İçeriğe geç

ALMANYA’YA BİR SEYAHAT – Biz ve Onlar Üzerine…

Atalar sözüne uyup önce yiğidin hakkını verelim… Malum, Avrupa’yı gezip de ülkemize dönen hemen herkes sözün bir yerinde ister istemez oraları takdir etmeye başlar. İki yüzyıldır devam eden bu duruma Ahmet Haşim’in Almanya’nın tertip ve düzenini anlattığı şu satırları iyi bir örnektir:

“Yarabbi! Bu şehirde ufak bir yıkıntı, küçük bir ihmal, yerine konulması unutulmuş bir taş, kapatılmamış bir çukur yok mu? Bıçak gibi hatları her tarafta yükselen bu kusursuz hendese içinde insan nefes darlıkları duyuyor. Umranın bu kadarı fazla. Ruskin’in dediği gibi muhayyilenin mesut bir faaliyete girebilmesi için biraz harabe görmek de lazım…”[1]

            Gerçekten bu kadar kesin hatlı bir düzen gerekli mi tartışmasına girmeden “batının iyi olan yönlerinden” bir örnek de biz vererek başlayalım.

Kitaplar…

Almanya ve kitap denince akla ilk önce Frankfurt Kitap Fuarı geliyor. Fiziksel boyutları sanırım konuyu özetler: Her biri aşağı yukarı bir futbol sahası büyüklüğünde bir düzine devasa salon… Amerika’dan Japonya’ya birçok ülkenin stantları gezmekle bitmiyor. Canlı televizyon programları, imza günleri ve söyleşiler devam ederken içinde bulunduğunuz organizasyonun ticarî hacmini de hissediyorsunuz.

Gelelim şehir kitapçılarına. Stuttgart’tan[2] bir örnek: Şehrin ana meydanındaki dükkân tabelalarının en büyüğü bir kitap mağazasına ait. Mağazanın kendisi de tabelası gibi kocaman. Beş katlı binada kurulu bu mağazanın her bir katı -şöyle tarif edelim- bir Anadolu şehrinde rastlayabileceğiniz en büyük kitapçıdan daha büyük. Bu kitapçıdan -yürüyerek- on beş dakikalık mesafede ikonik mimarisi ile dikkat çeken yedi katlı devasa bir şehir kütüphanesi var. Bunların yanında şehirdeki muhtelif boyut ve tipteki sayısız kitapçılar, üniversite kütüphaneleri ve diğer zengin halk kütüphanelerini de görünce ister istemez “Kitaplar her yerde!” diyorsunuz. Bitpazarlarında[3] ikinci el eşyaların yanında satılan raf raf kitaplar ve sadece dergi satan kocaman marketler bizde hiç olmayan manzaralar. Küçük bir kasabanın halk kütüphanesinde bulabileceğiniz kitap çeşidini biz belki üniversitelerimizde ancak bulabiliriz. Hatta sadece bazılarında… Hep yapılardan bahsettik ama bunların her birinin çocuğuyla yaşlısıyla dolu ve hareketli olduğunu görünce bunların bir ihtiyaç sonucu kurulduklarını hissetmek zor olmuyor.

Bizden bir iz bulmak?

Sadece kitap üzerinden dahi başarısını seyredebildiğimiz bu topraklarda insan ister istemez kendi ülkesiyle kıyaslamalara gidiyor. Bizim de başarı hikâyelerimiz olsa gerek diyoruz. Ama günümüz dünyasında kayda değer bir izimizi bulmak güç. Batı ülkelerinde gezerken Türkiye’nin ya da Müslüman coğrafyanın etkilerini görmek pek mümkün olmuyor maalesef. O kadar ki, Türkçe bir mağaza ismi ya da market rafındaki Türk markalı bir yoğurt bile bizden bir iz görmenin buruk sevincini verebiliyor. Öyle ya içinde bulunduğumuz çağın üretimlerine dışarıdan bir göz baksa bizden ne görebilir? Günümüz bilim, kültür ve teknolojisinde yok gibiyiz…

Bu hislerle diyar-ı garbı gezerken Heidelberg yakınlarındaki Schwetzingen Camii’yle karşılaştık. Yoğurttan Türk/İslam kokusu almaya çalışan bizler Bavyera dükünün yüzlerce dönümlük sarayının bahçesinde çifte minaresi ve tam tekmil külliyesiyle bir cami bulmuştuk. Kenarlarda kalmış küçük ve istisnai bir şey de değil! Hristiyan bir hükümdarın sarayındaki büyük ve süslü yapılardan biri. Günümüz dünyasında rastlayamadığımız etkiyi, bir Avrupa sarayında görmek mevcut tarih bilgimizde bir yere oturmuyor. Üstelik yapının Osmanlı’nın ihtişamlı devirlerinde değil de gerileme devri olarak bildiğimiz bin yedi yüzlerin sonlarına doğru yapılmış olması işi daha da anlaşılmaz kılıyordu.

