İçeriğe geç
Anasayfa » BİR İMAM EFENDİ OLMAK…

BİR İMAM EFENDİ OLMAK…

Mülakât: Necmeddin Beşikçi – Ahmet Er

Muhterem Hocam, dergimiz bu sayısında, edebe, adab-ı muaşerete dair konulara temas ediyor. Bu minvalde bir imam-hatibin dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir, bu konudaki fikirlerinizi almak; eski-yeni gördükleriniz örnekliğinde bu makama yakışan/yakışmayanları konuşmak istiyoruz.

Bir imam efendi ilmî müktesebatıyla, kılık-kıyafeti, mihraba gidip gelirken, minbere/kürsüye çıkıp inerkenki tavırlarıyla nasıl olmalı, nelere dikkat etmelidir?

Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdülillâh. Vessalâtü vesselâmü alâ Rasûlillâh.

لَّقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا

“And olsun ki sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikreden kimseler için Allah’ın Rasûlü’nde güzel bir örnek vardır.”[1]

Her şeyden önce Cenâb-ı Mevlamız’ın bizlere örnek edinelim diye hazırladığı, terbiye ettiği ve rasûl olarak gönderdiği Hz. Muhammed ﷺ Efendimizin hayatımız için arz ettiği vazgeçilmez örnekliğini vurgulayarak söze girmek lazım. Çünkü “Mihraba giderken, kürsüye çıkarken veya inerken, minbere çıkarken ya da inerken nasıl davranmalı?” sorularının cevabı için de Mevlamızın örnek alalım diye bize gösterdiği Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e bakmamız lazım. Eğer böyle bakabilirsek bu konudaki ifadelerimizde -herhalde- kusurumuz asgari derecede olacaktır.  Var olan eksiklikler de tabiî olarak bizden kaynaklanacaktır.

Önce kılık kıyafet mevzuuna temas edelim isterseniz. Zaman değişiyor, çağ değişiyor, geleneksel yapılar ortaya çıkmış. Bunlara göre kılık-kıyafet de değişkenlik gösteriyor. Coğrafî yapı bile kıyafetin bölgeden bölgeye farklı algılanmasına ve uygulanmasına yol açabiliyor. Ama bu farklılık içerisinde herhalde en çok ortak vasfı olan şey mihraptaki imam efendinin kıyafetidir. Örfteki, adetteki farklılıkların asgarî şekilde göründüğü şey. Bir imam efendiye baktığımızda ne görürüz; bir sarık var başında, bir cübbe sırtında…

Ama sadece bu kadar değil tabi, bir de simasına bakarız. Mesela hocaefendi, Allah’ın Rasûlü’nün sünnetini ihya niyetiyle sakal bırakırsa bunun, yine cübbeli, sarıklı ama matruş, her gün sinekkaydı tıraş olan bir kimseye göre müspet anlamda tesiri daha fazla olacaktır.

Zamanın etkisiyle, biraz da çevre baskısı ile kıyafetlerimiz bile değişebiliyor. Sakalı bırak, bıyığı bile olmayan imamlar görmeye başlıyoruz. Mihraba geliyor bıyıksız bir adam sonra bir de cübbenin altına baksak vücuda yapışmış pantolon… Bunlar bize göre garip şeyler değil mi? Niye böyle yapıyorlar? İşte yeni bir soru. Ondan istenilen, Müslüman kimliğine yakışan bir şahsiyet, kişilik değil mi? Belli ki henüz oluşmamış; olgunlaşmamış demiyorum, henüz oluşmamış diyorum. Önce bir şey olacak ki sonra olgunlaşsın. Bu aslında değerlendirmemiz gereken esaslı bir durum. Bu kimse kime benziyor yani? Allah’ın Rasûlü’nün mihrabına geçen adam bıyıklarını bile kazıyarak geçiyorsa bu kime benziyor?

“Müşriklere muhalefet edin, sakallarınızı serbest bırakın/uzatın, bıyıklarınızı kısaltın.”[2] Talimat cümlesi bu, değil mi? Farklı din mensuplarına benzemenin önüne geçmek için bir muhalefet vurgusu yapılıyor. Bu muhalefetin Allah’ın dininde esas olduğunu bilmesek “Eee! Ne olacak yani ufak tefek şeylerde benzerliklerden..?” diye düşünürüz. Hayır! Bu din, İslam Dini Allah’ın yürürlüğe koyduğu son ekmel dindir. O halde Allah inancı, peygamber inancı, ahiret inancı… allak bullak olmuş, -Kur’an’ın ifadesiyle- tahrif edilmiş bir yapıda bulunanlara nasıl özenir, nasıl benzeyebilir bir Müslüman, özellikle bir imam, hoca efendi? Böyle kimseleri takip ettiğinizde size yapacağı, yansıyacağı etki beklentinizin tam tersi olarak ortaya çıkabilir.

