Bismillahirrahmanirrahim
Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine, zatı ihdiyyetine layık hamdü senâlar olsun ki bizleri kâinatın aslı olan Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)’ya ümmet kılmıştır.
Salât ve selâmlarımız âdemoğullarının efendisi olan Fahri Kâinat Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)’ya, âl ve ashabı ile tâbiîn ve tebe-i tâbiîn üzerine olsun.
Ayrıca diğer enbiya-i îzam ve resul-i kiram hazeratına, onların âl ve ashablarına ve şerîatları geçerli olduğu devirlerde onlara tabi olanlar üzerine olsun.
İnsanoğlu yokluk âleminden varlık âlemine, varlık âleminden de sonsuz âlemlere doğru yolculuğa çıkmıştır.
İnsanoğlu bir irfan mektebi olan dünya hayatına Allah Zülcelâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerini hakkıyla tanıyarak bu yolculuğu en güzel şekilde tamamlamak için gönderilmiştir.
Kişi bu irfan mektebindeki tahsiline akıl sahibi olduğu anda başlamalıdır.
Bu mektepteki ilim tahsili bir cümlede ifade edilen iki esasın kavranmasıyla başlar. Bu iki esas “Eşhedü en lâ ilâhe illellah ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve rasûluhu” cümlesi içerisinde toplanmıştır.
Demek oluyor ki bu eğitim, öncelikle mahlûkun Hâlikını tanıması ile başlar.
Bundan dolayı bu eğitim; dünyaya gelen masum yavruların daha ismi verilmeden anne ve babaları tarafından bir kulağına ezan, diğerine ise kâmet okunarak dünyaya geldiği ilk anda başlatılır.
Böylece mü’min anne ve babalar evlâdının kulağından ruhuna doğru kendi isminden evvel Hâlikının ismini üfleyerek nakşeder.
Reyhanın ilk sayısından bu yana Hakkı tanımak için izahına çalıştığımız esasları en güzel şekilde öğrenip kavramak; mahlûkatın aslı olan Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) Efendimizi tanımakla mümkündür. Çünkü o Rasûl (s.a.v) bütün mahlûkatın aslı ve özüdür.
Kişi her şeyin aslı ve hulâsası olan varlığı tanıdığı vakit; bütün mahlûkatı da hakkıyla tanır. Mahlûkatı hakkıyla tanıyınca bu irfan mektebi olan dünyada Hâlıkını bütün esma ve sıfatlarıyla tefekkür eder.
Kul bu mektepte Allah Zülcelâl’i tefekkür ettiği kadar delil bulur. Ne kadar çok delili müşâhade ederse inancı o kadar yakîn (görür gibi iman etme) mertebesine yükselir.
Böylelikle kulun imanı, iman-ı taklîdiden îman-ı hakîkiye yükselir. Yani Allah (c.c)’ın varlığına olan inancı delilleriyle kalbine yerleşir ve kalbindeki imanı yakîn mertebesine çıkar.
Kişinin hiç bir araştırmada bulunmadan sadece insanlardan duyup öğrenerek sahip olduğu iman, taklîd-i iman olur.
Taklîd-i iman yani başkasını taklit ederek onun inandığı gibi inanmak mezheplerin bazılarının görüşüne göre her ne kadar sahih ise de; inanç esaslarını araştırma hususunda gaflete düşen bu gibi kişilerin âsilerden olduğunda bütün mezhep imamları ittifak etmiştir.
Reyhan der ki:
Mahlûku tanıyıp mahlûkattın bütün zerrelerinin Hâlıkımızın varlığının delilleri oluşu aynı zamanda mesnuat (yaratılmışlar) denilen bu kâinatın bir Sânii (yaratıp, düzenleyeni) olduğunu açıkça ispat etmektedir.
Kul, evvela mahlûktan Hâlik’e doğru yolculuğa çıkar. Kul, mahlûkattaki Hâlik’ı ispat eden delilleri yani her zerrenin o zerreyi meydana getiren bir varlığın mevcudiyetini ispat ettiğini görünce ve var olan her şeyin de bir delil olduğunu öğrenince; iman-ı tahkîki mertebesine yükselir.
