İçeriğe geç
Anasayfa » ALİ ARSLAN AYDIN HOCAEFENDİ İLE İMAN’I KAVRAMAK VE İSLÂM’I YAŞAMAK… (Mülâkat)

ALİ ARSLAN AYDIN HOCAEFENDİ İLE İMAN’I KAVRAMAK VE İSLÂM’I YAŞAMAK… (Mülâkat)

             Hocam sohbetimizin başında hayatınızın ilk günlerine gidelim. Sizden kısaca tarihçe-i hayatınızı dinlemek istiyoruz.

İlim ehli bir ailenin evladı olarak dünyaya geldim. Annem ben küçük yaşta iken vefat ettiğinden bize hem annelik hem babalık yapan babam Yusuf Ziya Bey medrese tahsili yapmış bir hoca idi. Babam, memleketimiz Gülnar’da bir süre müezzinlik ve imamlık yaptıktan sonra İstanbul’a gelmiş. Orada Fatih Dersiamlarından Ahmet Hamdi Efendi (Çarşambalı)’den icazet almış. Bu arada Darülfünun Hukuk Mektebinden de mezun olmuş. Böyle bir babanın çocuğuyum. Doğumum 1926. İlk orta tahsilimi Gülnar’da tamamladım. Benim için örnek insan babam oluyor. Onun gibi hoca olmayı düşünüyordum. Ancak bizim zamanımızda ilahiyat yok, medreselerde kapalı, ülke habersiz bir sürüklenme içinde. İslamî ilim yolu kapalı gözüküyordu. Lise okumak için Boluya Orman meslek lisesine gönderiliyorum. Orada üç sene okuduktan sonra Adana’da şef muavini olarak göreve başlıyorum. Daha sonra bölge şefliği vazifesine getirildim. Bu sırada askerlik vakti geldi ve askere gittim.

Ben hayatımın bu zamana kadar olan devresini Cahiliye Dönemi olarak vasıflandırırım. Bocalama devresinde muvakkat bir mesleğe girivermişiz o zamanki şartlarda. O çağlar, genelde memleketin tamamının cahiliye çağı. Doğu’daki medreseler devam ediyorsa da ben onları kastetmiyorum. Onlar bir istisna.

Askerlik bittikten sonra susayan bir insanın suyu kanarak içmesi gibi okumaya yöneldim. Elime İslamî muhtevalı ve davaya yönelik ne geçerse içercesine okudum diyebilirim. O sıralar Türkiyeye Irak Evkaf Bakanlığına bağlı Külliyetü’ş-Şeria fakültesinin dekanı gelmişti. Külliyetü’ş-Şeria’da okumak üzre Türkiyeden talabe alacaklardı. Bu haber gönlümde bir kıvılcım yaktı. Tam da bu sırada bir müfettiş bana “Sen yüksek tahsile hazırlanıyorsun. Ankara’da senin için bir kadro buldum, seni buraya aldıralım” diye haber gönderdi. Bu haber üzerine Ankaraya geldim. Ahmet Hamdi Akseki Hoca’ya çıktım. Bağdattaki okuldan bahsedip gitmek istediğimi söyledim. Hoca bana öncelikle Arapça öğrenmek gerektiğini söylemişti. Bunun üzerine kollarımı sıvadım ve başladım okumaya. Zamanın Diyanet İşleri Başkanı-Hüsnü Lostar’dan hadis, fıkıh, Arapça, Ahmed Davudoğlu merhumdan Arapça okudum. Bu arada hocalar, bilhassa Ahmet Hamdi Akseki Hoca “Evladım,  sen ciddi bir hoca olmak istiyorsan Arapça’yı çok iyi öğrenmen lazım. Mısır’a git ve Ezher’de oku.” diyordu. Bu söz beni bağdattan mısıra yönlendirdi.

