İçeriğe geç
Anasayfa » ALLAH BİZ İNSANLARIN İŞLERİNE NEDEN KARIŞMALIDIR?

ALLAH BİZ İNSANLARIN İŞLERİNE NEDEN KARIŞMALIDIR?

Dinler, felsefeler ve Kapitalizm, sosyalizm vs., insanın ferdî ve içtimaî hayatlarını düzenleme iddiasıyla ortaya çıkmış sosyal sistemlerdir. Sosyal sistemlerin bu iddiasında başarılı olabilmesi ise bu sistemlerin kurucusuna bağlıdır. Bir sosyal sistemin, insanı bütün boyutlarıyla kapsayabilmesi, insanın her türlü problemine çözüm sunabilmesi, bir problemi çözerken başka bir probleme sebep olmaması ve insanlar arasında âdil olabilmesi için sistem kurucusunun insan ile ilgili bilgisinin eksiksiz olması ve bir de bütün insanlara aynı yakınlıkta/uzaklıkta olması gerekmektedir. Ayrıca sistem kurucusu, insanı etkileyen diğer bütün varlıkları da çok iyi düzeyde tanıyor olmalı; gerçek anlamda objektif, tarafsız ve âdil olmalıdır. Kurduğu sistemde hiçbir insan, hiçbir topluluk ve hiçbir varlık diğerine tercih edilmemelidir. Aynı şekilde sistemin kurucusu kusursuz, ahlâklı ve en üst düzeyde güvenilir olmalıdır. Hiçbir şeye ve kendisinden başka hiçbir güce ihtiyacı olmamalıdır. Bu özelliklere sahip olmayan birinin kurduğu/kuracağı sistem, insanın ferdî ve içtimaî ihtiyaçlarını eksiksiz olarak ve bütün boyutlarıyla karşılayamaz. Bir yönüne yönelik olarak bulduğu çözüm bir başka yönüne zarar verir; bir grup insanın mutluluğu için başkalarının mutsuzluğuna yol açar, kusurlardan kurtulamaz ve kurduğu sistem bir müddet denendikten sonra kendisine bağlanan ümitlerin yitirilmesine sebep olur.

Yukarıda saydığımız özelliklerin bir insanda bulunması mümkün değildir. Çünkü insanın bilgisi ne kadar gelişirse gelişsin asla insanı ve evreni bütün boyutlarıyla kuşatacak genişliğe ulaşamaz. Bilimlerin gelişmeye devam ediyor olması, şu an ellerinde bulunan bilgi kütlesinin eksik olduğunun en büyük ispatıdır. Bilimler, bugün ulaştığı bilgilere dün sahip değildi; yüz yıl sonra ulaşabileceği bilgiden ise bugün yoksundur. Yani bilimler, gelişmeye devam ettiği için dün de eksikti, bugün de eksiktir, yarın da eksik olacaktır. Hele insan ve toplum ile ilgili psikolojik, biyolojik, fizyolojik, sosyolojik, siyasal vs. bilgilerimiz ise teknik bilimlere göre çok çok daha eksiktir ve bu eksik bilgi kütlesiyle kusursuz bir sistem kurmak asla mümkün olamaz. Bugün oluşturacağımız bir sosyal sistemin bir gün sonra keşfedeceğimiz bilgilerden yoksun olacağı açıktır. Bin sene sonrası için bunu düşündüğümüzde ise içinde yaşadığımız zamanda sistem kurma teşebbüslerinin çok komik olacağı anlaşılacaktır. İşte bunun için bir sistemin kurucusu asla insan olamaz. Başka bir ifade ile insanın kuracağı sistem ne kadar mükemmel olursa olsun mutlaka eksik ve problemli olacaktır.

Ayrıca hiçbir insan mutlak anlamda objektif, tarafsız ve âdil olamaz. Kendi çıkarını, yakınlarının, sevdiklerinin, taraftarlarının ve kendi toplumunun çıkarlarını mutlaka ön plana alır. Başka insanları, onların ihtiyaçlarını tam olarak düşünmez, düşünemez. Dolayısıyla bir insanın veya bir ekibin kuracağı sistem de o insan veya ekibi merkeze alan bir sistem olmaktan kurtulamaz. Basit bir örnek verelim, Dünya haritalarında Avrupa Kıtası daima haritanın üst kısmında çizilir. Küresel bir gezegenden ibaret olan Dünya’mızın altı-üstü söz konusu olamayacağı açık bir realite olmasına rağmen Avrupa Kıtasının bulunduğu kısım Yer Kürenin yukarısında çizilmektedir. Çünkü bu günkü haritaları Avrupalılar yapmaktadır. Batılıların çizdiği haritalarda Avrupa ve ABD, Dünya’nın üst kısımda çizilmektedirler. Aynı şekilde meridyen çizgilerinin başlangıç noktası yine Avrupa Kıtasının bir kasabasıdır, çünkü Batılılar kendilerini başlangıç noktası olarak görmektedirler.