O zaman yaratılmış olan her zerrenin içerisinde azametinin nihayeti olmayan sonsuz kudret sahibi Allah (c.c)’ı ispat eden delillerin mevcudiyetini görerek idrak eder.
Tefekkür ederek kâinata bakan insanoğlu, bu âlemde önce kendisini görür.
Bu müşahedeyi yapan insan tefekkürüne devam ederek kâinattaki sırları keşfe ve keşiften meydana gelen tecellilere muhatap olmaya başlar.
Cenâb-ı Zülcelâl ve’l Kemal Hazretleri bu delilleri Kur’an-ı Kerim’de iki bölüm altında ifade etmektedir.
Bunların biri âfâkî deliller diğeri ise enfûsî deliller diye ifade edilmiştir.
Âfâkî denilen deliller insan dışı varlıklardan teşekkül eder.
Enfûsî deliller ise insanın kendi nefsinde var olan delillerdir.
Allah Zülcelâl Kur’an-ı Kerim’de:
“Habibim! Onlara söyle ki yerlerde ve göklerde var olanlara baksınlar ve düşünsünler.”[1] Bir diğer ayette ise:
“Nefislerinde neler varsa onlara da düşünerek baksınlar ki Rablerini bulup tanıyabilsinler.” buyurmaktadır.
Peygamberimiz (s.a.v) de bundan dolayı “Nefsini bilen Rabbini bilir.” buyurmuştur.
Bizler de Hâlık-ı Zülcelâlı düşünüp tanımak için bu güne kadar sohbet ettiğimiz Reyhan’la karşı karşıya oturup onun hal lisanı ile bizlere seslenişini düşünelim. Onun üzerinden Allah Zülcelâl’in “düşünerek bakın” emr-i ilahisini yerine getirmeye çalışalım.
Belki de ilâhi ihsan yetişerek Reyhan vesilesi ile kalbimizde bir düşünce kapısı açılır. Bu vesileyle açılan bu kapıdan ilâhi ihsan tecellileri kalbimize çıkmamak üzere yerleşir.
Eğer bir varlıktan veya onu oluşturan bir zerrecikten gönlümüze bir düşünce kapısı açılmamışsa bizim için kâinat sis perdesi ile örtülmüş dağlar gibidir.
Muhakkak ki simsiyah heybetli bulutlar semayı kaplayınca yıldızı, ayı, güneşi ve parlak gökyüzünü de görmemiz mümkün olmaz.
Bulutların veya sis perdesinin ötesini görmemiz için azda olsa onların bir hareketine ihtiyaç vardır. Bazen çok süratli hareket eden bulutların arasından ay, güneş, yıldız ve gökyüzü veya esen rüzgârla dağılan sisin arkasından dağlar berrak bir şekilde görünse de dikkatini bunlara yöneltmeyenler bu fırsatı değerlendiremeden yine bulutlar ve sis eski hallerini alırlar.
Eğer bizler de dikkatimizi dağıtmadan bir zerreye bakacak olsaydık beklenmedik anlarda parlayan marifetullah güneşinin etrafa yaydığı feyz ve bereketlerden en güzel şekilde faydalanırdık. Böylece kalbimiz aydınlanır, basiret gözümüzün önündeki perde kalkar ve her şeyi olduğu gibi görmeye başlardık.
Biliniz ki Allah Teâlâ (c.c)’yı tanıma düşüncesinin yerleşmediği kalb adeta bir ölü halindedir.
Bunun ne demek olduğunu anlamak için diri ile ölü arasındaki, şuur ve şuursuzluk arasındaki farkın ne olduğunu araştırınız. Bu fark ne ise Allah Teâlâ (c.c) Hazretlerini tanıma düşüncesinin yerleştiği kalple bu düşüncenin yerleşmediği kalp arasındaki fark da aynıdır.
Bundan önceki yazılarımıza âfâkî delilleri düşünmenize vesile olacak küçük işaretler koymuştuk. Bunlar dikkat sahiplerinin nazarından kaçmamış olsa gerek.