İşte bu sıralarda Ankara’da İmam-Hatip Kursları açılması gündemde. Müddeti 10 ay olmak üzere kurs açıldı.1949. Bu kursun ilk öğrencileri içinde ben de vardım. Hepsi hepsi 8-10 öğrenciydik. Hafız Ali Güran hoca Kur’an-ı Kerim dersimize, Hasan Hüsnü Erdem Fıkıh, Yusuf Ziya Yörükan Mezhepler Tarihi dersimize giriyordu. Derslerimiz Taceddin Dergâhında yani Merhum Mehmed Akif’in eski evinde. Kursun bitmesinden sonra hayatımda yeni bir dönem başladı.

İlmî yolculuğumda ilk durak Bağdat oldu. 1950de. Fakat orada çok bunaldım, içimi bir güvensizlik duygusu sardı. Orada bir-bir buçuk ay kadar kaldım. Önce şama oradan da beyrut yoluyla iskenderiyeye geçtim. Yanımda bir bavul dolusu kitap vardı ve çalınmaması için ayakkabımın ökçesinin altına sakladığım bir miktar Reşat altını…

Mısır’a vardığımızda Mısır’da Harbiye Nazırlığı yapmış, Osmanlı paşalarından M. Salih Harp Paşa bize sahip çıktı. “Ladinî Türkiye’den 100 talebe gelmiş. Biz bunları ne yapıp edip okutmalıyız” düşüncesi vardı. Bize 5 Cüneyh maaş bağladılar. Otel sahibi de bana iyilik olsun diye ücret almıyordu. “Türk öğrenciler arasında Türkçe konuşup Arapça’yı öğrenemem” diye bir pansiyona çıktım.

Türkiye’de iken aldığım İmam Hatip Kursu diploması Ezher’de tercüme edildi ve dinî lise muadili sayılarak Ezher’e girişimde önemli rol oynadı. Bununla birlikte ayrıca bir de imtihana tâbî tutulduk. İmtihan neticesinde Usulüd’din Fakültesine girmeye hak kazandım. 1955 yılında fakülteyi bitirdim ve aynı fakültenin İlm-i Kelam Yüksek İhtisas Şubesine seçildim. Dört yıl ihtisastan sonra “el-Ba’su ve’l-Hulud beyne’l-mütekellimine ve’l-Felasife” üstaziye tezimi verdim. Bu ihtisas süresi içinde haftada 6 saat olmak üzere altı sene boyunca Kahire Enstitüsünde îlm-i Kelam ve Mantık dersleri veriyordum.

Döndükten sonra da diyanette müşavere heyeti azası yaptılar. Diyanette de tanıyorlardı. Aynı sene Konya Yüksek İslam Enstitüsünde de hocalığa başladım. On sene buraada vazife yaptım. Ankara’dan Konya’ya  her hafta gidip geldim.Yorulmadım da. Kara kışa bakmadan on sene gittim geldim. Daha sonra ek görev kalkınca bu vazifeyi benden aldılar.  Bu sırada Din İşleri Yüksek Kurulu azalığına seçildim. Kurulda üç yılda başkanlığım oldu. 1984-1988 arasında da Riyad Kral Suud üniversitesinde de misafir hoca olarak bulundum. Orada oldukça yoruldum. Aşağı yukarı her fakülteye derse girdim. Her ay yazılı imtihan vardı ve bunların okunması falan oldukça yorucuydu. Aynı zamanda ben dersi yazılı hazırlardım. Konya’da bile hep hep yazılı hazırlamışımdır. Talebeye dağıtırdım. Hatta İslâm dergisi benim ders notlarımı alıp dergide her ay neşrederdi. Sonra da zaten kalp ameliyatı oldum ve döndüm. O gün bugün Fatih Cami-i Şerifi’nde hafta da bir tefsîr derslerim devam ediyor.

Riyad’da hocalık yaptınız. Daha ziyade akaid derslerine girdiniz. Vahhabî inancını anlatmanız yönünde size bir teklifte bulundular mı?

Vahhabilik İmam Muhammed Üniversitesinde ön plandadır. Onun için beni davet ettiklerinde  dedim ki; benim inancım bellidir. O sebeple beni Camiatu’r Riyad’a davet ettiler. Burası aynen sizin fikirlerinizle eğitim veriyor dediler. Bu hususta sıkıntı çekmedik. Bizim Camia’daki hocalar ehl-i sünnet inancındaki kişilerdi.

