İçeriğe geç
Anasayfa » ALLAH TEÂLÂ’YI HAKKIYLA TANIMAK*

ALLAH TEÂLÂ’YI HAKKIYLA TANIMAK*

-İRŞAD MEKTUPLARI-

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَبِهِ التَّوْفِيقُ وَهُوَ الْمُسْتَعَانُ وَبِهِ الثِّقَةُ وَعَلَيْهِ التُّكْلاَنُ

الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِ الْعَالَمِينَ

وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ

وَمَنْ تَبِعَهُمْ بِإِحْسَانٍ إِلَى يَوْمِ الدِّينِ

Rahman ve Rahîm Allah’ın (c.c) adıyla. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a (c.c) hamd olsun. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed Mustafa’ya (s.a.v), âline ve ashâbına ve Ona (s.a.v) tâbi olanlara selâm olsun.

Birinci mektubumuzda bütün eşyanın güneşe muhtaç olduğunu, güneşin eşyaya maddî hayat bahşedilmesine vesile olduğunu ifade etmiştik. Hâlik lütfederse bu mektubumuza da aynı mevzu ile başlamayı düşünüyoruz.

Güneşin varlığının maddî hayatımızın devam şartlarından biri olduğu, aklî ve naklî delillerle ispat edilen itiraz kabul etmez bir hakikattir.

Maddî hayatımızdaki bu gerçek bizler için manevî hayatımızla alakalı bir arayışın da sebebi olmaktadır. Bizler sonsuz bir manevî hayatın muhatabı kimseleriz. Peki, bu sonsuz hayatımızın en iyi şekilde değerlendirebilmesi için acaba neye muhtacız? Bilelim ki muhtaç olduğumuz şey aynı zamanda yaratılış gayemiz olarak da ifade edebileceğimiz, marifetullah, yani ezelî ve ebedî olan Allah’ı tanıma gayretidir. Bu hususu çıkmamak üzere gönüllerimize yerleştirmektir.

Maddî şartlar maddî hayatın devamını sağlar ve bu şartlar da fani olan maddî hayat gibi fanidir.  

Manevî hayat ise sonsuz olduğundan onu kemâle erdirecek şartlar da sonsuzdur. Bu sonsuz şartların ilki –ifade ettiğimiz gibi- Allah Zülcelâl Hazretlerini hakkıyla tanımaktır. Allah Teâlâ’yı (c.c) hakkıyla tanıma ilmine marifetullah denilmiştir. Bu hakikat bir insanın kalbine tecelli edince o kişi; her şeyi olduğu gibi görür, dinler, tanır, kavrar ve düşünür.

Düşününce görür ki; Allah Teâlâ (c.c) Hazretleri dünyayı karanlıktan aydınlığa kavuşturmak için gönderdiği güneş ve etrafındaki ay ve yıldızlar gibi bizlere her şeyi olduğu gibi tanıtmak için nebiler, rasûller ve onlara tâbî olan muttaki rehberler göndermiştir. Rabbimiz bizlere nebi ve rasûlleri vasıtasıyla her şeyi olduğu gibi tanıtan âyetler de göndermiştir. Bu âyetler bizlerin hakkı batıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan, doğruyu yanlıştan ayırmamızı sağlamıştır.

Rabbimiz bizlere bu âyetlerin, karanlık geceden kayan yıldızların karanlığı delip geçtiği gibi, hakkın önündeki batıl perdeleri parçalayıp hakikati bütün çıplaklığıyla ortaya çıkardığını bildirmiştir.

Muhakkak ki bu âyetlerin hepsinin bir iniş sebebi vardır. Rabbimiz bu âyetleri bu sebeplere uygun zaman ve zeminde göndermiştir.

Bizler de zaman ve zemine dikkat ederek zaman ve zeminin davranışlarımıza katacağı değerleri çok iyi düşünmeliyiz. Bilmeliyiz ki zamanın ve zeminin insanın ibadetlerinin sevabına dahi tesiri vardır.

Yapılan amellerimize her zaman aynı mükâfat verilmemektedir. Aynı şekilde mekânların da amel ve ibadetlerimizin sevaplarına tesiri vardır.

