Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn. Vessalâtü vesselâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Zikir lügatte; bir şeye karşı uyanık olmak, hatırlamak, anmak, akılda tutmak manalarına gelir.
Din ıstılahında ise, Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’ni anmak demektir.
Tahlil, tesbih, tahmid, temcid, tekbir, Kur’ân tilaveti, farz ve nafile namazlar, şer‘î ilimlerin tedris ve müzakeresi, dünya ve ahiret hayrı için dua ve emsali şeyler hep bu zikrin müştemilatı içine girer. İmandan sonra, helal ve haramların, emir ve yasakların hududuna riayet ederek, din ile din dışı şeyleri birbirine karıştırmadan, bir ömür boyu İslam Dini’ni yaşamak insanın dünya ve ahiret saadetindendir.
a. Allah Teâlâ’nın İsimleri
“Allah Teâlâ’nın güzel isimleri (Esmâ-i Hüsnâ’sı) vardır. O isimlerle Allaha dua edin.”[1]
Yani o isimlerle Allah Teâlâ’dan isteyin. Bunların her bir tanesi ile Allah Teâlâ zikir ve ona dua edilebilir. Allah Teâlâ’nın özel ismi ise, –Allah- ism-i şerîfidir. Bu isim, -İsm-i A‘zam- Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi içerisinde en büyük ismidir. Bunun dışındaki diğer isimler hep sıfat isimlerdir. Yani Allah Teâlâ’nın vasıflarını anlatan isimlerdir. Bunları “Allah Teâlâ’nın özelliklerini bildiren isimlerdir.” diye de ifade edebiliriz.
Rasûlullah (s.a.v) “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim onları (Ehsaha ) sayarsa cennete girer.”[2] buyurmuştur. Hadîs-i şerîfte geçen –Ehsaha-nın manası; kim o isimleri ezberlerse veya manalarını yaşarsa ya da o isimlerin halleri ile hallenirse demektir. Bu isimler tefsir, hadis ve emsali kitaplarda yazılmıştır. Bakılıp öğrenilebilir. Hiç olmazsa bu isimler her sabah namazını müteakiben birer defa okunmalıdır.
Allah Teâlâ’nın isimleri bu doksan dokuz isimden ibaret de değildir. Bunların dışında daha başka isimleri de vardır. Abdullah ibn Mesud’un Rasûlullah’tan (s.a.v) naklettiği bir hadîs-i şerîften anlaşıldığına göre, Allah Teâlâ’nın kendine isim olarak verdiği, kitabında duyurduğu ya da yarattıklarından herhangi birine duyurup başkasına duyurmadığı, gaip ilminde kendi yanına ayırıp hiç kimseye bildirmediği isimleri vardır.[3] Ayrıca Peygamberimiz’in de cehennem ehlinin cehennemden kurtulmak için “Ya Hennan!” “Ya Mennan!” diye yakardıklarını bildirdiği isimleri bulunmaktadır.
Bu isimlerle Allah Teâlâ’yı zikretmek mümkündür. Ama bu isimlerle Allah Teâlâ’ya yakarıp dua etmek daha münasiptir. İsim, duanın aletidir. Kendisinden istenilen ise Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleridir. Bu isimlerle dua yapılacağı zaman, kişi ihtiyacı neyse ona uygun, ihtiyacını karşılayan ismi seçer. Ve o isim ile yakarıp dua eder. Çünkü her ismin bir hassası vardır. Misal olarak şunu söyleyelim; adam mağfiret olunmayı istiyorsa, “Ya Ğaffâr– Ey bağışlaması bol olan Allah’ım, beni mağfiret et.” diye dua eder. Veya “Ya Rahîm, ey merhamet eden, bana merhamet et.” diye söyler.
İbrahim (a.s) ateşe atılırken Allah Teâlâ’nın Vekîl ism-i şerifi ile “Hasbünallâh ve ni‘me’l-Vekîl” diye O’na yakardığını ve atıldığı ateşin kendisini yakmadığını Kur’ân-ı Kerîm bize haber vermektedir.