 

          İman’ı Kavramak ve İslâm’ı Yaşamak

            Hocam zannediyoruz insanların İslâm’ı yaşama konusundaki eksiklikleri imanı anlayamamaktan kaynaklanıyor. Bize imanın inceliklerini ve iman konusunda özellikle hangi hususlarda titizlik göstermemiz gerektiğini kısaca izah edebilir misiniz?

            Efendim İslâm denince akla Kur’an ile, sünnet ile beyan edilen hükümlerin tamamı gelir. Emirlerin, yasakların tamamı. Hükümler üçe ayrılır, îtikadî hükümler, amelî (fikhî) hükümler, ahlakî ve sülük ile ilgili hükümler. İtikad île ilgili emir ve yasaklar var, ibadetler ile ilgili olanlar var, hukuk ve sosyal düzenle ilgili emir ve yasaklar var, aile hayatıyla ilgili düzenlemeler var. İslam’ın düzenlemediği bir alan hükmünü bildirmediği bir konu yok. Böyle bir alan varsa söylensin, gelin doldurun diyelim. Varsa bir boşluk gösterilsin. Hayır, hiçbir boşluk yoktur. Bunlar Kur’an’da belirtilmiştir, Rasülullah’ın hayatında belirtilmiştir. Allah Teâlâ bir Peygamber göndermiş. Masum, hata etmeyen bir insan. Kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.)’i gönderiyor. Kendisinden sonra kitap gelmeyecek bir kitap gönderiyor ayrıca Peygamberi ile… Bir din vaz’ediyor. Daha önce vazettiği dinlerin en mükemmeli. İşte bütün bunlar bir bütündür. Bunların tamamına inanmak da imanın gereğidir. Tam imanın gereğidir. Din bir bütündür. İslam bir bütündür, Kur’an’a inanıyorsan, Peygamber’e inanıyorsan dînin bütününe de inanacaksın. Mesela dînin akaidini, ibadetini, ahlakını, tanıyıp da aile nizamı için “Geçiniz onu, o 1400 yıl evveldi” diyemezsiniz. Bunu din içinde izah edemezsiniz. Cezai hükümler için “bunlar bugün için geçerli mi?” diye bir soruyu din içinde soramazsınız. Din ve iman tecezzi kabul etmez bir bütündür.             Gerçek Müslüman İslam’ın iman, ibadet ve sosyal düzeni ile ilgili bütün emirlerini öğrendikçe tafsili olarak inanmakla ve hayatında uygulamakla mükelleftir. Çünkü mücerred iman, eseri görülmediği sürece sönmek tehlikesine maruzdur. İslâm’ın değil ana hükümlerinden, adabından bile taviz vermek İslam şahsiyetiyle bağdaşmaz

Adabından bile taviz verilemeyecek bir dinin mensuplarıyız. Günümüzde ise sünneti dahi hafife alan fikirleri savunanlarla karşılaşıyoruz…

Evet, doğru diyorsunuz. Sen eğer Sünnet ‘i inkâr edersen, dinîn yüzde seksenini inkâr ettin demektir. Prensipler Kur’an’la sabit olmakla birlikte, uygulaması sünnetle belirlenmiştir. Bunlardan kesin olarak sabit olanları inkâr, küfrü gerektirir. İstihza da öyle. Hatta tahsin de öyle. Çok hassastır bu mevzu. Yani ahkâm mevzuunda kulların, kanun koyucu olan kimselerin koyduğu kanunları Allah’ın koyduğu kanunlara “tahsin ve tafdil” ederseniz bu da küfürdür. Bu, akaidde mühim bir nokta. Şu husus gayet açık: “Kur’an’ a inanıyorum, fakat bu ahkam olmaz veya yok” derseniz imanı koruyamazsınız.

            Cehalet Mazeret Değil

            Bilgisizlik dini yaşamaya bir mazeret olarak görebilir miyiz?

