İçeriğe geç
Anasayfa » “BENİM İÇİN BİRBİRİNİ SEVENLER NEREDE?”

“BENİM İÇİN BİRBİRİNİ SEVENLER NEREDE?”

Müslümanlar arasındaki irtibatın, kardeşliğin esası; imanlı gönüller arasındaki muhabbetin devamı meselesidir. Sevgi meselesine nereden başlayacağımızı bilmemiz gerekmektedir. Bu mevzuu mukaddes bir esasa bağlamadan hiç bir şey olmaz. Böyle bir sevgiyi Ashab-ı Kiram Efendilerimizde görürüz. Onlar mukaddes olan sevgiyi esas kabul ettikleri içindir ki; Allah Teâla da onları her işlerinde muvakkaf kılmıştır.

Bizler evvela Erhamurrahimin olan Rabbimizin bizi çok sevdiğini bileceğiz. Peygamber Efendimizin bizi çok sevdiğini bileceğiz. O bizi çok sevdiği için, bizi seveni elbetteki biz de seveceğiz. Hele de beni benden daha çok sevdiğini bilirsem. Benim sıkıntıya düşmemi hiç istemeyen bir Peygamberim olduğunu bilirsem.

Bunları bize Kur’an-ı Kerim’de bizzat Rabbimiz haber vermiyor mu?

“Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki; zahmete uğramanız ona çok ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, mü’minlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.”[1]

Durum böyle olunca ben de ona olan muhabbetimi en yüksek derecede tutacağım.

Ben bir müslüman olarak ilk önce Rabbimi seversem, Rasûlullah’ı seversem, ne olacak? Bu sevgi sayesinde iman sahibi kardeşlerim de beni sevecek. Bana muhabbet besleyecek, ben de onları seveceğim, onların kardeşim olduğunu hissedeceğim.

Böyle olacağını Kur’an-ı Kerim’den, Peygamber Efendimizden öğreniyoruz.

Ayet-i kerimede buyuruluyor ki: “İman edip salih amel yapanlar için Rahman, (gönüllerde) bir sevgi yaratacak (ve onları herkese sevdirecek)tir.”[2]

Hadis-i şerifte ise bu durum şöyle ifade edilmektedir:

“Allah Teâlâ, bir kulu sevdiğinde Cibrîl (a.s)’e: “Allah filân kulu seviyor; sen de onu sev!” diye emreder. Cibrîl de o kulu sever. Sonra Cibrîl (a.s) sema halkına: “Allah Teâlâ filân kulunu seviyor; onu siz de seviniz!” diye seslenir. Sema ehli de o kimseyi sever. Sonra yerdeki insanlara (da bir sevgi) konulur (da müslümanlar arasında da o kimse sevilir ve iyi biri olarak yad edilir).”

Asırlar geçmesine rağmen İmam A’zamların, İmam Gazzalilerin unutulmamasının sebebi işte hep bu hakikattir. Hergün yüzlerce insanın Fatih Sultan Mehmed Hazretlerini ziyaret maksadıyla Fatih’e gelmelerinin sebebi bu değil de nedir? Halâ dünyanın her yerinde İhya okunmasını, İmam Nevevi Hazretlerinin tertib ettiği Riyazu’s Salihin’in okunmasını başka nasıl izah edebiliriz.

Demek ki; muhabbetin başı Allah sevgisi, Rasûlullah sevgisidir.

Rasûlullah Sevgisi

Peygamber Efendimizi kendi nefsimizden, çoluk çocuğumuzdan, anne babamızdan, bütün insanlardan daha çok sevmedikçe hakikî manada iman etmiş olamayacağımız hadis-i şerifte açıkça beyan edilmiştir:

“Sizden hiçbiriniz beni çocuğundan, anne ve babasından daha fazla sevmedikçe kâmil manada iman etmiş olmaz.”

Hz. Ömer (r.a) ile Peygamber Efendimiz (s.a.v) arasındaki konuşmayı biliyoruz. Hz. Ömer (r.a) ancak “Seni nefsimden de çok seviyorum Ya Rasulallah” dediği zaman “Şimdi imanın tamam oldu.” müjdesine nail olabilmiştir.

Rabbimize karşı, Peygamberimize karşı, İslâm’a karşı muhabbetimizi kalbimize iyice yerleştirip, bu husustaki noksanlıkları izale edebildiğimiz takdirde dinimizin emirlerinin de dışına çıkamayız.

Dinimiz İslâm’ın emri ise aramızdaki meveddetin devam etmesini icap ettirir. İman eden kimseler olarak aramızda kardeşlik irtibatımızın teşekkülünü icab ettirir.

“Mü’minler, ancak kardeştirler.”[3] hakikatini bizzat Kur’an-ı Kerim’den öğreniyoruz.