Biz burada zikrin bütün nevilerini değil de sadece Allah Teâlâ’nın özel ismi olan “Allah” ism-i şerîfi ve bunun nefy-i isbatı olan kelime-i tevhidle alakalı olan zikirden bahsetmek istiyoruz.
Allah Teâlâ kendisinin, Allah ism-i şerîfi ile zikredilmesini istemektedir.
Allah Teâlâ, vahyettiği ilk ayetinde, “Seni yaratan Rabbinin adıyla oku.”[4] buyurmaktadır. Allah Teâlâ bu ayette kendi adı olan Allah adı ile okunmasını istemektedir. Yine bu ayetin hemen akabinde nazil olan ayette de “Rabbinin ismini zikret ve bütün benliğinle ona kesil (dön).”[5] diye buyurarak sadece ismi ile yani Allah ismi ile zikredilmesini istemiştir.
Daha sonra gelen ayetlerde ise isminin değil bizzat kendisinin zikredilmesini istemektedir.
“Boyun eğerek sessiz, sözsüz, gizlice, içinden, sabah akşam Rabbini zikret. Sakın (zikri terk ederek) gafillerden (Allah’ı unutanlardan) olma.”[6] diye buyurmuştur.
İlk nazil olan ayetlerden Müzzemmil Sûresi sekizinci ayette, “Rabbinin adını zikret.” diye emretmiş, sadece Allah ism-i şerîfi ile zikir istenmiştir. Daha sonra gelen A‘raf Suresi iki yüz beşinci ayette ise “Rabbini zikret.” diye emredilerek zât-ı şerîfinin zikredilmesi istenmiştir.
Zikre isimle başlanır, isim söylene söylene, ismin kalıpları, harfleri erir tükenir, daha sonra isimden müsemmaya, yani ismin sahibinin zikrine intikal olunur. Ayetin zahirî manasından anlaşılan, işin başlangıcında, Allah ism-i şerîfi ile zikre başlamaktır. Zikirle, kalp ve letaifler Allah Teâlâ’nın zât-ı şerîfinden sıfatlarına, sıfatlarından da bu yüce isme akseden nur ile nurlandıktan sonra, zikrin en faziletlisi olan tevhid, “Lâ ilâhe illallah”, zikrine geçilir. Bu erbabınca malumdur.
b. Zikrin Lüzûmu
“İman eden (mü’min)lerin kalpleri Allah’ın zikri ile sükûnete erer. Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzura kavuşur.”[7]
İman ettikten sonra kalpteki şüpheler ancak zikirle silinir ve kalpte “yakîn” o zaman hâsıl olur. Zikir ehli olmayan insan mütemadiyen tereddüt halini yaşar. Şeytan -aleyhillane- o kişinin kalbine mütemadiyen şüpheler atar. İman hususunda şeytana -aleyhillane- karşı hangi deliller getirilirse getirilsin o alternatif itiraz yolları bulur. Bundan kurtulmak bir türlü mümkün olmaz. Bunun ilacı sadece zikirdir. Başka vesveselerle insana sokulsa da iman hususunda vereceği pek fazla bir vesvese kalmaz. İşte kalp o zaman iman hususunda rayına oturur. Ama bu zikir gevşetilip ihmal edilmeye de gelmez. Şeytan -aleyhillane- nefisle birleşerek başka vesveseleri basamak edinir. Bir fırsatını bulunca da yine imana hücum eder.
“Ey iman edenler, Allah’ı çokça zikredin. Sabah akşam onu tesbih edin.”[8] Bu ayetteki çok zikretmenin sınırı Allah Teâlâ’yı hiç unutmamaktır.
“Musa aleyhisselam, “Ya Rabbi! Bana çok nimet verdin. Onlara nasıl şükredeceğimi bana göster.” dedi. Allah Teâlâ da “Beni çok zikret. Eğer Beni çok zikredersen Bana çok şükretmiş olursun. Eğer Beni unutursan nankörlük yapmış olursun.” buyurdu.”[9] Başka bir rivayette ise, “Beni zikreder ve hiç unutmazsan Bana şükretmiş olursun.” diye bildirilmiştir.