Bazı zaman ve mekânlarda yapılan amel ve ibadetlerle kazanılacak sevapların çok büyük olduğunu Allah Teâlâ (c.c) Hazretleri âyet-i kerimeleri ile Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz de hadis-i şerifleriyle bizlere bildirmiştir.

Mü’minler olarak şu anda içinde bulunduğumuz zamana dikkatimizi yöneltmeliyiz.

Bizler şu anda Zilhicce ayı diye isimlenmiş olan şerefli bir ayın ilk günleri içerisinde bulunmaktayız. Allah Zülcelâl Fecr Sûresi’nin hemen başındaki, “Ve on geceye yemin olsun…” ifadeleriyle -bir rivâyete göre- Zilhicce ayının on sabahına ve akşamına yemin ederek bu günlerin fazilet ve önemine dikkat çekmektedir.

Öncelikle bu faziletin önemini beşerî akıl ve ilimle idrak edip hakkıyla izah etmemizin mümkün olmadığını bilmeliyiz.

Çünkü insan sonsuz azamet sahibi olan Allah adına yemin eder. Allah Teâlâ ise bazı eşya ve değerler üzerine yemin eder. Böylelikle yemin edilen şeyin fazileti ve üstünlüğünün çok büyük olduğunu insanlara bildirmiş olur.

Muhakkak ki bu günlerin faziletli oluşu Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere izah edilmiş olan Millet-i İbrahim kavramında saklıdır. Bu kavramın safhalarını başlangıcından itibaren hurafelere kapılmadan öğrenmenin gayretinde olmalıyız.

Biliniz ki; zaman, değerini o zaman içerisinde yaşayanlardan alır. İçinde bulunduğumuz Zilhicce ayının bu ilk günlerinin derin ve hikmetli tarihçesini Allah Teâlâ (c.c) Hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere açıkça beyan buyurmuştur.

Dünya bir gün bâtılın ve şirk ve isyanın zulmeti ile kapkaranlık bir hal almış ve vahşiyane bir hayata bürünerek insanlara kâinatın sahibini unutturup zalim bir Nemrud’un ilahlık iddiası içerisinde felakete doğru sürüklenmekteydi.

Milletinden olduğumuz Hz. İbrahim (a.s) bu zulmet karanlıklarını aydınlık fikir oklarıyla nura gark etmek için küçük yaşta kâinatın yaratıcısını araştırmak üzere yeryüzünü tefekkür sahnesi olarak görür. Hz. İbrahim, Gördüğü bütün varlıkların bir zerreyi dahi yaratamayacak olduklarını insanlık âlemine ispat ettikten sonra semalara yönelir ve yıldızların, ay ve güneşin de bir zerreyi yaratmaya muktedir olmadıklarını kayda geçirir.

Bu varlıkların bir zerreyi meydana getiremeyeceği inancını insanlara izah etmek için Hz. İbrahim (a.s), Kur’ân-ı Kerîm’de bir mücadele ve arayış içerisinde gösterilmiştir. Yoksa Hz. İbrahim (a.s) tevhid inancı sahasında asla bir şüphe ve tereddüt içerinde değildi.       

Hz. İbrahim (a.s), Rabbini insanlığa tanıtmak için insanlığa fikir ve kabiliyet kapılarını açarak tevhid inancının yolunu göstermiştir. Bu arayış senaryosunun sonunda ise Hz. İbrahim (a.s), “Âlemlerin Rabbine teslim oldum.”[1] buyurmuştur.

Bu teslimiyetinin karşılığında Hz. İbrahim şahsî ve ailevî imtihanlara da tâbî tutulmuştur. Hz. İbrahim’in (a.s), bu imtihanlardaki başarısı da Allah Teâlâ (c.c) Hazretleri tarafından insanlık âlemine örnek olarak bildirilmiştir.

Hz. İbrahim’in (a.s) teslimiyetini birkaç sahnede hatırlayabiliriz:

  1. Ateşe atılış

Hakkı tebliğ mücadelesi neticesinde devrin zalim hükümdarı Nemrud tarafından Hz. İbrahim yakılan büyük bir ateşin içerisine atılmaktadır. Bu esnada kendisine Cebrail (a.s) gelerek yardım teklifinde bulunur. Hz. İbrahim (a.s), “Ya Cebrail, Rabbimle arama girme.” buyurur. Bunun üzerine Cebrail (a.s), “Rabbinden bir şey ister misin?” deyince Hz. İbrahim (a.s) “Rabbimin benim halimi bilmesi bana yeter.” cevabını verir.  