Çok basit bir coğrafya uygulamasında bile bunu yapan insanlar kendilerini merkezde konumlandırmaktadırlar. Bu küçük misaller bile şu kaçınılmaz realiteyi göstermektedir: Bir sistemi kuranlar, o sistemin merkezine kendilerini yerleştirir. Bu realite insanın doğasında vardır. Dolayısıyla bir insanın kuracağı bir sistem, o insan ve yakınları için mutluluk ve kazanç kaynağı olacak iken diğer insanlar için aynı şey söz konusu olamayacaktır.

İslam Dini’nin kurucusunun bir insan olan Peygamber Efendimiz x olmadığını, aşağıdaki İslâmî kurallardan anlamak mümkündür:

1. Peygamberler miras bırakmazlar. Bu ilkeye en yüksek düzeyde bağlı olan Peygamberimiz x de miras bırakmamıştır. Bu konudaki İslâmî ilkeyi Efendimiz x “Peygamberler miras bırakmaz.” hadis-i şerifiyle bizlere bildirmiştir. Peygamberlerin miras bırakması söz konusu olsaydı onların bıraktığı fikirler, kitaplar ve kurduğu kurumlar da miras kalırdı. Fikirler ve kitaplar için telif hakkı söz konusu olurdu. Onların çocukları ve torunları bu miras için hak talep ederlerdi. Böyle bir ihtimalin önü bu ilke ile kesin ve net olarak kesilmiştir. Onun sadık arkadaşları da bu ilkeye bağlı kalmış, geride bıraktığı birkaç eşya çocuklarına ve torunlarına verilmemiş, hazineye devredilmiştir.

2. Bir peygamber ve onun çocukları, torunları ve onun neslinden gelenler zekât ve sadaka alamazlar.

Bu ilke de Rasûlullah x tarafından titizlikle uygulanmış ve başta kendisi olmak üzere hiçbir yakınının sadaka veya zekât fonundan faydalanmasına asla izin vermemiştir. Kendisinden sonra da bu ilkeye titizlikle bağlı kalınmış, İslam tarihi boyunca O’nun x soyundan gelen hiç kimseye hiçbir Müslüman zekât ve sadaka vermemiştir. Seyyitler ve Şerifler olarak isimlendirilen bu insanlar her dönemde kendilerine has kimlik belgeleriyle belirlenmiştir. Ve bu insanların bizzat kendileri de bu kurala titizlikle bağlı kalmışlardır. Osmanlı Devlet sistemi içinde ihdas edilen Nakibu’l-Eşraf’lık[1] kurumu bu ve benzeri işlerin karışıklığa meydan verilmeden takibi için kurulmuştur.

Eğer bu ilkeler olmasaydı, bütün Müslümanlar bütün zekât ve sadaka fonlarını daha fazla sevap kazanmak için Peygamberimiz’e x ve O’nun x çocuklarına, torunlarına vermeye yönelirlerdi. Onun kurduğu kurumlar, bıraktığı kitaplar, ifade ettiği fikirler de miras yoluyla torunlarına kalırdı. Onlar da bunlardan çok büyük boyutlarda kazançlar elde ederlerdi.

Görüldüğü gibi ne Rasûlullah x ne de O’nun x çocukları ve torunları İslam’dan maddî bir imtiyaz ve kazanç elde etmişlerdir.

İslam isimli yaşam sistemini oluşturan bilgilerin kaynağı Allah’tır. Allah bu en temel bilgileri Kur’an ve Peygamberimiz x aracılığı ile bizlere sunmaktadır.

İslam’ı Oluşturan Bilgilerin Kaynağı Bir İnsan Olan Rasûlullah x Değil Allah Teâlâ’dır.

Allah 9 Vâhid’dir, tektir, kaostan, kargaşadan uzaktır, berîdir. Allah 9 birdir, eşsizdir, benzersizdir, dengi ve ortağı olmayandır, ikincisi bulunmayandır. O’nun 9 eşi, benzeri, dengi, yardımcısı, destekçisi yoktur. Tek yaratıcı, tek otorite, tek hesaba çekici, tek ödüllendirici, tek cezalandırıcı O’dur 9. O 9 hiçbir varlığa benzemez. Hiçbir varlığa, hiçbir şeye, hiçbir yardıma, yardımcıya, destekçiye ihtiyacı yoktur. Her şey ve her varlık O’na muhtaçtır.