Bilgisizlik Allah nezdinde makbul müdür? El cevap değildir. Bugün İslam çeşitli vesilelerle gitmiş midir her yere? O halde mazeret kalkmıştır. Cahilse cehaletinin bedeli ahiretteki azaptır. Cahiliyyet bu devirde hiç mazeret değildir. Dileyen istediğini öğrenebiliyor. Televizyonda bazen acaib müzik türleri ve bunları öğrenebiliyor insan da İslam’ı bilmemek neden mazeret olsun? Öyleyse bir Müslüman için bilgisizlik hiç mazeret olamaz. “Benim kafama ters geldi” sözü de ciddiye alınamaz. Senin kafan mı esas, Kur’an mı? Sen kafana değil, Kur’an’a uyacaksın. Anlayamıyorsan anlayana soracaksın. Soruncaya kadar da aslı nasıl ise öyle inanmak vazifesi vardır. Bir Müslüman yeni bir mesele ile karşılaştı ve anlayamadı diyelim. Şeytan da zihnini kurcaladı ve inkâra doğru yöneltti. Hemen koşup bir bilene soracak. Öğreninceye kadar da inancını sürdürecek.

Bir de fısk ve büyük günah sayılan yasakları işlemek var. Cehennem yalnız münafıklara ve kâfirlere mahsus değil. “Müslümanlardan hardal tanesi kadar imanı olan cennete girecek” diye müjdeler var. Bunlar teşviktir aslında. Hardal tanesi demek, nerdeyse bir şey kalmamış demek. Bu adam, dört başı mamur bir fasıktır. Allah Teâlâ “Şirkten başka günahı dilersem affederim” buyuruyor. Ama diler mi? Bütün mesele orada, dilemekte… Çok dikkat etmek gerekiyor.

            Günümüzde dikkat edilmesi gerekilen konulardan biri de çokça gündemde tutulmaya çalışılan diyalog meselesi.  Bu mesele karşısında nasıl bir tavır sergilenmelidir?

İslâm haktır. Allah katında da İslâm’dan başka bir din yoktur. Rabbimiz bütün milletlere peygamber göndermiştir. Hiçbir milleti peygamberlik şerefinden mahrum etmemiştir. Ama her peygamber muvakkat süreliğine gönderildi ve vazifelerini hakkıyla yaptılar. Her millet peygambere muhtaçtır. İnsanların aklı vicdanı vardır ama Allah’ın emirlerini doğru olarak telakki etmek ve onu yaşamak ihtiyacı hisseder. Bunun içinde peygamber lazımdır.

Şimdi burada diyalogdan kasıt ne? Dinler arasında diyalog ise. Hak dinle batıl din arasındaki diyalogun neticesi ne olur. Sen batılsın şu sebepten denir. O da sen haksın demez itiraz eder. Bu kadar. Bunun ötesi yok. Her şey ortada. Hristiyanlarının Allah’a iman esasları muallel. Allah bir midir üç müdür, Hz. İsa peygamber midir, Allah’ın oğludur mudur, yani Allah’ın bir cüzü müdür?   Ne Allah’a iman sağlam ne peygambere iman… Kitap hangi kitap. En erken yazılan İncilleri Hz. İsa’nın vefatından kaç sene sonra. İşte birbiriyle kavgalı birçok mezhep. Birbirlerini inkâr edip duruyorlar. Aralarında mezhep savaşları sürüp gidiyor. Bizim vazifemiz bunları ortaya koymaktır.

             Başörtüsü Fetvası

            Hocam isterseniz sohbetimiz başına dönelim.Din İşleri Yüksek Kurulunda bulunduğunuzu ifade ettiniz. Bu dönemde alınan kararlardan belki de en mühimi başörtüsü il alakalı olan karardır. Askerî bir ihtilal akabinde alınan bu kararın geçirdiği safhaları anlatabilir misiniz?

 

Milli Eğitim Bakanı Hasan Sağlam Paşa zamanında İmam Hatip Liseleri’nde başörtüsü yasağı uygulanıyordu. Okullarda yöneticilerin baskısı üzerine olaylar çıktı. Bilhassa Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki kız öğrencilere yönelik baskılar arttı. Çıkan kargaşa üze­rine pasa, “Bu işi bir de Diyanet İsleri Başkanlığı’na soralım.” demiş. Nasıl olsa kendi düşünceleri paralelinde bir karar çıkacağı düşüncesiyle dönemin Diyanet İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Özgüneş’e sormuşlar.