  • Ailevî imtihan

Hz. İbrahim ilahî emir gereği hanımı Hz. Hacer annemizi evladı Hz. İsmail ile birlikte insanların yaşadığı mekânlardan kilometrelerce uzak olan bir çölde yalnız başlarına bırakır.

Onlara bir çadır kurar ve yanlarına bir deve yükü su ve gıda maddesi bırakarak oradan ayrılmak isteyince Hz. Hacer annemiz, “Ya İbrahim! Bizi niye burada terk edip gidiyorsun?” der. Hz. İbrahim (a.s) “Rabbim böyle buyurdu.” deyince Hz. Hacer “Rabbin buyurduysa senin bizi düşünmen gerekmez.” cevabını verir.[2]

Bir müddet sonra suları biter. Hz. Hacer, Safa tepesine çıkarak etrafta su alameti olarak kuş vs. görünüyor mu diye oradan Merve tepesine geçer. O esnada çadırın yanında duran Hz. İsmail’in ayaklarının yanından su fışkırdığını görerek hızla oraya gidip “zem zem – Akma, dur! Dur!” diye seslenir ve hemen suyun etrafını akıp zayi olmasın diye çevirerek havuza dönüştürür.

Allah Teâlâ Hazretleri, zemzemin içerisine birçok ihsanını yerleştirmiştir. Zemzem susayanın susuzluğuna, acıkanın açlığına, hastaların şifa bulmasına, akıl durgunluğu olanların zekâlarının açılmasına vesile olan çok özel bir sudur. Bu teslimiyetinin karşılığı olarak Hz. Hacer anamıza ihsan edilmiştir. 

Kısa bir zaman sonra Yemen tarafından gelen ve çölde kaybolan Cürhum kabilesine mensup bir ticaret kervanı çölün ortasında evladıyla birlikte bir çadır içerisindeki Hz. Hacer’in yanına gelerek sularından faydalanmak için müsaadesini isterler. Hz. Hacer onlara müsaade eder. Daha sonra da burada konaklama ve yerleşme içinde müsaade alırlar. Zamanla burası bir yerleşim yerine döner, Hz. Hacer annemiz de Mekke olarak isimlenen bu yerin adeta ilk valisi olur.     

  • Evlâd imtihanı

Bir müddet sonra Mekke’ye gelen Hz. İbrahim (a.s), evladı Hz. İsmail’e “Allah tarafından seni kurban etmem emredildi.” der. Hz. İsmail “Emrolunduğunu yap. Beni sabredenlerden bulacaksın” cevabını vererek ilâhî emre teslimiyetini gösterir.

***

Zilhicce ayının ilk günlerinde bu hususları çok ciddi olarak düşünmeliyiz.

Hz. İbrahim ateşe atılırken Hz. Cebrail’den yardım almadı diye yandı mı?

Hz. Hacer yavrusu Hz. İsmail’le ıssız çöllerde terk edildiği için herhangi bir zarara mı uğradı?

Hz. Hacer “Allah emretti ise bizi burada bırak ve gerisini düşünme.” diyerek teslimiyet gösterdiği için zillete mi, izzete mi kavuştu?

Hz. İsmail kendisini kurban etmek üzere gelen babasına “Emrolunduğunu yap. Beni sabredenlerden bulacaksın.” dediği için hayatını mı kaybetti?

İşte bizler Allah’a (c.c) teslimiyette insanlığın örnek ailesi olan İbrahim milletindeniz. 

İçinde bulunduğumuz mübarek Zilhicce ayının ilk günleri; İbrahim milletine nispet edildiğimizden dolayı teslimiyetimizi kontrol etmemiz gereken günlerdir.

Rabbimiz bize Hz. İbrahim’in evladının yerine bir kurban kestiği gibi bizlere de bir kurban kesmeyi emreder.   

Bizden evvelki ümmetler isyan edince günahlarının karşılığı olarak yapacakları tevbenin kabulü kendilerini öldürmekle mümkündü. Rabbimiz bize bu hususta kolaylık ihsan edip; günahlarımıza bedel olarak bir hayvanı kendi namımıza kesmeyi emreder.