Bilelim ki; imanlı kalpler arasındaki muhabbeti, kardeşlik bağını da bizlere Rabbimiz Allah Teâlâ nasip etmiştir. Bu mevzuda ayet-i kerimeler gayet sarihtir:

“Hepiniz toptan, Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın, bölünüp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah kalplerinizi birbirine ısındırmış ve onun lütfu ile kardeş oluvermiştiniz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oraya düşmekten de sizi O kurtarmıştı.”[4]

“(Allah Teâlâ) Müminlerin kalplerini birbirine ısındırıp bir araya getirdi. Şayet sen dünyada bulunan her şeyi sarf etseydin bile yine de onların kalplerini birleştiremezdin, fakat Allah onları birleştirdi.”[5]

Müslümanlar arasına koyulan bu muhabbeti devam ettirmeye gayret etmek, onu daima canlı tutmak alelâde bir iş değildir.

Mü’minleri sevmek meselesi akaidimizle, imanımızla irtibatlıdır. Rasûlullah Efendimiz ne buyuruyorlar:

“Allah’a yemin ederim ki; iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de kâmil manada iman etmiş olmazsınız.”

Bu noktayı nasıl ihya edeceğiz. Bu çok mühim bir meseledir. Hak yolda olanların birbirleriyle mütekarib olması, yakın olması lazımdır. Müslümanlar arasında meveddet, yardımlaşma vacip olan bir şeydir.

Kur’an-ı Kerim’de müslümanlar arasındaki meveddetten, sevgiden bahseden nice ayet-i kerimeler vardır. Hatta bu meveddetin devamı için bir dua bile öğretilmektedir Kur’an-ı Kerim’de:

“Ey kerim Rabbimiz, derler, bizi ve bizden önceki mü’min kardeşlerimizi affeyle! İçimizde mü’minlere karşı hiçbir kin bırakma! Duamızı kabul buyur ya Rabbenâ, çünkü Sen Raufsun, Rahîmsin!” (şefkat ve ihsanın son derece fazladır).”[6]

İman vasfına muttasıf olan kimselerle aramızda bir buğzumuz olmasın, onu bizden izale et, diye Allah Teala bize böyle bir dua öğretmiştir.

Bu duayı gönlümüzde tutarsak, kendimize vird edinirsek, onun icablarını da yerine getirmeye çalışırsak inşaallah bütün fitnelerin zail olup gittiğine şahit oluruz.

Ama kendimizi, şahsiyetimizi öne çıkarmak istersek… Kibir hastalığına mübtela olursak. Ben daha üstünüm. O benim ayağıma gelecek. Ben köşemde oturacağım demeye başlarsak işte bugünkü halimiz ortada. Bugünkü vaziyetimizin en büyük sebebi nefsimizden başkasına fedakarlık yapamıyor oluşumuzdur. Herkes kendi nefsini düşünüyor, mü’min kardeşlerini düşünmüyor…

Düşman karşısında dahi bir araya gelemiyoruz. Halbuki İslam’a zarar vermek isteyenlere karşı mü’minlerden beklenen birlikte olabilmektir. “Fehum yedun ala men sivahum” “O (mü’minler) kendilerinin dışındakilere karşı tek bir el gibidir.” hadis-i şerifinde bu mesele sarih bir şekilde beyan edilmektedir.

Dinimize, itikadımıza, ibadetlerimize söz söyleyenlere karşı, her türlü şahsî meselelerimizi bir kenara bırakıp ümmet olabilmemiz gerekmektedir. Bu meseleyi hala idrak edemiyoruz. İdrak edemediğimiz için de, Müslümanlar fırka fırka bulunduğu bir yerde her işimizi ifsad ediyorlar. En mühimi de akaid meselelerimizi dahi sarsmaya çalışıyorlar da hiç farkına varamıyoruz. Akaid meselesi çok sarsılmıştır. Çok çok çok, aman Allah’ım.

Böyle olacağı Kur’an-ı Kerim’de de buyrulmuyor mu?

“Dini inkâr edenler birbirlerine sahip çıkarlar. Eğer siz birbirinize yardımcı olmazsanız, dünyada fitne kopar, müthiş bir bozukluk, bir fesat ortaya çıkar.”[7]

Bu halimize rağmen bizler ise hala memleketimizin, müslümanların bu perişan halini nasıl düzeltelim diye düşünmüyoruz da… kendi hayatımızı nasıl daha rahat idame ettirebiliriz, derdine düşüyoruz. Halbuki insanımızın akaidi, imanı elden gidiyor.

Şuna bir şey diyemem kırılır, buna cevap veremem aramız bozulur, menfaatlerim kesilir gibi hayallerle hiç bir yere varamayız. Biz hakkı söyleyeceğiz. Dinimizin emrettiği helali haramı beyan edeceğiz. Bu hususta yanlışı yapan yakınımmış, tanışımmış, bizim cemaattenmiş, bizim partidenmiş gibi şeyleri bir an olsun aklımıza getirmeyeceğiz.

Zira “La mahâbâte fi’d-din”, “Dinde ahbablık olmaz, kayırma olmaz.”  Velev ki en aziz varlığımız, evladımız olsun. Nitekim ashab-ı kiram “Ya Rasûlallah” dediler, Bedir harbinde. “Müsaade et de yakınlarımızla biz çarpışalım.” İşte imanı, İslam’ı sevmek o derecede olmalı.