O’nun 9 otoritesini zayıflatacak, hâkimiyetini paylaşacak, etkinliğini azaltacak hiçbir varlık yoktur. Yapıp ettiğimiz her şeyin hesabını O 9 soracak, cezasını O 9 belirleyecek ve O 9 infaz edecektir. O’ndan 9 kaçış ve kurtuluş yoktur, böyle bir ihtimal muhaldir.

O’ndan 9 başka güç kuvvet sahibi ilahlar olduğu yanılgısı, insanların yaptığı bütün zulümlerin temel dayanağıdır. Bunun için İslam düşüncesinde şirk en büyük zulüm kaynağı olarak belirlenmiş ve benimsenmiştir. Allah’ın 9 tek olduğuna ve ölüm sonrası kaçınılmaz bir hesap ve ceza safhası yaşanacağına iman zayıfladıkça insanın zulüm yapma cesareti artmaktadır. Tarihe ve günümüze kısa bir bakış bu realiteyi fazlasıyla ispatlar. “Ey insanlar ve cinler topluluğu! Bütün varlığımızla sizi hesaba çekmeye odaklanacağız.”[2]

Allah 9 Alîm’dir, İnsanı En İyi Bilendir

O’nun 9 bilgisi sonsuzdur; insanı, toplumu ve her şeyi kuşatır. O’nun 9 bize bizimle ilgili verdiği her bilgi sonsuz ilminin ürünüdür. Bu hayatî bilgileri, asırlar sürecek süreçlerle bizim üretmemize bırakmaması O’nun 9 bize sonsuz merhameti sebebiyledir.

Ayrıca insan için son derece önemli olan bu bilgileri insan üretse bile mutlak olarak objektif olamayacaktır. Herkes kendi fikrini ve kendi bakış açısını en doğrusu olarak bilecek, kendi yakınlarını, kendi milletini ve ırkını diğerlerine imtiyazlı tutmaya çalışacaktır. Bu da birilerinin iyiliği için diğerlerinin mahrumiyeti sonucunu doğuracaktır.

Bunun dışında insanlar realiteyi kendi görebildiklerinden, algılayabildiklerinden ibaret sayacaktır. Doğuştan kör olan ve hayatlarında fil ile ilgili hiçbir bilgi edinmemiş olan beş kişiyi bir filin yanına yaklaştırsak ve her birini filin bir organına dokundursak ve sonra onlara filin ne olduğunu sorsak her biri fili, dokundukları organı ile tanımlarlar. Filin bacağına dokunan fili, ağaca benzeyen tüylü bir direk olarak; filin kulağına dokunan onu, büyükçe bir yelpazeye benzeyen bir şey diye; hortumuna dokunan onu sallanan bir hortum olarak; karnına dokunan da tüylü, düz, sıcak ve yumuşak bir duvar gibi bir şey şeklinde tanımlarlar. Felsefî doktrinler için de aynı durum geçerlidir. İnsan ve toplum ile ilgili bilgilerin tamamına sahip olunamadığından her doktrin sahibi filozof, insan ve toplumun kendi algılayabildiği yönü üzerinden bir sistem kurmaya çalışmıştır. Her bir sistem, gerçeğin bir yönünü gerçekten tanımaktadır. Bu noktada problem yoktur. Problem, tanıyabildiği yönü ile ilgili bilgilerini genelleyerek bu bilgilerle bütünü tanımlamaya kalkışması ve sistemini tanıdığı bu yön üzerinden hareket ederek kurmaya çalışmasıdır. Mevcut felsefî doktrinleri tarafsız ve mukayeseli olarak incelersek bu realiteyi çok açık olarak görürüz. Mesela rasyonalizm, insanın var olan aklını görür ve aklın bir bilgi kaynağı olduğunu keşfeder. Ama burada durmaz, yürümeye devam eder ve insan için tek bilgi kaynağının akıl olduğu genellemesine kapılır. Böylece akıl dışındaki bilgi kaynaklarını reddeden rasyonalizm doğmuş olur. Bunun karşısında ise sezgicilik yer alır. İnsanın sezgisi vardır. Bu fark edilir. Fakat fark edilmekle yetinilmez. İnsanın tek bilgi kaynağının sezgi olduğu genellemesine gidilir. Böylece sezgicilik doğar. Birbirine ters olan bu iki felsefî sistemin her biri, insanın var olan bir yönünü fark etmiştir. İkisinin de gördüğü şey vardır ve gerçektir. Ama onlar, realiteyi sadece kendi gördüğü yönüyle tanımlamaya kalkar.

