- Muhterem Hocam, ilim ve “ehl-i ilim” tarifi yapacak olursak; kendisinden istifade edebileceğimiz ilim ehlinde hangi vasıfları aramamız gerekir?
İlmi dini ilimler, din dışı ilimler diye ikiye ayırabiliriz. Gerçi ilimlerin hepsi insana hizmet niyetiyle olursa dini olur ya, bir de doğrudan doğruya dini ilgilendiren ilimler vardır. Bu ilimler hayatî öneme sahiptir. Çünkü bu ilimlerle adamın inancını ya inşa ediyor ya da yıkıyorsunuzdur. Bir insanın inancının olmadığı yerde öbür ilimler iyiye kullanılamaz. Zira adamın kendisi, karakteri sağlam değilse, kafa yapısı yanlışsa, hizmet etmez, ilmini kötülükte kullanır. Bir ilim ehli öncelikle inancını sağlam inşa etmelidir demek ki. Ve hemen ardından bildiklerini hayata aktarmalıdır. Zira amelsiz ilim olmaz.
Kendisine faydası olmayan bir insanın etrafına nasıl faydası olsun… Amelsiz ilim işe yaramaz. Mesela “Massignon”. İslâmî ilimlerle hayatını geçirmiş. Ama Yahudi. Şimdi biz onu çok makbul adam mı göreceğiz? Adam Yahudi. Belki çok hocadan daha çok bilgisi var. Tefsir, Hadis, Fıkıh okuyor, biliyor ama hiç uygulaması yok. Biz bunları örnek alamayız. Kur’an-ı Kerim’de buna dair emir vardır: “Bilmediğinizi ehl-i zikir âlimlere soracaksınız.” buyruluyor âyet-i kerimede. Bu âyet-i kerime çok dikkat çekicidir. Bilenlere soracaksınız denmiyor, ehli zikir olanlara, yani bildiğini uygulayan, namazlı abdestli, Kuran’ı elinden düşürmeyen, Allah’ı zikreden kimselere soracaksınız buyruluyor.
Rasulullah (s.a.v) Efendimiz zamanında camiler, camilerin bitişiğinde medreseler vardır. İslam’da uygulamasız ilim yok. Cami ile medresenin yan yana, iç içe olması. Bu, ilim-amel dengesinin en güzel ifadesidir.
- İnanç, ilim ve amel dengesini oluşuracak sağlam bir fikir yapısının oluşmasında hocanın rolü için ne diyebiliriz?
İnsanoğlu çevresinin etkisinde kalır. İklim olarak kalır, tabiat olarak kalır… Hal böyle olunca insanın, üstadının tesirinde kalması muhakkaktır. O sebeple bir hocanın kimden okuduğu bilinmeli, görülmeli ki; değerlendirmesi ona göre yapılsın.
İslam’da güzel bir usul vardır: İcazet usulü. Bu biz Müslümanlara mahsustur. İcazet, talebe sadece bazı kuru bilgilerle yüklü olduğu zaman verilmez. Bazı bilgileri ezberlemiş, onları elde etmiş olana verilmez. İcazet almaya layık görülen talebeye hocası hem bilgi vermiştir, hem de ona ahlak aşılamıştır, talebesinin şahsiyetini oluşturmuştur.
İcazet usulünde hocalar, belli bilgileri sırayla basitten zora doğru verirken aynı zamanda talebesinin kişiliğini de oluştururlar. Kendisi örnek oluyor. Okuttuklarını da talebesinde görmek istiyor. İcazet verirken bunlara dikkat ediyor. Bu en sağlam, en sağlıklı sistem. O kalkınca ne oluyor. Adam süper zeki, okuduğunu ezberliyor, elde ediyor ama hocası yok, öğrendiklerinin uygulaması yok. Ortaya yanlış şeyler çıkıyor. Günümüzdeki bazı insanların acayip acayip konuşmaları bundan ileri geliyor. Hocasız… İcazet aldığı bir hoca yok.
Görüyorsunuz ortalık toz duman. Her şey birbirine karışmış. Her kafadan bir ses çıkıyor. Bizim duyduğumuz okuduğumuz şeylerle alakasız şeyler konuşuluyor. Herkes kendi kafasına göre fetva veriyor, milletin kafasını karıştırıyor. Kendi sapıtıyor milleti saptırıyor. İşte bunlar olmasın diye, icazet usulü vardır İslam’da. Hoca bilgi verirken talebesinin fikir dünyasını da şekle sokar, törpüler, aşırılıkları giderir, bir sisteme sokar. Bu sebeple muazzam bir usuldür icazet usûlu. Şimdi bunlar kalktı. Onun için herkes, isteyen istediğini söylüyor. Ortalık karma karışık.