Rasûlullah’ın zikri hakkında Aişe Validemize sorulduğunda “Rasûlullah (s.a.v), Allah’ı her an zikrederdi.”[10] diye cevap vermiştir.
Allah Teâlâ’nın zikri hiçbir surette terk edilemez. Ancak kaza-i hacet (tuvalet)te ve aile ile ilişki halinde lisan ile zikredilmez. Ama içinden Allah Teâlâ’yı zikir etmekte hiçbir mahzur yoktur. Temiz olarak zikretmek daha faziletlidir. Abdullah ibn Abbas şöyle demiştir: “Abdestli, temiz olarak Allah Teâlâ’yı zikredene Allah Teâlâ on sevap yazar. Abdestsiz olarak zikredene ise bir sevap yazar.”[11] Buna rağmen, cünüp iken, hayızlı iken, abdestsiz iken de lisanen Allah Teâlâ’yı zikretmek mümkündür. Mühim olan Allah Teâlâ’nın hiçbir zaman unutulmamasıdır.
“İbn Abbas şöyle demiştir; “Allah Teâlâ’nın kullarına farz kıldığı her farzın bir sınır, bir miktarı vardır. Bir özür sebebiyle farzları yerine getiremeyenlerin mazeretini kabul eder. Ancak zikre bir sınır koymamıştır. Deliler hariç, zikir hususunda kimsenin mazeretini kabul etmemiştir. Bütün durumlarda kullarına zikri emretmiştir. Ayakta, oturarak, yan üstü yatarak Allah’ı zikredin, diye emretmiş, gece gündüz, karada, denizde (şimdi havada da) sağlık hastalık, yoksulluk zenginlik halinde, gizli aşikâre bütün hallerde Allah’ı çokça zikredin” buyurmuştur.”[12]
Zikir, insan için o kadar mühimdir ki bedenin yaşaması nasıl teneffüs ile mümkün oluyorsa, gönlün yaşaması da ancak zikirle mümkün olmaktadır. Zikirden mahrum kalan gönüller zamanla hayatiyetini kaybederler. İmanın dahi yıpranmasına sebep olur. Bu sebeptendir ki Rasûlullah (s.a.v), “İmanınızı yenileyin.” diye buyurmuştur. İmanın nasıl yenileneceği sorulunca da, “Lâ ilâhe illallâh zikrini fazla söyleyerek yenileyin.” diyerek cevap vermiştir.”[13]
Zikri söylemeye devam etmek, kalpte imanı yeniler, onu nur ile doldurur, kalbin “yakîn” halini artırır, basiret ehlinin idrak ettiği sırları açar. Bunu ancak inançsız azgınlar inkâr eder.
Allah Teâlâ’yı çok zikretmek Allah’ın emridir. Az zikretmek se münafıklıktan sayılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak, münafıklar için, “Şüphesiz münafıklar (iman ettik diyerek) Allah’ı aldatmaya kalkarlar. Hâlbuki Allah, onların hilelerini kendi başlarına çevirir. (Gösteriş için kıldıklarından) namaza üşene üşene kalkarlar. (Bu sebepten) Allah’ı da çok az zikrederler.”[14]
Allah’a karşı imanlarını, mü’minlere karşı amellerini var göstererek, dünyada kanlarının dökülmesini, mallarının ellerinden alınmasını önlemişlerdir. Böylece Allah’ı ve Müslümanları aldatmış olduklarını sanmışlardır. Hâlbuki bu durum onların kendi kendilerini aldatmaktan başka bir işe yaramaz.
c. Zikrin Fazileti
Allah Teâlâ, “Beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim.”[15] buyurmaktadır.