Devlet Bakam Mehmet Özgüneş ise, 27 Mayıs ihtilalcisi olmasına rağmen, abdestinde-namazında olan bir insandı. O da bu işin uzmanları olduğunu, dolayısıyla bu yöndeki bir fetvanın Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’ndan çıkması gerektiğini söylemiş. Bunun üzerine Bakan Özgüneş, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan görüş istedi. Tayyar Altıkulaç da yeni Diyanet İsleri Başkanı olmuştu. Bakanlıktan yazı geldikten sonra hemen Din İsleri Yüksek Kurulu’na gönderildi, biz de on kişi idik. Hemen toplandık ve olayın her yönüyle görüşülüp bir fetva verilmesine karar verdik.

Din İsleri Yüksek Kurulu’nda çok değerli ilim adamları vardı ve bütün tartışmaların ortadan kaldırılması için toplantılar tertip ettik. Söz konusu fetva, sadece dini mahiyette değil aynı zamanda günün koşullan ve her türlü hukuki mevzuat da göz önünde bulundurularak alınmıştır. Kararda, başörtüsünün huku­ki altyapısı, Anayasa’ya uygunluk, uluslararası mevzuat, din ve vicdan hürriyeti ve tabii ki İslam’ın bu konudaki bakış açısı göz önünde bu­lunduruldu. Yapılan bu çalışmaların sonucunda da 7 sayfalık dört başı mamur örnek teşkil edecek mükemmel bir karar alındı.

Karar nasıl karşılandı hocam?

Diyanet İslerinden Sorumlu Devlet Bakam Mehmet Özgüneş dindar bir insandı. Kanaatimce o, bu yönde bir karar çıkacağını biliyordu. Aksini beklemek zaten abesle iştigaldir. Karar alındıktan sonra Özgüneş, hemen durumu Milli Eğitim Bakam Hasan Sağlam Paşa’ya iletti. Tabii şok olmuşlar. Nasıl böyle bir karar alınır, diye isyan etmişler. Mehmet Özgüneş ve Tayyar Altıkulaç, bunun aksine bir görüşün alınamayacağını ifade etmişler.

Tekrar günümüze dönelim ve sohbetimizi yavaş yavaş neticelendirelim. Daha geçen aylarda bile bir ilahiyatçı çıkıp başörtüsünün Yahudi geleneği olduğunu söyleyebildi. Kendilerini topluma din adamı olarak lanse ettiren bu tip insanlara söylenecek nihâî söz nedir?

Bunlar ne dediklerinin farkında değiller. İslam dininin tesettür konusundaki görüşü çok nettir. Nisa, Ahzab ve Nur surelerindeki ayetler, başörtüsünün Allah’ın emri olduğunu ayan beyan ortaya koyuyor. Hangi sözde ilahiyatçıların örtüye karsı çıktıklarını çok iyi biliyorum. Bunlar cevap verilmeyecek kadar zavallıdırlar. Başörtüsünün Allah’ın emri olduğunu ortaya koyan sayısız delil vardır. Bütün deliller de bunun farz-ı ayn olduğunu gösteriyor. Kadının vücudu tamamıyla avrettir. Nur suresinin 31. ayetinde emir kesindir. Başta Peygamber Efendimiz (sav)’in hanımlarına, kızlarına sonra bütün mümin kadınlara hitap var: ‘Dışarıya çıktığınızda örtünün’ diye. Şunu bir kez daha tekrar etmekte fayda görüyorum.

Başörtüsü gibi açık naslarla ortaya konulan meselelerde içtihad yapılmaz.

Ali Arslan AYDIN Hocaefendinin Neşredilmiş Eserlerinden Bazıları:

            * İslâm İnançları ve İlm-i Kelam

* İmanın Hakikatleri

* Amentü Şerhi

* Makaleler-Sohbetler

* Müslümanın Amentüsü