İçeriğe geç
Anasayfa » USLÛB-I HAYAT

USLÛB-I HAYAT

CENNETE ŞİMDİ GİR

İnsanoğlu dünyaya geldiğinden beri tek bir gaye için çalışmaktadır. İyisi kötüsü, dindarı dinsizi, yetmiş iki milleti söz birliği etmişçesine bu gaye peşinde hayatlarını harcar ve bitirirler. Dünya tarihi boyunca yazılan tüm kitaplar, yapılan bütün savaşlar, dökülen bütün kanlar, sarf edilen bütün paralar, zamanlar ve gayretler bu nihai gayenin gerçekleşmesi içindi. İnsanları, kendisine ulaşmada tercih ettikleri yola göre iyiler veya kötüler diye ikiye ayıran bu nihai gaye ise mutluluktur.

Tuhaftır ki, Moğol hükümdarı Anadolu’yu kılıçtan geçirirken de kendi havsalasında kurduğu bir mutluluğa ulaşmak gayesindeydi, Mevlana Hazretleri Anadolu’yu ihya ederken de kendi ufuklar ötesine nüfuz eden bakışıyla müşahede ettiği bir mutluluğa erişmek gayesini gütmekteydi. Fark şu ki; biri bedbahtlığı bahtiyarlık zanneden bir sarhoş, öteki bahtiyarlığı bizzat yaşayan bir saadet insanıydı.

İnsanoğlunun ulaşmaya çalıştığı nihai gaye mutluluksa mümin bunun yolunun, yine en büyük saadet kaynağı olan imanıyla olacağını düşünür. Peki, nasıl oluyor?

Bir insanın altı iman şartını kabul etmesi nasıl oluyor da onu mutlu ediyor? Bu dünyada maruz kaldığımız bunca felaketler, tehlikeler, imkânsızlıklar ve ayrılıklar içinde insan sadece iman ile nasıl mesudâne yaşar?

 

Dinimiz bize yaratılış gayemizin ve en büyük vazifemizin Allah’a iman olduğunu söylüyor. Bu dünyada kazanabileceğimiz en büyük mevkinin ise Allah’ı bilmek (marifetullah) olduğunu ilan ediyor. Ve işte insanlığın en yüksek mertebesinde bulunan bu kişilerin (Rabbini bilenlerin) Cenab-ı Hakk’ı tanıya tanıya O’na sevgili olduklarını ve O’na sevgili olanların mertebesi olan muhabbetullahın ise şu fani dünyada insanın ulaşması mümkün en yüksek mutluluk olduğu bize haber veriliyor. Şimdi bizi Rabbimize sevgili kılacak olan Allah’ı tanıma bilgisinin, bu dünyamızı nasıl mutlu mesut bir cennete çevirdiğine bakalım;

İnsan, şu dünyada, sayısız ihtiyaçlarını temin peşinde ve sayısız düşmanla da muharebe içindedir. İhtiyacını temin edememe korkusu ve düşmanlarının gücünden gelen manevî elemler onu ezer, ürkütür. Hâlbuki bir mümin; bütün ihtiyaçlarının Rabbi tarafından karşılanacağını bilir ve bütün düşmanlarının gücünün çok ötesinde güç sahibi bir Rabbi olduğunu bilir. Bu inancı hayatının temel direği yapan bir insan hangi düşmanın gücünden ürkebilir… ki düşmanının gücünü dahi kendi Rabbi veriyor!

Yine insan iman ile minnet edilecek ve yardım istenecek yegâne varlık olarak Rabbini görür. Hiç kimseye nihaî yardımcı gözüyle bakmaz. Yüzlerce aciz ve zalim insana minnet yerine tek bir kudretli ve rahmet sahibi Zat’a dua eder O’ndan yardım ister. Böylece dünyada hem kalbi huzur içindedir hem de insanlar karşısında onurunu muhafaza eder.

Bir insan büyük bir padişahın kendisine hediye ettiği elmayı yese, o elmada onun için bir elma lezzetinin çok çok ötesinde bir iltifat-ı şahane lezzeti vardır. İman etmiş kişi ise her şeyin Rabbinin ve tüm kâinatın padişahının, kendisine sahip olduğu her şeyi karşılıksız verdiğini ve o yüceler yücesi zatın kendisini muhatap aldığını ve hatta sevdiğini bilir. Böyle bir sevgiye muhatap olmak ise bir fani için dünyadaki en büyük mutluluk ve bahtiyarlıktır.

Bütün kâinatın, rabbinin mülkü olduğunu bilen bir insan, artık hiçbir şeyin elemini çekmez. Bütün malını kaybetse alanın Rabbi olduğunu bilir, üzülmez ve büyük servetlere sahip oluverse her şeyin Allah’tan olduğunu bilip şımarmaz. Bir yakını ölse; “Rabbim onu yanına aldı” der. Kendi başına bir hal gelse; “Ben zaten O’na aidim istediği şekilde kullanır ve O bana şer olan bir şeyi isabet ettirmez.” der.

Böyle bir insanı dünyada ne korkutabilir? Tam tahkiki bir imanı elde etmiş bir mümin, dünya bomba olsa, patlasa bile korkmak bir yana “Maşallah Rabbim ne büyüktür! Kudreti ne yücedir!” diyecektir. Demek ki her türlü güzel ahlakın olduğu gibi cesaretin membaı da imandır. Mümin cesurdur ve kâfir korkaktır.

Birine bir şey verse malının azalmasından korkmadığı için karşılık beklemez, sırf Allah rızası için verir. Hâlbuki Rabbinden habersiz bir adam bir şey vereceği zaman, aklından “Bunun karşılığında ne koparabilirim.” Düşüncesini geçirir. Ya maddî bir karşılık bekler ya da itibar.  Demek imansızlık cimriliği telkin ettiği gibi iman insana cömertlik verir.

Bütün cihan halkını tirtir titreten ölüm ise mümin için bu dünyanın zahmetinden kurtaran bir terhis tezkeresidir. Hem bu dünyanın zahmetinden kurtulmuştur hem de en büyük sevgilisine kavuşmuştur. Bir kâfir için yok olma korkusuyla hayatı zehir eden ölüm, mümin için sevgiliye kavuşmadır. Bayezid-i Bistamî Hazretleri bir cenaze gördüğü zaman mevtaya gıpta edermiş.  Leyla’ya kavuşturan yola hangi Mecnun gıpta etmez?

Bütün bunlar gösteriyor ki; iman verdiği ahlak ile insanı cennete layık bir varlık haline getiriyor. Küfür ise zaten hayat ve düşünce tarzıyla insanı cehenneme layık aciz bir yaratık haline getirmektedir…

İmanlı insan cennete layık olduğu gibi imanın verdiği manevî kuvvet ve zevkle bu dünyayı da kendine bir cennet yapar. İmansız adam ise cehenneme layık olduğu gibi zaten bu dünyası da manevî bir cehennemden farksızdır.

Demek ki;

“İman manevî bir tuba-i Cennet çekirdeği taşıyor… Küfür dahi, manevi bir zakkum-u cehennem tohumu saklıyor.”*

 

Uslûb-u Hayat

İman insanı insan eder

Belki de insanı sultan eder

Küfür insanı gayet aciz

Bir canavar hayvan eder

* Bu yazının hazırlanmasında Asayı Musa ve Sözler isimli eserlerden istifade edilmiş ve alıntılar yapılmıştır.