İçeriğe geç
Anasayfa » ADALET-İ İLÂHİYYE

ADALET-İ İLÂHİYYE

Ey ma’şer-i insâniyyet! Muhakkak Allah Teâlâ adl ile “i’tidâl ve istikâmet ile” emir buyuruyor. (Nahl Sûresi, 90)

Ahlâk Nokta-i Nazarından Adâlet Nedir?

Ahlâkiyyûn; adâleti birkaç vecihle tarif ediyorlar. Ezcümle diyorlar ki adâlet; rûha mahsûs bir ulvî haslettir; her şeyi müstahakkına vermektir; her husûsta ifrât ve tefrîtten berî olarak i’tidâl ve istikâmet dairesinde yaşamaktır.

Adâlet; hem ferdî hem de ictimâî bir vazîfedir. Adâlet öyle manevî bir nûrdur ki tecellî ettiği yerleri maddeten ve ma’nen aydınlatır, ihyâ eder, her türlü i’tilâya mazhar kılar. Cenâb-ı Hakk’ın bir ism-i şerîfi de “el-Adl”dir. Adâletin ulviyetine bundan büyük şahit olamaz.

Zaten “adâlet-i mutlaka”; Cenâb-ı Hakk’a mahsûstur. İnsanların mükellef oldukları adâlet ise kendi tâkatleriyle mütenasip bir adâletten ibarettir ki adâlet-i ferdiyye, adâlet-i ictimâiyye gibi kısımlara ayrılır.

Bu Âlemde Adâlet-i İlâhiyye Nasıl Mütecellî Olmaktadır?

Malûmdur ki Allah Teâlâ Hazretleri bu mükevvenâtı pek bedî’ bir tarzda yaratmış, bu mevcûdâta pek mükemmel bir intizâm, bir istikâmet vermiştir. Bu sayede her zerre, kendisi için dâire-i imkânda bulunan kemalâtı ihrâza müsteid bulunmaktadır.

Evet… Adâlet-i ilâhiyye; bütün kâinatta pek güzel tezâhür etmektedir. Şu gördüğümüz masnûât; mahzâ adâlet-i ilâhiyye sâyesinde intizâmını, aheng-i umûmiyyesini muhâfaza edebiliyor.

Bu âlemde tecellî eden adâlet-i ilâhiyyeden bir nümûne olmak üzere, bir kere güneşi nazara alalım: her gün tulû’uyla uzviyyât âlemini inşirâha gark eden güneş; eğer üzerinde yaşadığımız bu yeryüzüne şimdiki bulunduğu mahalden daha yakın bir mesafeden bulunmuş olsa idi, yeryüzünde harâret artarak sular tebahhur eder; otlar, ağaçlar kurur, uzviyyâttan eser görülmezdi.

Bilakis güneş daha uzak bir mesafede bulunacak olsa idi, neşr edeceği ziyâdan yeryüzü kâfî derecede müstefîd olamazdı, her tarafı bürûdet kaplardı, bunun tesiriyle de yeryüzünde uzviyâttan bir şey bulunamazdı. Demek ki güneşin şimdiki mahalde bulunması adl-i ilâhînin bir latîf tecellisîdir.

Güneşin dâimâ matla’larını değiştirerek başka başka noktalardan doğması ve bu suretle yeryüzünün her tarafını ziyâsından müstefîd etmesi de adâlet-i ilâhiyye’nin zuhûrundan başka değildir. Eğer güneş bir noktadan açılacak olsa idi elbette birçok yerler ziyâdan mahrûm kalacak, birçok yerler ikâmete elverişli bir halde bulunmayacak idi.

Artık bedîhîdir ki bütün âlem-i hilkatte hükümfermâ olan bu adâlet-i ilâhiyye; bu âlemin en mükemmel bir cüz’ü olan beşeriyyet hakkında kemâl-i azametle hükümrândır. İşte bu adâletin vücûdu şüphe yok ki iyiler ile kötülerin aralarını ayıracak, herkesi lâyık olduğu cezâya kavuşturacaktır.