Benzer şekilde kapitalizm, paranın ve sermayenin gücünü fark eder. Sermaye varsa bir şey yapmak mümkündür, sermaye yoksa bir ürün üretmek mümkün olmaz. Bu bir realitedir. Ama bu realiteden hareket ederek, üretilen her şeyin bütün haklarının kapitale, sermayeye ait olduğu genellemesine ulaşır. Bu genelleme sonucu kapitalizm doğar. Kapitalizm, bütün kazanç ve hakkın kapitale ait olduğunu, emeğin hakkının ise kendisi için belirlenen ücretten ibaret olduğu düşüncesini benimser. Ama diğer taraftan, kapitalizm tarafından emeğin hakkının yok sayıldığı bir başkası tarafından fark edilmeye başlanır. Çünkü üretim aşaması izlendiğinde emeğin ürün üzerinde çok büyük bir etkisi olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Bu gerçekten hareket edilerek emeğin hakkı savunulmaya başlanır. Ama bu savunma süreci, sermayenin hakkının inkârına kadar ulaşır. Ve sonunda üretilen ürünlerde sermayenin hiçbir hakkının bulunmadığı, bütün hakların emeğe ait olduğu sistemleştirilir ve sosyalizm oluşur.

Bütün bu sistemleri bu insanlar akıllarıyla bulmuşlardır. Bu sistemleri kuran insanların hepsi de akıllı, zeki ve bilgili olmalarına rağmen, birinin beyaz dediğine diğeri siyah demektedir. Birbirine ters felsefî sistemlerin varlığı, insanın realiteyi bütün yönleriyle görüp bütün yönleri içeren bir sistem kurmasının imkân dâhilinde olmadığını göstermektedir. Eksiksiz bir sistem, insanı ve toplumu bütün yönleriyle eksiksiz olarak bilen biri tarafından oluşturulabilir ancak.

Allah 9 Adl’dir, Adaletin Kaynağıdır

Yarattığı varlıklar arasında çok adaletlidir, insaflıdır. Asla zulmetmez, haktan ve doğrudan başkasını söylemez. Allah 9 açısından hiçbir varlık, akrabalık, yakınlık, ahbaplık, güzellik, yakışıklılık, milliyet gibi artı değer üretmeyen hususların etkisiyle diğerlerine üstünlük sağlayamaz.

Allah Teâlâ her varlığa, sahip olduğu imkânlar oranında ve o imkânlarla uyumlu olan sorumluluklar yükler. Asla kin, nefret, intikam, gazap, öfke gibi tutumlara sahip değildir.

İslam bir ilkeler dinidir. Allah Teâlâ nazarında her insan eşit olduğu için O’nun 9 bize gönderdiği ilkeler de gerçek anlamda adildir. Hiçbir insanın ırkı, cinsiyeti, yaşı, toplumsal statüsü, mal varlığı, hatta daha fazla ibadet yapıyor olması bile hukuk önünde ona üstünlük sağlayamaz. Üstünlük sadece ilkelere uymakla kazanılır. İnsan ilkelere uyduğu andan itibaren, ilkelere uymağa devam ettiği sürece ve ilkelere uygun davrandığı oranda üstündür. Her bir insan teki, diğer insanların sorumlu olduğu her şeyden her zaman sorumludur. Daha inançlı olan insanların toplumsal sorumlulukları azalmaz.

