İçeriğe geç
Anasayfa » ALLAH RASÛLÜ’NE KARŞI EDEBİMİZ

ALLAH RASÛLÜ’NE KARŞI EDEBİMİZ

Peygamber Efendimiz’e (sav.) imanın kemal derecesine ulaşması için O’nu anne-babamız, evladımız, malımız, canımız da dâhil olmak üzere her şeyden çok sevmeliyiz. Böylesine bir sevginin kalbimizde yer etmesi için mü’min dâimi bir gayret içerisinde olmalıdır. Bu gayretler arasında sünnet-i seniyyeye ittiba etmek, Peygamber Efendimiz’in (sav.) her bir sünnetine, hatırasına, ashabına, ehl-i beytine muhabbet beslemek hemen ilk akla gelenlerdir. Allah Rasûlü’ne göstereceğimiz üstün bir edep ile bu gayretlerimiz taçlanacak, her bir amelimizin değeri katlanacaktır. Yine bu edep sebebiyle umulur ki imanımız kâmil bir dereceye ulaşacaktır.

Allah Teâlâ, Rasûlünü yüceltmeyi, O’nun huzurunda son derece edepli davranmayı bizlere farz kılmış, O’na en üstün saygının gösterilmesi gerektiğini bildirmiştir:

“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin; birbirinize yüksek sesle konuştuğunuz gibi Onunla konuşmayın. Yoksa yaptığınız iyilikler mahvolup gider de farkına bile varmazsınız.”[1]

Bu ayet-i kerimenin nüzûlüyle ilgili şu hâdise zikredilir:

Temimoğulları’na içlerinden bir emir tayin edilecektir. Hazreti Ömer, Ka’kaa bin Ma’bed adlı sahabiyi, Hazreti Ebubekir ise Akra’ bin Hâbis’i emir olarak Rasûlullah’a teklif ederler. Aralarında bir tartışma cereyan eder ve Hz. Ebubekir: “Sen sırf bana karşı çıkmak için böyle yapıyorsun.” der. Hz. Ömer de: “Hayır, benim öyle bir niyetim yok.” diyerek cevaplar. Bu sırada Rasûlullah’ın bu iki güzide sahabisi –radiyallâhu anhumâ- farkında olmadan O’nun (sav.) huzurunda seslerini yükseltmiştir.

Yukarıdaki ayet-i kerime nâzil olduktan sonra ise Hz. Ömer, Allah Rasûlü (sav.) ile fısıltıyla konuşmaya başlar. Çoğu zaman söylenenleri işitemeyen Allah Rasûlü (sav.) tekrar etmesini buyurur, Hz. Ömer de ancak o zaman normal bir sesle sözünü tekrar ederdi. Hz. Ebubekir de bu ayet-i kerime nâzil olduktan sonra Allah Rasûlü ile konuşurken sır verirmiş gibi fısıltı ile konuşacağını bildirmiştir.

“Rasûlullah’ın huzurunda seslerini kısanlara gelince; işte onlar kalplerini Allah’ın takvaya erişmeleri için samimi kıldığı kimselerdir. Onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.”[2]  ayet-i kerimesi de işte Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer ve diğer ashab-ı kiramın -radıyallahu anhum ecmain-  bu şekilde davranmaları sebebiyle nazil olmuştur.

***

Ashab-ı kiram, Rasûlullah’ın huzurundayken başlarında birer kuş varmış da hareket ederlerse uçuverecekmiş gibi dikkatle ve başları öne eğik otururlardı.[3] Bu edepli oturuş sebebiyledir ki Amr ibnü’l-Âs da Rasûlullah’ın mübarek cemaline doya doya bakamadığını, Allah Rasûlü’nü (sav.) anlatacak olsa bu işi hakkıyla yapamayacağını söylemiştir.

Ashab-ı kiram,  -aman Rasûlullah’ı rahatsız etmeyelim-  endişesiyle O’na soru sormaya da çoğu kere cüret edememişlerdir. Allah Rasûlü’nü ziyarete gelen bedevilerin O’na rahatça soru sormalarını fırsat bilmişlerdir.

Rasûlullah Efendimiz’e karşı riayet edilmesi gereken adabın bir neticesi de O’na ismiyle/künyesiyle hitap etmemektir. Ashab-ı kiram; canlarından çok sevdikleri Peygamber Efendimiz’e; Yâ Rasûlallah, Ya Nebiyyallah diyerek hitap etmiştir. Aynı zamanda Allah Rasûlü’nün ism-i şerifi zikredildiğinde salavât-ı şerîfe getirmek de Allah Teâlâ’nın ve Rasûlü’nün emir buyurduğu adabdandır.

Peygamber Efendimiz (sav.) hayattayken O’na nasıl saygı göstermek gerekiyorsa vefatından sonra da aynı şekilde hürmet etmek, şahsını yüceltip saygı göstermek gerekir. Tebe-i tabiin neslinden Abdurrahman b. Mehdi (v.198/813) hadis-i şerif okuduğu zaman yanındakilere sessiz olmalarını söyleyip: “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin…” ayetini okumuş ve “Allah Rasûlü (sav.) konuşurken Onu nasıl dinlemek gerekirse hadis-i şerif dinlerken de öylece susup dinlemek gerekir.” diyerek onları ikaz etmiştir. 

Mescid-i Nebevî’yi ziyaret eden mü’minler de bu ayet-i kerimenin hükmünce hareket etmeli, O’nun huzurunda en üstün edebi göstermelidir. Fahr-i Kâinat Efendimiz’e (sav.) hürmet ve edep emri O’nun hayatında olduğu gibi kıyamete kadar da ravzasında daimidir. İmam Malik -rahmetullahi aleyh- (v.179/795) Mescid-i Nebevî’de sohbet ettiği Abbasi Halifesi Ebu Cafer Mansur’a: “Ey mü’minlerin emîri! Sesini alçalt. Zira Allah’ın ihtarı senden daha faziletli kimseler üzerine indi.” diyerek “Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin.”[4] ayetini okumuştur.