Zikrin diğer amellerden daha faziletli olduğuna dair birçok hadîs-i şerîf mevcuttur ki onlardan bazıları şöyledir:
“Rasûlullah (s.a.v), “Amellerinizin en hayırlısını, Allah Teâlâ yanında en temizini, derece bakımından en yükseğini, sizin altın ve gümüş infak etmenizden, düşmanınızla karşılaşıp sizin onların boyunlarını vurup (gazi olmanızdan), onların da sizin boyunlarınızı vurup (şehid olmanızdan) daha hayırlısını size haber vereyim mi?” buyurdu. Onlar da “Evet, ya Rasûlallah haber ver.” deyince, Rasûlullah (s.a.v) da, “O, Allah Teâlâ’yı zikretmektir.” buyurdu.”[16]
Ebû Said el-Hudrî rivayet ediyor: “Rasûlullah’a (s.a.v) kıyamet gününde hangi kullar derece bakımından daha üstündür?” diye sordum. “Allah’ı çok zikreden erkekler ve kadınlar.” buyurdu. “Allah yolundaki gaziden de mi?” dedim. “Kılıcı kırılıp kana bulanıncaya kadar kâfir ve müşriklerle çarpışsa da elbette Allah Teâlâ’yı çok zikredenler derece bakımından daha faziletlidir.” buyurdu.”[17]
Abdullah ibn Ömer, Rasûlullah’ın (s.a.v) şöyle dediğini nakleder: “Her şeyin bir cilası vardır. Şüphesiz kalplerin cilası da Allah Teâlâ’yı zikretmektir. Allah’ın azabından insanı zikrullahtan daha iyi kurtaran bir şey yoktur.” “Allah yolunda cihattan da mı daha faziletlidir?” diye sorulunca “Kırılıncaya kadar kılıcınla çarpışsan da zikir, daha faziletlidir.” diye cevap verdi.”[18]
Bir hadîs-i şerîfte, “Zikir, sadakadan hayırlıdır; zikir, oruçtan da hayırlıdır.”[19] diye buyrulmuştur.
Yine Rasûlullah (s.a.v), “Bir adamın kucağında para olsa onu tasadduk edip hayır için dağıtsa, diğeri de Allah Teâlâ’yı zikretse, Allah Teâlâ’yı zikreden sadaka dağıtandan daha hayırlıdır.”[20] buyurmuştur.
d. Toplu zikir
Bir gün Rasûlullah (s.a.v), mescidinin son cemaat yeri diyebileceğimiz ashâb-ı suffenin olduğu yere gelerek onlara, “İçinizde garip, yani yabancı var mı? diye sordu. Onlar da, “Ya Rasûlallah! İçimizde yabancı yoktur.” diye cevap verdiler. Rasûlullah (s.a.v) bize kapıyı kapatmamızı emretti. “Ellerinizi kaldırın ve Lâ ilâhe illallah deyin.” buyurdu. Biz de bir müddet ellerimizi kaldırdık. Sonra Rasûlullah (s.a.v) elini indirdi. Ve sonra, “Elhamdülillah, Allah’ım, Sen beni bu kelime ile gönderdin ve bana bu kelimeyi emrettin, buna karşılık cenneti söz verdin, Sen sözünden caymazsın.” dedi. Ve sonra, “size müjdeler olsun Aziz ve yüce olan Allah sizi mağfiret etti.” buyurdu.[21]
Bu hadîs-i şerîfin dışında daha birçok hadîs-i şerîf cemaat halinde zikrin yapılabileceğini bildirmektedir. Biz onlardan bir kısmını buraya yazacağız.
“Enes ibn Mâlik’ten (r.a) rivayet edilmiştir ki; Rasûlullah (s.a.v), “Cennet bahçelerine uğradığınızda oranın meyvelerinden yiyin.” buyurdu. “Cennet bahçesi nedir?” diye sorulunca “Zikir halkalarıdır.” diye cevap verdi.”[22]
Yine Enes ibn Mâlik’in naklettiği bir hadîs-i şerîfte, Rasûlullah “Sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar Allah Teâlâ’yı zikreden bir kavimle beraber bulunmam, güneşin, üzerine doğduğu her şeyden bana daha sevimlidir. İkindi namazından sonra, güneş batıncaya kadar Allah Teâlâ’yı zikreden bir cemaatle beraber olmam, İsmail’in (aleyhisselam) çocuklarından her birinin diyeti on iki bin dirhem olan sekiz köleyi azat edip hürriyetine kavuşturmaktan bana daha sevimlidir.”[23] buyurmuştur.