Şimdi ise tafsilatlı delilleri bir araya toplayıp icmâlinin îzâhını yapmaya çalışacağız. Reyhanın geçen sayısındaki yazımızı her şeyin bir merkezden beslendiğini ifade ederek nihayete erdirmiştik.
Evet, o sayımızda Rasûl-i Kainat Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) Efendimizin Hulâsa-i Kâinat olduğunu ifade etmiştik.
Kâinatın hulâsasını tanımadan kâinatın yaratıcısını hakkıyla tanımanın mümkün olmadığını muttaki ilim ehli ifade ve ispat etmiştir.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz aynı zamanda Mir’atü’l Kâinattır (Kâinatın aynasıdır).
Basiretleri açık olanlar kâinatı onun ruhaniyetinden seyredebilirler.
İlk sayımızda mâdeniyat âlemi, bitkiler âlemi, hayvanlar âlemi, cinler âlemi, insanlık âlemi ve melekler âlemi ile bunların kısımlarından kısaca bahsederek bunların izahlarını yapacağımızı ifade etmiştik.
Bütün bu âlemlerin ve bu âlemleri oluşturan varlıkların bir maddi yönü bir de mânâ yönü vardır.
Canlı ve cansız bütün varlıkların, yerinden kaldırılamayacak kadar büyük kayaların, suyla sürüklenen çakıl taşlarının değersiz gördüğümüz kum taneciklerinin, envâ-i çeşit madenlerin hepsi, kısaca kâinatta mevcut olan her şey mânâdan maddeye dönüş yapmıştır.
Biliniz ki mânâ evveldir, ahirdir ve sonsuzdur.
Madde ise suyun üzerindeki saman çöpleri gibidir. Gelirler ve sürüklenip giderler.
Ve madde, mânâda sona erer. Maddenin sona erdiği mânâ da mahluktur.
Bundan dolayı mânâyı da kısaca izah ederek Allah (c.c) lütfederse maddeden mânâya doğru olan seyrimizi îzaha devam ederiz.
Biliniz ki mânânın başladığı nokta kâinatın aslı olan Nur-i Muhammediyye ve hakikat-ı Muhammediyye ile vasıflanmış olan Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) Efendimizin nurudur.
Cenâb-ı Hakk (c.c) evvela Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin nurunu yaratmıştır.
O Hâlikın âlemlerinde yaratılan ilk varlıktır.
Bundan dolayı Peygamberimiz (s.a.v) ’e âlem-i kebir denilir.
Her ne kadar âlemler olarak ifade edilen bu kâinatı kuşatan bir sınır varsa da, beşeri ilim ve akıl bu fâni hayatta o sınıra yaklaşamamıştır ve yaklaşamayacaktır.
Nur-i Muhammediyye, kökü derinlerdeki bir ağaç gibi dal budak vererek Şecere-i Muhammediyye ismini alır.
Bütün âlemler bu Şecere-i Muhammediyyenin nuru ile aydınlanmıştır.
Yaratılan her şey de bu Şecere-i Muhammediyyenin dal, budak ve yaprakları mesabesindendir.
Âlemleri, mânâ olarak o Nur-i Muhammediyye ile aydınlatan Allah Zülcelâl Hazretleri daha sonra Nur-i Muhammediyyeden diğer maddeleri yani anasır-ı erbea denilen ateş, su, hava ve toprak maddelerini meydana getirmiştir.
Böylelikle Allah Teâlâ (c.c) o mânâyı istediği şekil ve kudrete çevirmiştir.
Evet, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, hûlâsa-i kâinat ve ümmu’l kâinattır.
Onun için bir Hadis-i Şerifte “Allah Teâlâ evvela benim nurumu yarattı, sonra ruhumu yarattı, sonra levh-i mahfuzu yarattı sonra da kalemi yarattı.” buyurmuştur
Bir başka Hadisi Şerifte ise “Allah evvela benim nurumdan aklı yaratmıştır.” buyurmuştur.
Bu ifadelerdeki esrar bize her şeyin onun nurundan yaratıldığını göstermektedir.
Madde ise anasır-ı erbea denilen ateş, su, hava ve topraktan yaratılmıştır.
