İnsanoğlu, var oldu olalı, doğru-yanlış birçok fikrin ardınca gitmiş ve fikirleri uğrunda zamanını, malını hatta canını dahi göz kırpmadan verebilmiştir.
İnsanı bunca fedakârlıklara sevk eden temel unsur sevgidir. Bu sebeple Allah Zücelâl’in en büyük nimetlerinden biri olan sevgi meylinin mecrâını çok iyi tespit etmek gerekmektedir.
Sevgi mecrâını tespitteki başarı ise yaratılış gayesini idrakle doğru orantılıdır. Yani dünyaya gönderilişten maksadın Allah Teâlâ’ya kulluk olduğunu bilmekle… Allah’ı ve Rasûlünü maldan, anne-baba ve aileden hatta candan daha çok sevmedikçe gerçek manada iman edilemeyeceği şuurunda olmakla…
Bu şuura sahip olabilmenin, yani Allah Zülcelâl’i sevmenin yolu ise Mâide Sûresi’nin 54. ayet-i kerîmesinde gizli. Ayet-i celîledeki ilâhî tertîb bizlere Allah Teâlâ’yı sevebilmenin O’nun sevgisine mazhar olabilmemize bağlı olduğunu öğretiyor:
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.”
Öyleyse işin başı Allah Teâlâ’nın sevgisini, rızasını kazanmaya çalışmaktır.
Ama nasıl?
Sorunun cevabı Kur’ân-ı Kerîm’de mevcut. Kitabımızda, sekiz sınıf insan için “Allah onları sever.” müjdesi yer almaktadır. Bu sekiz sınıftan biri de adalet sahibi olanlardır[1]:
“Şüphe yok ki; Allah Teâlâ âdil davrananları sever.”[2]
Adalet, İslâm binasının köşe taşlarından biridir ve tesiri bütün hayata şâmildir. İnsanın öncelikle kendi nefsine karşı göstereceği adalet sırasıyla bütün insanlığı kuşatır. Ve genişleyen bu çemberle birlikte kul, Rabbinin rızasına adım adım yaklaşır.
İnsanın kendi hayatında adaleti tesisi, tarih boyunca nice âlimlerin dile getirdikleri ve İmâm Gazzâli Hazretleri’nin de Mizânü’l-Amel isimli eserinde genişçe ele aldığı[3] üzere, sahip olduğu kabiliyetlerinde itidâli sağlamasına bağlıdır. Müfessir Âlûsî (r.h), Rûhu’l-Meânî isimli tefsirinde Nahl Sûresi 90. ayet-i kerimeyi tefsir ederken adaleti bu şeklinde anlamış ve şu ifadeleri kullanmıştır:
“Muhakkak ki, Allah Teâlâ adâleti emreder.
Adaleti, yani ifrât ve tefrît arasında yer alan orta yola riâyeti emreder ki; bu durum bütün faziletlerin esasıdır.
Aklî meleke kuvvetinden doğan ve cerbeze ile belâdet uçları arasında yer alan hikmet fazileti; hayvânî, şehevî kuvvetin neticesi olup fücûr ve cümûdun arasında yer alan iffet fazileti, öfke ve gazab kuvvetinden doğan, tehevvür ile cübn arasındaki şecaat fazileti bu kelimenin içerisinde mündemiçtir.”[4]
Yani tefekkür, gazab ve şehvet kuvvetlerini mutedil bir halde kullanabilen kimse adalet sahibi olarak zikredilmeye lâyık olur.
İnsanoğlunun sahip olduğu bu meziyetleri tek tek anlamaya çalışalım:
Nutk/Tefekkür
Düşünme, akletme kabiliyeti insanoğluna verilen ve onu diğer canlılardan üstün kılan en önemli meziyettir. Böyle olmasına rağmen her insanın bu kabiliyetini lâyıkıyla kullanamadığı da apaçık bir gerçektir. Kimisi düşünme melekesini bir kenara terk ederek, doğruyla yanlışı ayırt edemez hale gelmekte ve aklını birilerinin emrine verip onlara –farkında olsun olmasın- kul köle olmaktadır. Bu durum o insanı yavaş yavaş diğer canlılarla aynı seviyeye hatta onlardan da daha aşağı bir mevkie indirebilmektedir. Bu hale belâdet[5] ismi verilmiştir.