Tek başına yapılan zikirlerden alınan mükâfatlar ferdîdir. Yani kişiseldir. Kişi yaptığı zikir kadar sevap alır. Ama toplu yapılan zikirler böyle değildir. Toplu yapılan zikirlerde o zikre iştirak eden herkes mağfiret edilir. Üstelik işlemiş oldukları günahlar da sevaba çevrilir. Tek başına yapılan zikirlerle bunu elde etmek mümkün değildir.
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur. “Allah Teâlâ’nın rızası için toplanıp Allah Teâlâ’yı zikreden hiçbir topluluk yoktur ki, onlara gökten bir seslenen, “Kalkınız, mağfiret edildiniz. Günahlarınız sevaba çevrildi.” diye seslenmesin.”[24] Toplanıp zikir yapılması teşvik edilmiş, nasıl yapılması ise bildirilmeyip erbabının usûlüne bırakılmıştır.
Toplu yapılan zikirlerin bidat olduğunu, sonradan uydurulduğunu iddia edenler, bu hususu kendi kişisel görüşlerine göre yorumlayarak delilsiz dava ileri sürmektedirler. Rasûlullah’ın (s.a.v) uygulamasının ve hadîs-i şerîflerin aksine, asıl bidatin en kötüsünün kendileri tarafından ihdas edilmiş olduğunun farkında bile değildirler. Kur’an’da cemi sığası ile, Allah’ı çok zikrediniz, kelamını, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ve sahabenin tatbikatını dahi göz ardı ederek bunu söyleyebiliyorlar. İblisin görevi hak olan sırat-ı müstakim yolunun üstüne oturup insanları hak yoldan alıkoymaktır. Bunlar da, Allahu a‘lem, zikir hususunda bu işi yapıyorlar.
İster toplu, ister tek başına yapılsın zikir, işlenen günahların bağışlanmasına ve bu günahların sevaba dönmesine, Allah Teâlâ’nın rızasının kazanılmasına ve kişinin ihsan makamına ulaşmasına vesile olur.
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri, zikir hakkında şunu söylemiştir. “Zikrin şartı; zikri ehlinden alıp öğrenmektir. Tıpkı sahabenin Rasûlullah’tan; tâbiînin sahabeden ve meşâyıhın önceki meşayıhtan alıp öğrendiği gibi (sağlam bir elden sağlam bir ele, sadık bir dilden sadık bir dile). Bu süreç asrımıza gelinceye kadar böyle olmuş, kıyamet kopuncaya kadar da böyle devam edecektir.”[25]
Ya Rab! Bizi, Seni her an hakkıyla zikreden zâkir, nimetlerine şükreden şâkir, razı olduğun kulların arasına kabul eyle.
Vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve
sahbihî ecmaîn. Ve âhiru da‘vânâ eni’l-hamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn.
[1] A‘râf, 7/180.
[2] Tirmizî, 5-532.
[3] Müsned-i Ahmed, 6-247.
[4] Alak, 96/1.
[5] Müzzemmil, 73/8.
[6] A‘raf, 7/205.
[7] Ra‘d, 13/28.
[8] Ahzab, 33/41-42.
[9] Şuabü’l-İmân, 2-183.
[10] Buhârî, 1-129.
[11] Kasım ibn Selam, et-Tuhur, 1-153.
[12] Mevâridü’z-Zamân, 7-310.
[13] Müsned-i Ahmed ibn Hanbel, 3-2456.
[14] Nisâ, 4/142.
[15] Bakara, 2/152.
[16] Tirmizi, 5-459.
[17] Tirmizi, 5-458.
[18] Şuabü’l-İmân, 2-62.
[19] Kenzü’l-Ummâl, 1-431.
[20] Mu‘cemü’l-Evsât, 6-116.
[21] Ahmed ibn Hanbel, Müsned, 28-348.
[22] Tirmizî, 5-532.
[23] Şuabu’l-İmân,1-409.
[24] Ahmed ibn Hanbel, Müsned, 19-437
[25] Rûhu’l-Beyân, 4-374.