Allah Teâlâ (c.c) Kur’an-ı Kerim’de “her şeyi sudan yarattığını” haber vererek anasır-ı erbeadan evvela suyun yaratıldığını sonra da ateş, hava ve toprağın yaratıldığını bizlere bildirmektedir.
Rabbimiz birbirine zıt olan şeyleri bir araya getirip eşit bir şekilde dengelerini düzenlemiştir.
Allah Zülcelâl adâlet ölçüsü ile birbirine zıt olan su, hava, toprak ve ateşi bir denge içerisinde görevlendirerek tabiatın dengelerini koymuş ve onların mânâ ile olan irtibatları neticesinde şekil ve cisimleri değişmiş ve ilahi iradenin tecellisi ile toprak ve mâdeniyat âlemleri meydana gelmiştir.
Mâdeniyat âlemine bakınca duygusuz varlıkların yanında duygu sahibi olan varlıkların da mevcut olduğunu görürüz.
Bazı madenler vardır suyun içinde kendi merkezine çok yakın olarak yaşamaktadırlar. Kendilerine yabancı bir cisim yaklaşınca aslına yapışır ve aslından koparılması da mümkün olmaz
Bu sahada derin araştırmalar yapılırsa Allah (c.c)’ın büyük kudretinin madden ve mânen seyredilmesi mümkün olabilir.
Mâdeniyat âleminde yapışma duygusuna sahip olan varlıklar da vardır. Manadan fışkıran âlemlerin üzerinde enva-i çeşit bitkiler ve çimenler meydana gelmiştir. Bitkiler âleminde büyüyen ve gelişen nebatatlar yetişmiştir. Bu âlemde dallarında meyveler bulunan veya insanların ihtiyaçları için kullanabilecekleri ağaçlar da meydana gelmiştir.
Bütün bu varlıklar insanlığa hizmetleri ve zararları kadar değer kazanırlar. Mânânın fışkırmasıyla meydana gelen varlıklar, feyzlerini bütünüyle mânâdan alırlar. Bitkiler âleminin bazılarının kendilerine göre beyni ve hisleri vardır. Bazıları kendilerine yönelen zararlı varlıklardan korunur. Bazıları gece ve gündüzü fark ederek ona göre hayatını devam ettirir. Bazıları güneşin doğuşunu ve batışını anlar. Bütün bu davranışların hepsinde sonsuz ilahi sırlar vardır.
Allah Teâlâ (c.c) hayvanat âlemini de yaratarak insanların hizmeti için hazır hale getirir.
Evvela canlıların ihtiyaçlarını karşılamak için madeniyat âlemini halkedip onun yaradılışını tamamlayan Cenab-ı Allah (c.c) bunlardan faydalanmaları için canlılar âlemini yarattı.
Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerim’de bizlere “Semadan hayvanlar indirdiğini bildirmektedir.”[2]
Ayrıca “Biz demiri indirdik: onda güç ve yarar vardır.”[3] buyuran Rabbimiz demir ve benzeri bazı maddeleri de semadan indirdiğini bizlere bildirmektedir.
Aslolan, bütün mahlukatın sudan yaratıldığıdır. Bundan dolayı yağan yağmur taneleri toprakla birleşince ilâhi irade gereği şekillenerek asli varlığına dönüşür. Canlıların tohumları da gökten inen yağmur damlaları ile birleşip genleri meydana getirir. Aynı şekilde erkeklerin nutfesi de yüksekten aşağıya doğru indirilmektedir.
Bu yazımız burada sona ererken âfâkî seyir denilen ufuklardaki düşüncelerimizi sizlere hatırlatmak istedik.
İnşallah bu kısa düşüncelerimizi sizler daha geniş bir şekilde düşünerek sonsuz ilimleri öğrenip Allah Zülcelâli hakkıyla tanıyabilme imkânına kavuşursunuz.
Rabbim bizleri kendini tanıyan ve emrettiklerini yerine getiren kullarından eylesin.
[1] Yunus, 10/101
[2] Zümer, 39/6
[3] Hadid, 57/25