Biz kendi mesleğimizde bulunanlara bakalım. Hocalarımız bir araya geliyorlar mı?

Eşhedü billah Ali Haydar Efendi hocamızın evine hocaefendiler gelir giderlerdi. Abdulhakim Efendi, Seyyid Şefik Efendi gelirdi, Sami Efendi, Mehmet Zahid efendi hazretleri, Ömer Nasûhi Efendi, meşayıhtan ulemadan kimseler oraya gelirdi. Onlar bir araya gelince cemaatleri de bir araya gelir. Onlar bir araya gelmediği yerde cemaatlerin bir araya gelmeleri çok daha zor olur. Halbuki bu gibi ziyaretleşmeler sayesinde müslümanlar arasında muhabbet olacak, muahedet olacak, meveddet görülecektir.

Kur’an-ı Kerim’de çekişip birbirimize düşmememiz, dağılıp ayrılmamamız emredilirken, birbirimize kenetlenmiş bir bina gibi sapasağlam durmamız gerekirken bizim derdimiz hala, cemaatimiz, menfaatimiz… vs. olmamalı.

Her fırsatı İslâm kardeşliğinin tesisi için vesile bilmeliyiz. Bayramlarda, mübarek günlerde, gecelerde kardeşlerimizi arayıp onlarla tebrikleşmeliyiz. Mesela yeni hicrî senemize girdik, bu gibi münasebetleri fırsat bilmeliyiz. Önümüzde bir ay sonra da Rasûlullah Efendimizin veladeti seniyyeleri var. Birbirimizi aramalıyız. Aramızdaki meveddeti, sevgiyi canlı tutacak her fırsatı değerlendirmeliyiz. Bir kardeşimiz hasta olur, ziyaret etmeliyiz. Gidemediysek en azından telefonla halini hatırını sormalıyız. Bunlar unutulmayan hadiselerdir. Evlilik münasebetleri, vefat hadiseleri kezalik.

Bilhassa akrabaların birbirleriyle irtibatının ehemmiyeti o kadar mühimdir ki. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ne buyuruyorlar: “Men kâne yü’minü billâhi vel-yevmil-âhir, felyesıl rahimehû” “Allah’a ve ahiret gününe itikat eden kimse akrabasıyla irtibatını kesmesin.”

Akrabaların birbirlerini ziyarete gitmelerinin ömrün uzamasına, rızkın genişlemesine sebep olduğunu yine Rasûlullah Efendimizden öğreniyoruz. Akrabayla irtibatımız kesildiği takdirde dualarımıza icabet edilmediğini öğreniyoruz.

Akrabayla münasebetlerimiz o derece ehemmiyetlidir ki; bu münasebetin devamı için sadakalarımızın, zekatlarımızın önce onlar arasındaki fakirlere verilmeleri de tavsiye edilmiştir. Hatta, kendisine iyilikte bulunmayan akrabaya verilen sadakayı Rasûlullah Efendimiz en makbul sadaka olarak ifade ediyorlar.

***

İki mü’minin arasında üç günden fazla süren bir küskünlüğün doğru olmadığını biliyoruz. Bu hususla alakalı Rasûlullah Efendimiz’in mübarek hafidi, torunu Hz. Hasan Efendimizle, baba bir kardeşi, Hz. Ali (k.v) Efendimizin evlâdı Muhammed Hanefi arasındaki bir hadiseyi hatırlayarak sözlerimizi bitirelim.

Hz. Hasan Efendimizle, Muhammed Hanefi’nin arasında beşerî bir mesele sebebiyle dargınlık olmuş. Üç gün geçmeden bu dargınlığın giderilmesi için her ikisi de düşünüyor. Muhammed Hanefi düşünmüş ki; ben önce selam verirsem fazilet bana kalır, sevab bana yazılır. Halbuki bu fazilet Rasulullah Efendimizin hafidi olan, torunu olan kimseye yakışır. Haber göndermiş ki; ben falan yerden çıkıyorum, bana selam vermesini istiyorum ki; bana yakışmayan işi ben yapmayayım, bu fazilete lâyık olan kendisidir.

Hay Allah’ım, bu demektir yahu ona yakışır ben yapmayayım. İşte İslâm terbiyesinin bir misalidir bu.

Cenab-ı Hak cümlemize “Eyne’l müte-habbûne fiyye” “Benim için birbirlerini sevenler nerde?” hitabı İlâhisinin yapılacağı mahşer gününde arşının gölgesinde buluşmayı nasib eylesin. Kendimizi bu suale hazırlamaya gayret gösterelim.

[1]  Tevbe, 9/128

[2]    Meryem, 19/19

[3]  Hucûrat, 49/10

[4]  Âl-i İmran, 3/103

[5]  Enfâl, 8/62

[6]  Haşr, 59/10

[7]  Enfal, 8/73