman tıklım tıklım dolu olur. Hele namaz vakitlerinde kıpırdanamaz hal alır. Namaz vakti yaklaşınca görevliler cemaati gözden geçirip, cemaatte varsa kadınlara dışarı çıkmalarını ikaz ediyorlar. Direnen olursa da zorla mescidin dışına çıkarıyorlar. Ondan sonra cemaatle namaza duruluyor. Bu durum muhakkak ki fıkhî bir zaruret. Ancak Kâbe’de bu hassasiyeti göstermiyorlardı. Belki oradaki kadın cemaatinin kalabalık olmalarından, belki ters tepki verme ihtimalinden. Yani kadınların safların arasında olduğu halde ve cemaatle namaz kılmaya müdahale edilmiyordu. Böyle bir durumda erkeklerin namazının ifsad olmaması için kadınların en arka saflara çekilmesine dair için hiçbir gayret gösterilmiyordu. Bu iş belki çok zordu; ama imkânsız değildi. Bu durum Hocaefendi’mizi çok rahatsız ediyordu…

Beş günlük Medîne-i Münevvere ziyaretimiz tamamlanınca dönüş yolculuğuna hazırlandık.

Suûdî Arabistan’ın (zahiren de olsa) şeriatı uygulayan bir yönetimi var. Gerek Mekke-i Mükereme’de gerekse Medîne-i Münevvere’de olsun sokaklarda insanlar yerel kıyafetleriyle, hanımlar tesettürlü, hatta peçeli olarak görünüyordu. Bu durum da bize tabii geliyordu. Ancak ne zamanki Yeşilköy Havalimanı’na indik. Ayıldık. Sanki başka bir dünyaya gelmişiz hissine kapıldım…

REYHAN Dergisi

Hocaefendi rahmetullâhi aleyh, sıkıntılı günlerde cemaatin birlik beraberliğini, devamlılığını temin için çareler düşünürdü. Bir şekilde cemaatin sürekliliğini, irtibatın sürdürülmesini sağlayacak çare olarak bir dergi çıkarılmasını tavsiye etti. Çalışmalara başlandı. Resmi başvurular yapıldı. İstanbul’daki genç kardeşlerimizin gayretleriyle dergide yazısı yayımlanacak kimselerle görüşüldü. Makaleler derlendi. Besmele çekildi. Derginin ismi REYHAN (Tasfiye ve Riyazetin Meyvesi, Nur) olarak belirlendi. Hocaefendi dergiye ilan ve reklam alınmamasını, kimseye bağımlı kalınmamasını tavsiye buyurdu. İlk sayı yayımlandı, yüzümüz güldü.

Dergide makaleleri yayımlanan isimler ise ülkemizin güzide insanları, âlimleri. Başta Hocaefendi olmak üzere merhum Prof. Osman Öztürk, Kadir Mısıroğlu, Mehmet Şevket Eygi, Mehmet Emin Saraç Hocaefendi, Enver Baytan Hocaefendi, Mahmut Toptaş Hoca, Niyazi Kasapoğlu Hoca ve ismini zikredemediğimiz daha birçok âlim… Bugün 72. sayısına ulaşmış durumda. Hocaefendimiz’in bir kerameti daha hayatiyetini sürdürüyor, Elhamdülillah.

Suriye Meselesi

Hocaefendi, pazar günleri ikindi namazından önce Râmûzü’l-Ehâdîs derslerini aralıksız kırk yıl sürdürdü. Suriye’de karışıklıkların başladığı günlerdi. O haftaki derste “Başınızda zalim bir hükümdarın bulunması, hükümdarsız olmanızdan evladır.” manasında bir hadis-i şerif geçti. Hocaefendi, hadisi etraflıca izah ederek sözü Suriye hadiselerine getirdi: “İşte görüyorsunuz, Suriye’de zalim bir devlet başkanı vardı. Müslümanlar az ve yetersiz de olsa dinî hürriyete sahip idiler. Can, mal ve namus emniyetleri vardı. Ama şu anda ne can ne mal ne de namus kaldı. Her şey tarumar oldu. Müslümanları isyana teşvik edenler, fetva verenler Allah’ın huzurunda nasıl hesap verecekler! Zalim Esad’ın ordusu var; topu, tüfeği, tankı, uçağı var. Müslümanların nesi var! Olanları da kaybettiler. Yerlerinden yurtlarından oldular. Bu başkaldırıya fetva verenler, bu hesabı nasıl yapmazlar. Din buna cevaz verir mi?! Devlet otoritesi kalmayınca maalesef felaket her yeri kaplıyor. Eline silah geçirenler birbirini kırıyor. Yazık günah değil mi, ayaklar altında çiğnenen masum yavrulara, namusları kirletilen afife kadınlara?! Vatanlarından, evlerinden edilenlere devlet idarecilerimizin sığınma hakkı vermesi takdir edilecek Ensârî bir harekettir. Ümmetin yüz akıdır. Cenab-ı Hak bunun ecrini verecektir.