Kimi insanlar ise aklında, tefekkür kabiliyetinde bir sınır kabul etmemekte ve hiçbir meseleyi istisnâ etmeden her hususu idrak edebileceklerini, her konuda konuşabileceklerini, en azından konuşabilmeleri gerektiğini ifade etmektedirler. Hâlbuki bazı derin mevzular vardır ki; akıl terazisi o mevzuları tartabilecek durumda değildir.[6] Ziyâ Paşa’nın ifade ettiği gibi:
İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez
Zîrâ bu terâzi o kadar sikleti çekmez
Bu hakikatin farkında olamayan insanların içinde bulundukları duruma ise cerbeze hali denilmektedir.
İnsanda var olan nutk (düşünce, akletme) kabiliyetinin itidali ise eşyanın mâhiyet ve hakikatini akılla bilebilme, zor zamanlarda, hâdiselerin azdığı anlarda kendini koruyabilme manalarına gelen hikmettir.
Gazap
İnsan tabiatında var olan ikinci temel kuvvet ise gazaptır. Gazap nefsin, nefret edilen şeyleri defetmek için sergilediği bir tavırdır.[7] Bu gücün düşüncesizce kullanılmasına tehevvür denilir. Bu durumdaki bir insanın kızgınlıkta, sinirlenmede ölçüsü yoktur. Pireyi deve yapmak tehevvürün neticesidir.
Tehevvürün tam zıttı ise cebânettir. Korkaklık diyebileceğimiz bu hal insanın bütün değerlerinin elinden alınmasına sebep olabilecek hasîs bir durumdur. Sahip olduğu makamdan uzaklaştırılma korkusu, itibarının zedeleneceği endişesi hatta hayallerine ulaşamayacağı zannı dahi bu haldeki insanın pek çok taviz vermesine sebep olabilir.
İki uç nokta olan ölçüsüz kızgınlık ve korkaklığın itidali şecaattir. Şecaat gerektiği yer ve zamanda gösterilen cesaret ve yiğitliktir.[8] İnsan sahip olduğu bu vasfı sayesindedir ki hakkı müdafaa eder, gördüğü yanlışlara müdahale eder.
Şehvet
İnsanın sahip olduğu üçüncü meziyeti şehvet hissidir. Şehvet, nefsin arzu ettiği bedenî ve süflî arzulara meyletmesidir. Bu kuvvetin mutedil hali iffettir. İffet, nefsânî arzuların dizginlenmiş şeklidir. İslâmîyetin ve insan fıtratının uygun gördüğü, müsaade ettiği kadarıyla nefsin isteklerine cevap vermektir. Evlilik, insanı zinde tutacak seviyede yemek-içmek hep bu halin icabıdır. Bu kabiliyetin ifrât ve tefrît hallerine fücûr ve humud/cumud denilir. Fücur, hiçbir sınır tanımaksızın, helal haram bilmeksizin nefsin arzularına mağlub olmaktır. Nikâhsız birliktelikler, bitmek bilmeyen istekler, sonu gelmeyen yeme içmeler, lüks düşkünlüğü hep fücur halinin neticeleridir. Bu halin tam zıttı olan humud ise insanın kendini ruhbanlaştırması, meşru arzularını dahi ihmal etmesidir.
İnsan zikredilen bu üç mevzuda itidale yaklaşabildiği ölçüde adalet vasfını elde etmiş olur ve Rabbinin rızası yolunda ilerler.
Böyle bir insan, yani nerede nasıl hareket edileceğini bilen, kime karşı nasıl davranılacağının bilincinde olan ilim ve hikmet sahibi, gerektiğinde hak bildiğini söylemekten çekinmeyen, kınayanın kınamasından korkmadan gerçeği ifade edebilen cesaret sahibi insan, İslâmî ahlâk ve maneviyâtı bütün hal ve davranışlarına sindirmiş iffetli kimse;
Hüküm vereceğinde, hikmetle hareket eder zengin fakir ayrımı, kuvvetli zayıf farkı gözetmez, akrabası, anne babası ve hatta kendisi aleyhinde dahi olsa adaletten sapmaz.