Bu merakla konuyu araştırdığımda o dönemde Avrupa’da bir Türk modasının hâkim olduğunu ve bu olgunun Avrupa saray kültürünün ayrılmaz bir parçasına dönüştüğünü öğrendim. Ayrıca Avrupa saraylarında yapılan tek camii de bu değilmiş. Vaktiyle Kassel ve Sttutgart/Hohenheim şehirlerindeki saraylarda da camiler varmış.[4] Aslında “cami” ismi verilen bu yapılar bütün o Arapça hatlarına ve kubbelerindeki hilallerine rağmen ibadethane amacıyla yapılmıyordu. Tarzları da doğu batı karışımıydı ve esas gerekçe modaydı. Ancak bu etki yalnız sanat ve mimaride değil ilim ve edebiyat dünyasında da etkilerini göstermekteydi. Buna bir örnek olarak Goethe’nin eserleri özellikle de Peygamber Efendimiz’e yazdığı naatı incelenebilir.

Somut etkiler

Batıya etkimizi görmek için hamasetle söylenen sözlere itibar etmektense, özellikle oradaki izlerimize dair somut örnekler aramak daha gerçekçi olsa gerek. Tahsin Görgün hocanın İslam dünyasının dünya medeniyetine etkisine dair değerlendirmelerine bu vesileyle göz attım. Hocanın bir konuşmasında bin yedi yüzlü yıllarda yazılmış kitaplardan verdiği örneklere bakılırsa o dönemde Avrupalılar için dünya tarihinin esas ağırlığını İslam tarihi oluşturuyordu. O kadar ki, devrin tarih kitaplarında modern zamanlar “Hz. Muhammed’in Hayatı” ile başlıyor ve kitapların neredeyse yarısını İslam tarihi oluşturuyor. Sonuç olarak şunu söyleyebiliyoruz, o tarihlerde Avrupa’da entelektüel olmanın şartlarından biri siyer bilmekmiş.[5] [6]

Aslında Prof. Dr. Fuat Sezgin’in Kristof Kolomb’dan önce Amerika’yı ve Vasco De Gama’dan önce Ümit burnunu Arap-İslam denizcilerinin bulduğu tezi[7], Mathias Schram’ın bilimsel metodun aslında Roger Bacon tarafından İbnu’l-Heysem’in eserlerinden yaptığı tercümeden ibaret olduğu tespiti[8] ve Meinecke’nin Rönesans siyasi düşüncesinin sürekli ulaşmak istediği idealin, Osmanlı Devleti’nde var olduğuna dair[9] tezleri modern zamanlarda da bu güçlü kökenin ortaya konduğunu gösterir.

Tahsin Görgün hocanın değerlendirmesine göre Avrupa kendini ancak 18. yüzyılın sonlarında dünyanın merkezi olarak görmeye başlıyor.[10] Avrupa’daki bilim, teknik ve sanat üretimlerindeki yoğunlaşmaya kabaca bakıldığında da esas ivmeyi bu tarihlerden sonra kazandığını söylemek muhtemelen yanlış olmayacaktır.[11]

 Ahmet Haşim’in Avrupa tasviriyle başlamıştık, günümüz tarihçilerinden Hodgson’un Osmanlı zamanındaki dünya tasviriyle bitirelim.

“Eğer on altıncı yüzyılda Mars’tan bir ziyaretçi gelmiş olsaydı, bütün dünyanın Müslüman olmanın eşiğinde olduğuna hükmedecekti. Böyle bir kanaate varmasının sebebini ise, kısmen Müslümanların stratejik ve siyasi avantajlarına ve aynı zamanda onların genel kültürünün canlılığına dayandıracaktı.”[12]


[1] Ahmet Haşim, Frankfurt Seyahatnamesi (1933)

[2] 2017 rakamlarına göre nüfusu 632.000.

[3] Zengin alman şehirlerinde birçok ikinci el eşya pazarı var. Ve müşterilerin çoğu Alman. Bu tezadı sorduğum orada yaşayan bir arkadaş, Almanlar israf yapmazlar, diyor.

[4] https://perspektif.eu/2014/01/01/schwetzingende-bir-cami

[5] Prof. Dr. Tahsin Görgün, İslam, Modernite ve Gelecek. Serdivan Fikir ve Sanat Akademisi Dersleri

[6] https://sehirisifkulubu.com/2018/02/02/18-yuzyilda-ingilterede-aydin-olmak-isteyen-siyer-okumak-zorundaydi

[7] Prof. Dr. Haşim Şahin. Piri Reisin Haritası. Nihayet Dergi/Temmuz 2019.

[8] Matthias Schram’dan (1963) aktaran, Prof. Dr. Tahsin Görgün (1999). Avrupa’nın Sosyo-Politik Oluşumunda Bir Faktör Olarak Osmanlı Devleti. Osmanlı, C, 7.

[9] Friedrich Meinecke’den (1924) Aktaran: Prof. Dr. Tahsin Görgün, Modern Devletin Oluşum Süreci: Osmanlı Siyasi Düşüncesi Perspektifinden Bazı Tespitler.

[10] Görgün, a.g.e.

[11] Norman Davies, Avrupa Tarihi, s. 1332-1338.

[12] M. Hodgson (1993), Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek. Aktaran: Prof. Dr. Tahsin Görgün, Modern Devletin Oluşum Süreci: Osmanlı Siyasi Düşüncesi Perspektifinden Bazı Tespitler.