Allah’ın 9 bizlere bildirdiği ilkeler asla birilerini veya bazı toplumları diğerlerinden imtiyazlı kılma hedefi taşımaz. İnsanların bazılarına torpil geçmez, bazılarını diğerlerine tercih etmez. Hangi ırktan, hangi milletten, hangi sülaleden, hangi coğrafi bölgeden olursa olsun hiçbir insan ve milletin diğerlerine hegemonya kurmasını istemez. Hiçbir insanın diğerlerine kul köle olmasına razı olmaz. Hatta bildirdiği ilkelere uygun davranan Müslümanları bile sırf uygun davrandılar diye hukuk ve sosyal statü açısından üstün olarak tayin etmez. Bildirdiği ilkeler insanın kalitesini artırdığından dolayı o ilkelere uygun yaşayan insan, kaliteli insan haline gelir. O 9 bize üstün insan olmanın ilkelerini, yöntemlerini, kurallarını bildirmiştir. Bunları yaptığımızda kalitemiz artar. Bir sporcunun belirli kurallar, ilkeler çerçevesinde çalışıp iyi bir sporcu olması gibi biz de kendi tercihlerimizin sonucu iyi insan oluruz. Bu iyilik, asla içi boş bir iddia ile gerçekleşmez. Ve asla bu iyilik, bir insanın Allah adına bile olsa diğerlerine musallat olmasının yolunu açmaz. İyi insanlar üstünlük taslamayan insanlardır. Üstünlük taslamak ile iyilik birbirinin zıddıdır. İnsan ya iyidir, üstünlük taslamaz ya da üstünlük taslar, iyi insan değildir. Üstünlük taslıyorsa iyi değildir. İyi ise üstünlük taslamaz.

Bizlere gönderdiği bilgileri işte bunu sağlamak için göndermiştir. Birilerine imtiyaz sağlamak için değil.

Allah Teâlâ Mü’min’dir, Güvenilirdir

Allah 9 emniyet ve güven veren, güven telkin eden, sözüne ve vaadine güvenilen, güvence veren, şek, şüphe, endişe ve tereddütleri izale eden, kendisine sığınanları koruyandır. Gerçek Mü’min (güvenilir varlık) Allah Teâlâ’dır.  O 9 asla yalan söylemez, vaadine ters davranmaz. Kullarının sırlarını korur.

O’nun 9 Mü’min kavramıyla tanımlanan vasfı, bilim ve teknoloji üretmemizin de zeminini oluşturur. Bugün elde ettiğimiz ileri düzeydeki teknolojik her şey, O’nun 9 yarattığı kimya ve fizik kanunlarının oluşturduğu güven ortamında mümkün olabilmiştir. Bir jet motorunun içinde bin dereceye kadar ısındığı ve kıpkırmızı kor haline geldiği halde erimeyen ve tonlarca ağırlıktaki uçağın o müthiş ağırlığını taşıyan metal türbini yapabilmemiz O’nun 9 koyduğu fizik ve kimya kanunlarına güvenmemiz sonucudur. O 9, evrende var olan güvenin kaynağıdır. Biz insanlarla ve toplumla ilgili gönderdiği bilgiler de kimya ve fizik kanunları kadar güvenilirdir.

Yüce Rabbimiz, bizlere merhametinin eseri olan Yüce Dininde insanların da güvenilir olmasını emretmektedir. Bunun için kendisine inanan insanları güvenilir anlamına gelen kendi ismiyle, Mü’min olarak isimlendirir. İşte bu yüzden Peygamberimiz x yalan söyleyen, emanete ihanet eden, sözleşmelerine sadık kalmayan, sözünde durmayan, insanları aldatan kişilerin münafıklık alameti taşıdıklarını, mü’minlik yani güvenilirlik vasıflarını kaybettiklerini ifade etmiştir.

Allah Teâlâ Samed’dir, Hiçbir Şeye Muhtaç Değildir

Hiçbir konuda hiçbir varlığa muhtaç değildir. Hiçbir eksiği, gediği, açığı, ihtiyacı yoktur.  O’nun 9 üzerinde herhangi bir makam ve mevki yoktur. Her varlığın kendisine muhtaç olduğu tek varlıktır. İnsanların ve diğer varlıkların yaşamlarını şöyle ya da böyle yaşamalarına O’nun 9 ihtiyacı yoktur. Bizlere bildirdiği dine, gönderdiği kitaba ve elçiye (Peygambere) bizim sahip çıkmamıza, insanların bunlara uygun yaşamasına ve bunun sonucunda mutlu ve huzurlu olmalarına da Allah’ın ihtiyacı yoktur. Bizim yaptığımız hiçbir iyiliğin O’na 9 hiçbir katkısı ve etkisi olamaz, yaptığımız hiçbir kötülük de O’ndan 9 hiçbir şey eksiltmez.

İslam, işte bu özelliklere sahip olan Yüce Rabbimizin bizler için hazırladığı küllî sistemin adıdır. İslam dışındaki din ve sistemler ise tepeden tırnağa kurucularının eksiklikleri ile dolu olan sistemlerdir.


[1] Nakibu’l-Eşraf, Rasûlullah’ın x soyundan olan bir kimsedir ve kendisi gibi O’nun x soyundan gelen kişilerin dönemsel başkanıdır.

[2] Rahmân, 55/31.