Mescid-i Nebevî’de gereksiz yere dünya kelamı konuşmama, boş sözleri terk etme, dillerin, gönüllerin zikrullah ile meşgul olması mü’minin dikkat etmesi gereken âdâbdandır.

Bu âdâbın bir icabıdır ki İmam Malik -rahmetullahi aleyh- Medine-i Münevvere hudutları içinde hayvana binmezdi. Sebep olarak da: “Ben Allah Rasûlü’nün ayağıyla bastığı bir yere bineğimin ayağını bastırmaktan hayâ ederim.” derdi. İmam Malik bu mübarek beldenin hudutları içerisinde def-i hâcetini yapmaktan da sakınmış, şehrin hudutları dışına çıkmıştır.

Bu büyük imamdan asırlar sonra Sultan Abdülmecid devrinde de Mescid-i Nebevî’nin tamiratı esnasında ustalar zikirlerle anlaşmışlar, dünya kelamı konuşmamışlardır. Çekiçlerine keçe bağlayarak çalışmışlardır. Hicaz Demiryolu’nun Medine-i Münevvere’ye yakın kısımlarına da bizzat II. Abdülhamid Han’ın emriyle raylara keçe döşenmiş, Rasul-i Ekrem Efendimiz’in incinmesinden endişe edilerek gürültüye mani olunmaya çalışılmıştır.

Ahmet Yesevi Hazretleri 63 yaşına erişince, Allah Rasûlü bu yaşta ahirete irtihal eyledi, artık yeryüzünde dolaşamam, diyerek yerin altındaki çilehanesine çekilmiş, irşad faaliyetlerine oradan devam etmiştir.

Bu anlayışın bir neticesi olarak; ecdadımız, 63 yaşına erişince yaşını soranlara: “Haddi aştık.” diye cevap vermişlerdir.

Yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi Allah Rasûlü’ne karşı göstermemiz gereken hürmeti ve üstün edebi; ailesine ve ashabına da göstermemiz gerekir.

Allah Rasûlü’nün eşlerine, ashabına, sevdiğine, sevilmesini buyurduğu kimselere, eşyalara hürmetsizlik; Ona (sav.) hürmetsizlik olacağı için bu hususta da mü’minlerin titiz olmaları elzemdir.

“Onun eşleri de mü’minlerin anneleridir.”[5] ayetinde buyrulan annelik neseb yönünden değil, saygı ve sevgi bakımındandır. Annelerimize gösterdiğimiz sevgi, hürmet, edebin daha fazlasını Peygamber Efendimiz’in pâk eşlerine de göstermenin gerekliliği bu ayet-i kerimenin bir icabıdır.

“Kim ashabıma eziyet ederse bana eziyet etmiştir. Kim bana eziyet ederse kesinlikle Allah’a eziyet etmiştir. Kim Allah Teâlâ’ya eziyet ederse Allah Teâlâ’nın onu yakalayıp alıvermesi umulur.”  hadis-i şerifinde de buyrulduğu üzere Allah Rasûlü’ne göstereceğimiz edebi, hürmeti bir bütün olarak düşünmeliyiz. Tek bir ashabına, bir tek hatırasına hürmetsizlik Allah’ın azabına uğramaya sebep olabilir.

***

İmam Ebu Yusuf’un da bulunduğu bir sofrada kabak yemeği yenirken Peygamber Efendimiz’in (sav.) kabak yemeğini sevdiği zikredilmiş, bunun üzerine oradaki bir şahıs: “Ben kabak yemeğini sevmem.” demiştir. İmam Yusuf bu kimsenin, bu sözü Peygamber Efendimiz’e hakaret maksadıyla söylemesi halinde öldürülmesini emretmiştir. Daha sonra adamın hakaret maksadı taşımadığı, kabak yemeğini sevmediği için bir anda düşüncesizce bu sözü zikrettiği ortaya çıkınca bu fetvası tatbik edilmemiştir.

Yüzyıllardır korunan bu edep ve hürmet çizgisi günümüzde maalesef hadis-i şeriflere, ashab-ı kirama rahatlıkla dil uzatan akılsızların yaptığı edepsizlikler ile sarsılmaktadır. Birçok akla ziyan sözlerle, davranışlarla edep hudutları ihlal edilmektedir. Hâlbuki edep sınırlarının ihlal edilmesiyle Allah Rasûlü’nün, ashabının, ehl-i beytinin kıymetinden bir şey eksilmeyecektir. Hâkezâ edepli davranarak da O’nun üstün kıymetlerine bir şey katmamız söz konusu olmayacaktır. Bilakis bu edebe riayet eden kimselerin Allah katında kıymeti artacak, Allah o kimseleri iki cihanda da mesrûr, mübarek kullarından eyleyecektir. Yazımızı Allah Râsulü’nün ashabından, şairi Hassan bin Sâbit’in 4 bir beyti ile noktalayalım:

ما إنْ مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقالَتِي

وَلَكِنْ مَدَحْتُ مَقالَتِي بِمُحَمَّدِ

“Ben sözlerimle hâşâ ki Rasûlullah’ı övmüş olayım. Ancak O’nu senâ etmekle sözlerimi kıymetlendirip, değerlendirdim.”


[1] Hucurât, 49/2.

[2] Hucurât, 49/3.

[3] Ebû Dâvûd, Tıb 1, nr. 3855; Tirmizi, Tıb 1, nr. 2038.

[4] Hucurât, 49/2.

[5] Ahzab Sûresi, 33/6