Yanı başımızdaki iki kimsenin münakaşaya tutuşması, yükselen sesler ve sertleşen ifadeler… Bütün bunlarla birlikte yitirilen huzurumuz.
Kimimiz; tartışanların sûretindeki öfkeden, kimimiz de gerilimi artırmak için sıraya girmiş kelimelerin ard arda dile gelmesinden rahatsız oluyoruz.
***
Belki çocukça bir soru olacak ama insanların bir doğru etrafında buluşamayıp ikiliğe düşmesi hatta dargın olup kavgaya tutuşmaları neden?
Bu sorunun pek çok cevabı olabileceği herkesçe malumdur ya biz konuya bir açıdan yaklaşmak niyetindeyiz. Ama kanaatimizce hayatî bir açıdan.
Cevabımızı hayatımızın içinde, çay sohbetlerimizden bir kesitte arayalım, oradaki iki arkadaşımızın konuşmasına kulak verelim.[1]
Sohbete mevzu olan bir konumuz var. Arkadaşlarımızdan birinin mevzuya dair kanaatini bütün açıklığıyla, anlaşılır kelimeler ve aklî delillerle izah ettiğine şahit oluyoruz. Buna rağmen diğer arkadaşımız gereksiz bir şekilde sözü uzatıyor, olmadık itirazlarla bizi hayrete düşürüyor. Niye böyle olduğunu anlayamıyoruz ama farkına vardığımız bir şey var:
Özenle seçilmiş kelimelerin yeterli olmayışı gibi sağlıklı bir akıl yürütme de anlaşmak için yeterli değilmiş.
Sorumuzu yineliyoruz: Neden böyle?
Acaba, zekâsıyla insanları hayran bırakan, akıl oyunlarıyla belki nice kimseleri büyüleyen bu arkadaşımız…
Kendisini her şeyi en iyi bilen (ucb),
bu sebeple de meclisteki herkesten üstün gören (kibir),
yeni şeyler öğrenmeye tamamen kapalı (cehalet) birisi olabilir mi?
Ya da arkadaşımız;
konuşmasını, etrafının tenkit veya tebriklerine göre yönlendiren (riya),
haklı bile olsa muhatabının söz söylemesine tahammül edemeyen (hased) birisi olabilir mi?
Bu kimse, muhatabının haklılığını teslim etmesi halinde dünyevî pek çok menfaatten, makam ve mevkiden mahrum kalacağı endişesiyle (dünya ve makam sevgisi) hakikati kabule yanaşmıyor hatta sesini yükseltiyor olabilir mi?
Bilemeyiz, kimseye de su-i zanda bulunamayız ama en azından biz bu ve benzeri sebeplerle yanlışa düşmemeye gayret edebiliriz.
Çünkü böyle bir durumda kaybımız hayal edemeyeceğimiz kadar büyük olacaktır.
İsterseniz bu iki arkadaşımızın yüksek mevkilere gelmiş, belki binler milyonlarca insan namına konuşacak bir temsil gücüne sahip olduğunu, meclisin de bir çay ocağı değil önemli kararların alınacağı bir toplantı salonu olduğunu düşünelim.
Müptelası oldukları ahlâkî zaafları, önü alınmayan hırsları, tahammül edilmeyen kaprisleri sebebiyle hakkı inkâr edip bizi ve toplumu huzura kavuşturacak doğru kararlarda ittifak edilmediğinde nice insanlar, aileler, nesiller zarar görecektir tahmin edebilirsiniz.
Ahirete iman eden bir kimse için bu zararın onlarla sınırlı kalmayacağı da başka bir hakikat.
Söz ahirete gelmişken… bırakalım milyon – milyar insanı etkilemeyi, düşünün ki sıradan iki insan konuşuyor. Fakat konu sıradan değil. Konumuz din-iman meselesi olsun. Az evvel zikredilen ahlâkî zaaflar nelere sebep olacak düşünebiliyorsunuz değil mi? Allah muhafaza…
Ama bu gibi kötü sahnelere dünya çok defa şahit oldu maalesef.
Hakkı anlatma mevkiindeki kimsenin kusur ihtimalini sıfıra indirmek ve doğruda buluşamamakta ahlâkî zaafların tesirini ayan beyan ortaya koymak adına sadece Rasulullah Efendimiz’in (s.a.v) saadet asrından birkaç örnekle yetineceğiz.
Ebu Cehil; İslam’ı bizzat Rasulullah’tan dinledi de neden iman etmedi sizce? Hırsı, kibri ve kaybetmekten korktuğu sahte itibarı sebebiyle olmasın?