Böyle ehliyeti olmadan konuşan insanların hatalarına defaatle şahit olmuşumdur: İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu bir mühendis arkadaşım vardı. Çok zeki birisiydi. Bir süre onunla aynı mahallede de kaldık. Namazında, abdestinde bir arkadaş. Kendi kendine Arapça öğrenmiş. Bu Arapça ile tefsirleri devirmiş, Fıkıh, Hadis kitaplarını okumuş. Ama mesleği yine elektrikçilik idi. Bir hoca önüne diz çöküp okumamış. Bir hocanın icazetini almamış, kendi kendine, kendi zekâsıyla öğrenmiş. Tefsir yapıyordu, Kuran’ı açıyor ayetlerden direkt mana veriyordu. Bu arkadaş daha sonraları bir kitap yazdı. Bakın kitabında ne diyor: “Peygamberimiz bizim kadar bilmez. Çünkü o cebir denklemi çözmesini bilmiyordu. O’nun devrinde bilgisayar yoktu.” Bu kadar söyleyebilmişti, kitabında var bunlar. Ben adamın beş namaz kıldığını görmesem, bu satırların yazarına yüzde yüz “kâfir” derim. Hocasız oldu mu, niyet iyi olsa bile abuk subuk konuşur insan. Fakat bir hocayla irtibatı olsa, böyle durumlarda hocası onun kulağını tutar, “Bak, sen tehlikeli bölgeye girdin.” der, ona yanlışını gösterir. Hoca böyle durumlarda gereklidir.
Maalesef bizim bazı hoca arkadaşlarımızın durumu da aynı. Önemli yerlerde görevli arkadaşlarımızın ağzından duymuşumdur, bilimsel kongrelerde tartışmışız. Birisine “Yahu, senin söylediklerin hiçbir kitapta yok.” dedim de bana hocam dedi: “Biz Ortaçağ kitaplarını okuyarak zaman öldürmeyiz.” Şimdi bunlar İngilizce, Fransızca vs. Arapça’nın dışında iki yabancı dil biliyor. Zeki kimseler, hatta hafız, Kuran’ı tersinden okuyacak kadar kuvvetli hafız olanları var. Ama o eskilere bakmayınca, onlarla irtibatını kesince, üstad da onun kulağını tutmayınca görüyorsunuz nasıl konuşuyorlar. Bizim bin senedir kitaplarımızda yazılı gelen hakikatlerin tersine laflar ediyorlar, iddia da ediyorlar, kendilerine çok güveniyorlar.
- Peki iddia ettikleri fikirler gerçekten yeni ve kendi çalışmalarının ürünü olan fikirler mi? Yoksa geçmişin bir tekrarı mı?
Bu arkadaşların pek çoğu mazide söylenen fakat Ehl-i Sünnet âlimlerince kabul edilmeyip reddedilen fikirleri tekrar gündeme taşıyorlar. Fakat televizyonda konuşurken “Bu Mutezile mezhebinin görüşüdür. Ben de bu akla uygun olduğu için kabul ediyorum.” demiyorlar. Böyle dese problem yok. İlim budur. Ama bunu söylemiyor. Doğrusu budur, diyor. Hafızım diyor, birtakım bilgiler vererek millete kendisini inandırıyor, kafalara soru işareti, şüphe sokuyor. Bizim milletimiz Ehl-i Sünnet’tir, ben Mutezile’yim dese biliyor ki; kimse dinlemeyecek onu. Bu sebeple saklıyor kendisini, bu çok yanlış bir yol.
Hiç bir kurumdan ihtar almadıkları için de rahatça konuşabiliyorlar.
Efendim başka konularda bir şey derseniz kanun, nizam derler, sizi yakalarlar. Ama din konusunda ne söylerseniz söyleyin bir korkunuz yok. Kanunlar laik olduğu için dini koruma amacı diye bir şey yok. Onun için serbest her şey. Ortada hiçbir otorite yok. Kitap yazmış birisi “Allah’ın doğum günü” diye. Tövbe estağfirullah. Bu denli saçmalıklar ortaya çıkıyor işte. Niye yazmış bunu, satacak, ilgi uyandıracak. Para için, meşhur olmak için böyle şeyler yapıyorlar.
Hocam sizlere çok teşekkür ediyoruz.
Mülâkat: Hüseyin ALTINTAŞ