Kesilen bu hayvanın bütün azaları ve kılları insanın azalarının ve kıllarının fidyesi olduğu için kurban kesecek olanların Zilhicce ayının ilk on gününde tırnak ve kıllarından bir şeyi kesmemesi müstehab kabul edilmiştir. Bu davranış o kesilen azaların da afva kavuşması ümidiyledir.

Bundan dolayı ilâhî emirler, yıldızların insanlara yol göstermesi gibi insanları marifetullaha kavuşturarak onlara sonsuz bir hayat bahşederler.

Allah Teâlâ’nın (c.c) rızasına uygun kurban kesmenin manasını biraz dikkat edersek kurban kelimesinin manasından da anlayabiliriz. Kurban yakınlık demektir.

Biliniz ki kurban kişiyi Allah’a (c.c) yaklaştıran bir ameldir. Bundan dolayı sadece Allah rızasını kazanmak için kesilirse beklenen feyz tecellileri elde edilir.

Bir insan infakını ve zekâtını nereye gideceğini araştırmadan verebilir. Fakat kurban ibadeti böyle değildir. Kurbanın kesilmesi ibadetin kabul şartlarından olduğu için bu kurbanı et yeme gayesi ile kesmemeli veya bu niyetle kesenlerle beraber de kesmemeliyiz. Çünkü ortaklardan birinin niyeti sadece et yemek ise diğer kurban sahiplerinin kurbanları da sahih olmaz.

Bir diğer husus ise kurbanın, kişinin şahsî ibadeti olması sebebiyle muhakkak suretle kesilmeden önce satın alınmasıdır.

Günahlarının afvı için kendini kesen daha önceki ümmetlerin yerine bu ümmete kurban bir fidye olarak emredilmiştir.

Bundan dolayı bazılarının “Önce kurbanı keseriz sonra etini tartıp bedelini öderiz.” şeklindeki fikirleri ihlasa manidir. Kitapların kenar köşelerinde bu gibi duruma fetvalar bulunabilirse de bu şekil davranışlar ibadette ihlâsa manidir. Kesilen hayvanın bütün aksamı taksimde yer almalıdır. Veya infak edilmelidir.

Netice olarak kişinin kendi mülkiyetinde olmayan bir hayvanı kendi günahlarının karşılığı olarak kesmesi de kurban kelimesinin manası ile bağdaşmaz.

Bu şekil bir satış fasittir. Fasit olan bir alışverişle de ibadet yapılması sahih değildir.

Bu hususta yeni fikirler beyan ederek ümmetin ibadetini şüpheye sürüklemek; Rasûl-i Ekrem ve icma-i ümmet devrinde yapılmayan bir muamele olduğu için bidat ve hurafedir.

Bir bidat meydana getirmek bir vacibi terk etmekten çok daha kötü bir fiildir.

Bu şekil görüşlere tâbî olarak ibadet yapmaktansa o ibadeti terk etmek daha evladır.

Bu vesile ile Rabbimden Ümmet-i Muhammed’e Kurban Bayramlarını mübarek kılmasını, kurbanlarımızın düşmanların zulümlerinden kurtulmaya vesile olmasını, sağlık ve afiyet içerisinde bayramlara tekrar kavuşmayı nasip buyurmasını niyaz ederim.


[1] Bakara, 2/131.

[2] Bu hususla ilgili olarak şunu ifade etmek isterim. Bazı yorumcuların, Hz. İbrahim’in hanımını buraya bırakması hakkındaki yanlış fikirlerine asla kapılmayınız. Bir Peygamberin; hanımı Sara’nın sözüyle kuması olan Hz. Hacer’i ve yavrusu Hz. İsmail’i sıradan bir insanın bile kolay kolay yapmayacağı bir şekilde bir çölün ortasında yapayalnız bırakması asla düşünülemez. Şeref ve haysiyet sahibi sıradan bir insana yakışmayan bu şekil bir davranışı Hz. İbrahim (a.s) gibi Halilullah sıfatına sahip bir peygambere yakıştırmak asla akıl sahibi insanlara yakışır bir davranış değildir.    


* Bu makale, merhum Ahmed Yaşar Hocaefendi’nin 17.12.2007 tarihinde İrşad Mektupları ismiyle internet üzerinden yayımladığı yazılarından ikincisidir.