Adâlet-i Ferdiyye Ne Gibi Husûslarda Cârîdir?

Adâlet-i ferdiyyeye gelince bu; insanın hangi bir husûsta ifrât ve tefrîtten kaçınması, mütevassıt; mu’tedil bir hâl üzere bulunması demektir ki; başlıca i’tikâda, ibâdete, ahlâka, muâmelâta müteallik husûslarda cârî olur.

  1. İ’tikâd husûsunda adâlet; din-i İslâm’ın telkîn ettiği sahîh akîdelere nâiliyyet sûretiyle hâsıl olur. Meselâ: Bu kâinatın bir hâlık-ı kadîme ihtiyacını inkâr etmek ta’tîl-i mahzdır. Müteaddid hâlıkların vücûdiyetine kâil olmak da teşrîk-i mahzdır. Binâenaleyh bunlar ifrât ve tefrîtten ibaret olduğundan mezmûmdur, bâtıldır. Yalnız bir hâlık-ı zî-şânın vücûdiyyetini tasdîk ise hâl-i i’tidâl olduğundan ayn-ı adâlettir.
  2. İbâdet husûsunda adâlet; şer’-i şerîf dâiresinde hareket ederek mükellef olduğumuz farîzaları; vecîbeleri edâ etmekle, sünnet-i nebeviyyeye müdâvim bulunmakla tahakkuk eder. Meselâ: Bir takım zındıklar vardır ki bunlar bütün tekâlîf-i diniyyeyi inkâr ederler. Bunların bu hâli batâlettir, tefrît-i mahzdır. Hindûlar, Mânûyaler gibi bir kısım halk da vardır ki bunlar da “İbadet yapıyoruz.” diye nefislerini pek ziyâde ta’zîb ederler. Bu da terahhubdur, ifrât-ı mahzdır. Binâenaleyh ikisi de bâtıldır. Adl-i mahz ise şerîat-i münevveremizin ahkâmına tevfîk hareket ederek hem uhdemize düşen vazîfeleri îfâ etmek hem de tayyib şeylerden müstefîd olmaktır. İşte İslâmiyet’te ruhbâniyetin memnû’iyeti de bu hikmete mebnîdir.
  3. Ahlâk husûsunda adâlet; din-i İslâm’ın tavsiye ettiği ahlâkî vazîfelere riâyetle vücûda gelir. Meselâ: Nazar-ı İslâm’da isrâf ve tebzîr; ifrât-ı mahz olduğu gibi buhl ve taktîr de tefrît-i mahzdır. Cûd ve sehâ ise hâl-i i’tidâl olduğundan mahz-ı adâlettir.
  4. Muâmelât husûsunda adâlete gelince; bu da bey’ ve şirâ, icâre ve i’âre, müşâreket ve müzâra’a gibi bil-cümle ukûd ve muâmelâtta İslâmiyet’in tasvîb ettiği dâirede hareket etmekten ibarettir. Bu adâlet, en ziyâde ticâret hayâtında aranır. Bir tâcir; insaf ve adâletten mahrûm oldu mu hemen başkalarını iğfâl ve tağrîre mücâsir olur; ihtikâra meydan verir, başkalarını mütezarrır etmekten çekinmez.

İmâm Ali Hazretleri, “Nâsın yiyip içtiği şeyler hakkında kırk gün ihtikârda bulunan kimsenin kalbi kararır, kendisinde rikkat-i kalpten, hiss-i insâniyetten eser kalmaz.” buyurmuştur.

Cenâb-ı Hakk hiçbirimizi hiss-i insâ-niyetten şîme-i merhametten ayırmasın. 1*

1 *Bu yazı, merhûm Ömer Nasûhî Bilmen Hocaefendi’nin Nesâyih-i Kur’âniyye isimli eserinden alınmıştır.