Din Maskeli İhanet

F. Gülen ile ilgili Hocaefendi’den duyduklarım da çok câlib-i dikkattir. 1991 seçimleri sırasında merhum Erbakan’ın önderliğinde ittifak kurulmuştu. O günlerde Zaman Gazetesi’nde Gülen ile yapılan uzun bir mülakat yayımlanmıştı. Yazıda ittifaka karşı görüşler serdediyordu. Tabii ki garibimize gittiydi. Vaazlarında birlik beraberlikten bahseden birisinin bu tavrı şaşkınlıkla karşılanmıştı. Durumu Hocaefendi’ye danıştık. Açıklamaları son derece çarpıcı ve ezber bozucu idi.

Bu camianın, faaliyetleri herkes tarafından dikkatle izlenen, toplumda hoşgörü ve takdirle karşılanan ve mütedeyyin insanların rağbet ettiği bir yapısı vardı. Bilhassa gençlik üzerinde yoğunlaşan çalışmaları zirvede idi. Camianın bölge sorumluları da Hocaefendi’yi ziyaret eder, tavsiyelerini talep ederdi. Bölge toplantılarına bütün sivil toplum kuruluşlarını davet eder, Hocaefendi’den de temsilci göndermesini istirham ederlerdi. Dolayısıyla toplum üzerinde hâkimiyet tesis etme gayreti güderek, Hocaefendi’nin de bu çalışmaların içinde olduğu izlenimini vermeye gayret gösterirlerdi. Hocaefendi de çoğu zaman bu taleplerini -reddeder duruma düşmeden- makul bir sebeple baştan savardı. Bazen da bir temsilci gönderir, irtibatı kesmezdi. Onlar hakkında açıktan karalayıcı söz etmez, ancak onlarla fazla ilgilenilmemesi gerektiğine dikkatimizi çekerdi.

1991 seçimleri öncesi Hocaefendi’ye tavrını sorduğumuzda, fazla tafsilata girmeden “onun görünenden başka bir yüzünün olduğunu, kendisine rağbet edilmemesi gerektiğini ve yakın zamanda gerçeklerin ortaya çıkacağını” söylemişti. Nitekim çok geçmeden gerçek yüzü görünmeye başladı. Başörtüsü zulmünün şiddetli şekilde devam ettiği günlerde “Başörtüsü fürûât(tan)dır.” fetvasını(!) açıklayarak direnişi kırmaya, vesayetçi zihniyete destek olmaya çalışmış, 28 Şubat’ın acılı elemli günlerinde bir televizyon programında (devrin Başbakan’ı merhum Erbakan’ı kastederek de) “O adamla yıldızımız barışmıyor, sevemedim onu.” diyerek düşmanlığını izhar etmişti. Herhalde Erbakan’ın onun gerçek yüzünü bildiğini düşünerek bu ifadeleri kullandıydı.

Başörtüsü direnişi konusunda Hocaefendimiz’in desteği vardı. Ancak her şeyin başörtüsüne özgürlükle bitmeyeceğini, İslam’ın mahremiyet ve ihtilâtla ilgili yasaklarının başörtüsü özgürlüğü ile ortadan kalkar hale gelmeyeceğini ifade ediyordu.