Bunu bir Müslüman tarafgirliğiyle değil kendi beyanından hareketle ifade ediyorum: Gizli gizli Kur’an-ı Kerim dinlerken yakalandığı arkadaşı Ahnes b. Şerik’e şu ifadeleri bizzat kendi söylüyor:
“Biz ve Abdimenaf oğulları (Rasûlullah’ın ailesini kastediyor), şan ve şeref hususunda şimdiye kadar hep çekiştik durduk: Onlar halka yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar arabuluculuk ederek diyet yüklendiler, biz de yüklendik. Onlar halka bağışta bulundular, biz de bulunduk. Onlarla, baş başa giden iki yarış atı durumuna gelmiştik ki onlar: ‘İşte, bizde, kendisine gökten vahiy gelen bir peygamber de var!’ dediler. Biz bunun dengini nereden bulup onlara ulaşacağız? Vallahi, biz hiçbir zaman ona inanmayız ve onu tasdik etmeyiz!”[2]
Hakkında nice ayet-i kerimelerin nazil olduğu azılı müşrik Velid b. Muğire’nin imandan mahrumiyetine ne dersiniz?
Peygamber Efendimizin yanına gelip kendisinden Kur’an dinleyen, gönlü yumuşayan ve O’nun peygamberlik makamının hakiki sahibi olduğunu çevresiyle paylaşan Velid b. Muğire, az önce ismi zikredilen Ebu Cehil’in kendisini tahrik eden şeytanca sözleri sebebiyle küfrünü şu kelimelerle ilan ediyordu:
“Ben Kureyş’in en üstünü olduğum halde bana gelmiyor da Muhammed’e vahiy geliyor. İkimiz de iki şehrin iki büyüğü olduğumuz halde Kur’an ne bana ne de Sakif’in reisi Ebû Mes’ud’a gelmiyor da Muhammed’e mi geliyor?”[3]
Ya Ebu Talib… çok sevdiği yeğeni Rasûl-i Ekrem Efendimize neden iman etmedi acaba? Onun hak olduğuna, samimiyetine inanmıyor muydu? “Kureyşlilerin beni ayıplayarak: Ebu Talib’i buna ancak korku sevk etti demeseler seni mutlaka memnun ederdim.” sözleri maalesef bizlere Ebu Talib’den naklediliyor.[4]
Son örneğimiz dünya tarihinin akışını değiştirecek cinsten. Bu sefer başroldeki kimse Bizans İmparatoru Heraklius. Kendisine gönderilen davet mektubu karşısında kurduğu cümleleri bizlere Ebu Süfyan naklediyor:
“Muhterem bir peygamberin zuhûr edeceğini biliyordum. Lâkin sizden olacağını tahmin etmezdim. O’nun huzûruna varabileceğimi bilsem şerefli zâtını görmek için her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olaydım kendisine hizmet ederek ayaklarını yıkardım.”[5]
Fakat bu ifadelerinin sahibi Bizans İmparatoru Heraklius de hakikati bile bile inkar edenlerden. Niye mi? Sahip olduğu makamın elinden alınacağı korkusundan.
Biz asr-ı saadetten birkaç örnekle yetiniyoruz. Ama siz de biliyorsunuz ki tarih sayfaları ahlâkî zaafları sebebiyle Hakk’a tabi olamamış ya da iman ehli olmasına rağmen milyonlarca insanın helakine sebep olmuş deha derecesinde zekâya sahip, yüce ünvanlı kimselerle dolup taşmaktadır.
Ve o sayfalar bize öğretmektedir ki tartışmalara sebep olan, hakikati kabule mâni olan şeyler aslında çok da masum değiller. Bunlar öğrenildiğinde nice kimselerin nefretini mucib olması muhtemel ahlâkî zaaflarımız.
Evet şu bir hakikat ki “Onlar bir ümmetti geldi geçti. Onların kazandıkları kendilerine…”[6]
Ama bu satırları okuyan sizler! Hala hayattasınız ve yapıp ettiklerinizden bir gün hesaba çekileceksiniz.
Öyleyse, gelin bugüne kadarki küçük-büyük ailevi, ticari, siyasi tartışmalarınızı gözünüzün önüne getirin. Ama şu hadis-i şerif bu hususta yol haritanız olsun…
“Kendi ayıplarıyla meşguliyeti, onu başkalarının ayıplarıyla uğraşmaktan alıkoyan kimseye müjdeler olsun!”[7]
[1] Mevzuyu daha iyi tahlil etmek isteyenler bu iki insandan birinin yerine kendilerini koyabilirler. Ama samimi olmak ve kendimizi de kandırmaya kalkışmamak şartıyla.
[2] Zehebî, Tarihu’l-İslam, c. II, s.160.
[3] Zehebî, Tarihu’l-İslam, c. II, s.154.
[4] Beyhakî, Delâilu’n-Nübüvve, 2/346; Buhari, Cenaiz, 80
[5] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 6
[6] Bakara, 2/141.
[7] Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, c.V, s.71.