Çünkü o, insanlar arasında hüküm verdiğimizde adaletle hükmetmemizi emreden bir İlâh’a iman etmiş, O’nun indirdiği kitaba Kur’ân-ı Kerîm’e teslim olmuş ve adaletle emrolunan bir peygambere ümmet olmuş kimsedir.[9] O, Rabbinin rızasını kazanmaya tâlib bir kuldur ve Rabbi ona şöyle buyurmaktadır:
“Bilin ki Allah sizlere emanetleri (vazifeleri) ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmederken adaletle hükmetmenizi emir buyuruyor. Bakın Allah sizleri ne güzel bir şeye irşad ediyor. Allah’ın söylediklerinizi işittiğine, işlediklerinizi gördüğüne şüpheniz olmasın.”[10]
Sevginin ve ahbaplığın; kızgınlık ve düşmanlığın adaletle hükmetmekten alıkoymaması gerektiği Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça emredildiği gibi Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) tarafından da ümmetine daima hatırlatılmıştır.
Efendimizin sohbetiyle müşerref olmuş seçkin sahâbîlerden Abdullah b. Revâha (r.a)’nın Yahûdî Hayber halkına gönderildiğinde söylediği şu sözler nebevî telkinlerin neticesidir:
“Size, yaratılmışların en sevgilisi olan Rasûlullah tarafından gönderildim. Ama ona olan sevgim ve size olan buğzum, beni asla aranızda adaletsiz davranmaya sevk etmeyecektir.”[11]
Abdullah b. Revâha gibi nice sahâbî, hükümlerinde hep adaleti esas kabul etti, çünkü onlar Rasûlullah Efendimizden şu müjdeyi bizzat dinlemişti:
“Hükmünde, yönetimi ve velâyeti altındakiler hakkında âdil davrananlar, Allah katında nurdan minberler üzerinde olacaklardır.”[12]
***
Şahitlikte…
Allah Teâlâ’nın sevgisine mazhar olmuş âdil kimse, şahitlik yapacağında bir takım menfaatlerinin elinden alınacağı korkusuna mağlub olmaz, lafı eğip bükmez, istek ve heveslerine göre yön değiştirmez. Çünkü o, Rabbinin emirlerini kendine düstûr kabul etmiştir:
“Ey iman edenler! Adaleti hakkıyla yerine getirmeye çalışan, hatta kendi aleyhinizde, hatta annenizin, babanızın yahut en yakın hısımlarınızın aleyhinde de olsa Allah için dosdoğru şehadet eden insanlar olun. O sizin aleyhinize şehadet edeceğiniz zengin olmuş, fakir olmuş ikisine de Allah sizlerden daha yakındır. Onun için haktan ayrılarak adaleti ağır görüp de nefsin arzusuna kapılmayın. Eğer dilinizi haktan büker yahut şehadet etmekten kaçınırsanız bilin ki Allah bütün işlediklerinizden haberdardır.”[13]
“Ey iman edenler! Gelin Allah’ın hakkını yerine getirmek için uğraşan, dosdoğru şehadet eden insanlar olun. Sakın bir cemaate olan kininiz, sizleri adaletten ayrılmaya sevk etmesin. Adaletle hükmedin ki takvâya, fazilete o daha yakındır. Allah’tan korkun. Bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”[14]
***
Ticarette…
Âdil kimse, birkaç kuruş daha fazla kazanacağım diye ticaretinde insanları aldatmaya kalkmaz. Kendini çok akıllı, insanları ahmak yerine koyup, kalitesiz ve çürük mallar satmasına rağmen tezgâhın ön tarafına, müşterinin göreceği yerlere kaliteli göz alıcı ürünler koyarak onları kandırmak gibi basit hilelere kalkışmaz. Ölçüde tartıda son derece hassas davranır. Çünkü o “Ölçü ve tartı işlerini tam ve adâletle görün.”[15] ayet-i kerimesindeki emre teslim olmuş kimsedir.
Her gün; işyerini açarken ve müşterisine en küçük bir şeyi takdim ederken dahi “Bizi aldatan kimse bizden değildir.”[16] hadis-i şerifini hatırlayan kimsedir. Ahirette peygamberler, sıddîklar ve şehitlerle beraber olmak istiyorsa dürüst ve âdil bir tüccar olması gerektiğini[17], eksik tartıp, yanlış ölçmenin nice toplulukların, insanların helâkine sebep olacağını[18] bilen kimsedir.