17-25 Aralık (2013) olaylarından sonra malum şahıs tekrar gündem olunca Hocaefendi artık bu kişinin gerçek yüzünün ortaya çıktığını belirterek, bilmemiz gereken gerçekleri bizlere açıkladı:

Bu adam çok korkunç bir kimsedir. Arabistan’da faaliyet gösteren İngiliz ajanı vardı ya Lawrence. İşte bu ondan daha korkunç ve daha tehlikeli birisidir. Bu olaylar ortaya çıkmadan durumunu anlatsak kimseye inandıramazdık. Elhamdülillah, Cenab-ı Hakk onun gerçek yüzünü ortaya çıkardı. Ümmeti bu beladan kurtardı.

Benim eniştem bir zamanlar bunlara kapılmıştı. Ne dediysek anlatamadık. İstanbul’da oturuyordu. Bir gün beni ziyarete geldi. Çok üzgün görünüyordu. ‘Sen haklıymışsın.’ dedi. ‘Hayırdır, ne oldu?’ dedim. Dedi ki: ‘Ben bunların sohbetlerine katılırdım. Bir gün bir camide bunun sohbeti olacak dediler, gittim ki caminin içi tıklım tıklım. İğne atsan yere düşecek gibi değil. Adam vaaza başladı. Anlattı, anlattı; kendi ağladı, milleti de ağlattı. Bütün cemaat hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Bir ara aşka geldi. ‘Madem bu aklı insan(lığ)a verdin, bu Kur’ân’ı niye gönderdin!’ deyip elindeki Mushaf-ı Şerîf’i kaldırdı, caminin içine cemaatin üzerine savurup fırattı!  O bağırıp ağlayan cemaatten gık dahi çıkmadı. Üzüntümden ben de ağladım, dışarı çıktım… Böyle sapıklık olur mu? Ben nasıl bu sapığın peşine gitmişim. Beni bağışla. Allah affetsin…’

Hocaefendi’den bunları dinledikten sonra, doğrusu bu şahıs hakkında bu kadar ağır değerlendirmeleri düşünebilmiş değildim. Farklı düşüncede olduğunu biliyordum, fakat ihanete varacak bir hareket içinde olacağını hiç düşünememiştim.15 Temmuz (2016) ihaneti, darbe girişimi olduğunda işin vehâmeti ortaya çıktı. Hocaefendi’nin feraseti ve kerameti bir kere daha idraklerimize kazınmıştı. Ancak o tarihten dört ay önce Hocaefendi dâr-ı bekâya irtihal eylemişti…

Deryadan katre misali bu hatıralar ile sözlerimi sonlandırırken, başta Ahmet Yaşar Hocaefendi’miz olmak üzere ahirete irtihal eylemiş hocalarımıza, ihvanımıza ahbâb ve yârânımıza Cenâb-ı zülcelâl hazretlerinden engin rahmet, hastalarmıza acil şifalar, bu yolda sa‘y u gayret edenlere de selâmet diliyorum. İki sayıdır Yavuz Selim Vakfı ve Hocaefendi ile ilgili hatıralarımı aktarmaya fırsat tanıyan REYHAN Dergimiz’e de şükranlarımı sunuyorum. Dualarımızın sonu: “Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” olsun.


* Yavuz Selim Vakfı Mütevelli Heyeti Azası.

[1] O sıralar Süleyman Akyüz Hoca askerliğini bitirmiş, mezun olduğu Erzurum İslami İlimler Fakültesi’nde asistan olarak göreve başlamaya hazırlanıyordu. Hocaefendi’mizin teklifi üzerine vakıfta görev yapmayı tercih etti.

[2] Trabzon’un manevî önderlerinden merhum Şeyhülkurrâ Ali Haydar Özak Hocaefendi (v. 1984).

[3] Grubumuz içerisinde yer alan KTÜ Öğretim Üyesi Adnan Cora ve birkaç sene evvel rahmet-i Rahmân’a tevdi eylediğimiz Burhan Yılmaz kardeşlerimizle kutsal topraklardaki ekibimizin hizmetlerini beraber yürütüyorduk.

[4] Daha sonra bize yardımcı olan bu kimsenin Şevki Yılmaz olduğunu öğrendim. Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’nın hac organizasyonu görevlisi olarak havalimanında imiş.