***
Ailede…
Âdil kimse çocukları arasında gözle görülür bir ayrımcılığa meyletmez. Aile içinde dahi daima adaleti kendine rehber kabul eder. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Allah’tan sakının ve çocuklarınıza verdiklerinizde âdil davranın.” buyurmaktadır.[19]
Öyle ki bir defasında Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) ensârdan bir sahâbîyle otururken yanlarına o kimsenin oğlu gelir de babası onu öpüp bağrına basar ve yanına oturtur. Biraz sonra da aynı sahâbînin kızı çıkageldiğinde babası onu öpmeksizin elinden tutar ve yanına alır. Bu durum karşısında Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:
“Âdil davransaydın senin için daha hayırlı olurdu. Öpücük konusunda bile olsa çocuklarınızı birbirine eşit tutun.”[20]
Kısa bir tekrarla yazımızı noktalayalım:
Âdil kimse hangi zaman ve zeminde olurda olsun, iffetini muhafaza eden, hak bildiğini yerine getirme cesaretini gösteren hikmet sahibi insandır. Allah’ın razı olduğu, muhabbetiyle müjdelediği kimsedir:
“Şüphe yok ki; Allah Teâlâ âdil davrananları sever.” [21]
[1] Diğer yedi sınıf şunlardır: İhsanda bulunanlar (Âl-i İmrân, 3/148), muttakîler (Tevbe, 9/4), tertemiz olanlar (Tevbe, 9/108), tevekkül edenler (Âl-i İmrân, 3/159), sabredenler (Âl-i İmrân, 3/146), çokça tevbe edenler (Bakara, 2/222 ) ve Allah yolunda saflar halinde cihâd edenler (Saff, 61/4).
[2] Mâide; 5/42; Hucurât; 49/9; Mümtehine; 60/8. Ayet-i kerimelerde bu sevgiye mazhar olan kimselerden bahsedilirken “muksid” kelimesi zikredilmektedir. Bu kelimenin kök hali olan kısd, ölçülü, insaflı, adaletli olmak gibi manalara gelir. Kelime Kur’ân-ı Kerîm’deki kullanımların hemen hepsinde adalet manasındadır. Adaletle -bir takım ince farklılıklara rağmen- aynı manada düşündüğümüzde karşımıza nefislerde yerleşmiş olan istikametin ismi ve zulmün zıttı çıkar (İbn Manzûr, Lisânu’l-arab, “a-d-l” maddesi).
[3] Gazzâlî, Mîzânu’l-Amel, Dâru’l-Maârif, Mısır, 1964, s. 234.
[4] Alûsi, Ruhu’l-Meânî, Dâru İhyâi’t-Turâsui’l Arabî, Beyrut, c.14, s. 217.
[5] Türkçe’de ahmaklık olarak ifade edilen bu hale gabâvet veya hamâkat isimleri de verilmektedir.
[6] Çoğu insan kendinde bir eksiklik sebebi olarak düşündüğünden, aklın bazı meseleleri idrak edemeyeceğini kabul etmek istemez. Hâlbuki akıl da sahip olduğumuz diğer vasıflarımız gibi mahlûktur. Nasıl ki gözümüzün, önüne çekilen incecik bir perdenin arkasını görememesini, kulağımızın beş on metre ötede konuşulan şeyleri duyamamasını kabullenebiliyorsak aklımızın da idrak edemeyeceği bir takım mevzuların olması gayet tabiidir.
[7] el-Birgivî, et-Tarîkatu’l-Muhammediyye, Daru’l-Kalemi’l-Arabi, Suriye, 2001, s.80.
[8] el-Birgivî, a.g.y.
[9] Şûrâ, 42/15.
[10] Nisâ, 4/58.
[11] Ahmed b. Hanbel, Müsned Câbir b. Abdillah.
[12] Müslim, İmâre, 18.
[13] Nisâ, 4/135.
[14] Mâide, 5/8.
[15] En’âm, 6/152.
[16] Müslim, Îmân 102.
[17] Bkz. Tirmizî, Buyû’ 4; İbn Mâce, Ticâret, 1.
[18] Tirmizî, Buyû’, 9.
[19] Buhârî, Hibe, 12; Müslim, Hibât, 13. Ebu Davut, Buyu’, 83.
[20] Abdurrezzak, Musannef, c. 9, 100.
[21] Hucurât, 49/9.