“Ne yani asıl olan şekil midir?” Tabi ki hayır, İslam bir şekil dini değildir ama şekle de çok önem veriyor. Yoksa mesela bir Müslüman kadının giyim-kuşam biçimlerini, konuşma ve davranış şekillerini nasıl izah edeceğiz, değil mi? Erkek-kadın kim olursa olsun bunlar için belli özellikler, belirlenen ölçüler vardır. Aksi takdirde teşebbüh hadisini nereye koyacağız? Rasûlullah Efendimiz buyuruyorlar ki:

لَعَنَ اللَّهُ الْمُتَشَبِّهِينَ مِنَ الرِّجَالِ بِالنِّسَاءِ وَالْمُتَشَبِّهَاتِ مِنَ النِّسَاءِ بِالرِّجَالِ

“Erkeklerden kadınlara, kadınlardan erkeklere benzeyenlere Allah lanet etsin!”[3]

Fiil dua makamında olursa “lanet etsin”, haber makamında olursa “lanet eder” manasında anlaşılır. Bakın, şekil hususunda cinsiyet ayrımı bile yapılıyor. Böylelikle kılık-kıyafetinden vs. bir kimsenin erkek veya kadın olduğunu ayırt edebilmelisiniz. O zaman dinî kisve de bir insanın aslında kimliğinin ortaya çıkmasına vesile oluyor.

Şimdi siz mihraba geçeceksiniz; o mihrabın asıl sahibi kim; Rasûlullah ﷺ Efendimiz. Oraya geçeceksiniz, minberine çıkacaksınız, kürsüsüne çıkacaksınız, arz u endam edeceksiniz ama Ona ﷺ benzemeyeceksiniz! Ben böyle bir adam görsem bu minberi kim işgal etti diye bakarım.

Filan vakfın başında bir genç vardı. Orada Cuma namazları da kılıyorlardı. Bakıyorsunuz imamda ne sarık ne de cübbe var. Nedir bu!? O zaman pek anlamıyorduk ama daha sonra anlaşılıyor ki bu farklı bir yapıyı temsil ediyor aslında. Sünneti bile dışlayan bir yapı olarak arz u endam etmeye başladı zaman içinde. Bakın kıyafet nasıl ipuçları taşıyor!?

Hala kıyafet üzerinde konuşuyoruz, uzattık biraz. Kısacası, mihraba geçen adam her şeyden önce kendini en çok kime benzetmesi lazım; kimi temsil ediyor ise ona. O da kimdir; Allah’ın Rasûlü’dür ﷺ. Bir imam böyle düşündüğü zaman; Allah’ın Rasûlü ﷺ nasıl yürürdü, insan ilişkileri söz konusu olduğu zaman hali nasıl olurdu..? şeklinde sorular sorup cevaplar aramaya başlar.

Yürümesini sordunuz; bir imam efendi nasıl yürüyecek? Şimdi bir imam düşünün vazifeye geç kalmış; bir yerlerdeydi, alelacele abdest almış, koşa koşa gelmiş… Abdest olmuş mu? Orası ayrı, hele o aceleyle bir de helaya girdiyse; o abdestle mihraba nasıl geçer? Geçerken de cübbesini yelpaze gibi savura savura yürüyor… İmam efendinin, hazırlıklarını önceden tamamlaması, ağırbaşlı, vakur bir şekilde mihraba geçmesi önemlidir. Dikkat etmesi lazımdır.

İmam efendi, itibarı hak eden bir yapıya sahiptir. Her an kimi temsil ettiğinin şuurundadır. Modeli, örneği bellidir onun. Tavır, tarz, yürüyüş… hep Rasûlullah ﷺ örnekliğinde olmalı. Rasûlullah’ı bırakıp da başka başka insanları örnek almak olmaz. Her insanın hocası, kendisi için bir örnektir aynı zamanda. Ama hiçbiri mükemmelliyette Rasûlullah Efendimizin yerini dolduramaz. O zaman bizi yanıltmayacak model, örnek; O’dur ﷺ.

Bir hocaefendi bulunduğu makamın ciddiyetinin farkında olarak hareket edecek. Hiçbir zaman laubali olmayacak. Yani o makama geçen adam, Ankara’nın tayin ettiği memur olmakla birlikte aslında sanki Allah’ın Rasûlü’nün ﷺ Medine’ye İslam’ı tebliğ için gönderdiği Mus’ab bin Umeyr’i temsil ediyor. Bu hissiyatla görevini icra etse herhalde müthiş bir yapı karşımıza çıkar.

Kişi kimi temsil ediyorsa onun gibi olmalı buyurdunuz. Bu temsiliyetin, bir zamanı bir yeri yok herhalde Hocam. Yani her zaman her yerde bunun farkında olarak hareket etmeli kişi. Bir imam efendi de bu şuurla bahsettiğiniz şeylere sadece cami içinde, cemaatiyle birlikte iken değil cami dışında da dikkat etmesi gerekir, değil mi?

Tabi tabi. Şimdi ben kendimde olan bir eksikliği söyleyeyim. Emekli oldum. Ama ben sokağa çıktığım zaman beni tanıyanlar bana hala Emrullah “Hoca” diye bakıyor. Bu hoca denilen kimsenin hocaya benzer bir alameti var mı? Tanındığı için mi öyle deniliyor? Uzaktan bakıldığı zaman şurada bir hoca var diyecek bir alamet taşıyor mu? Taşımıyor…

Şunu da söylemeliyim tabi ki temsil tarafı da olan kıyafetleri de ayağa düşürmemek lazımdır. Mesela sarıkla sokağa çıkan adamın sorumlulukları vardır. O kisvenin altında istediği gibi hareket edemez. Gidişi bellidir. Bakışı bellidir. Ağzını açtığı zaman söz söyleme biçimi bellidir. Çünkü öyle bir kıyafet nerde olursa olsun İslamî bir kimliğe büründürür kişiyi. Mesela papazların, hahamların giydikleri (dinî) kıyafetler, onların kimliğini ortaya koyduğu gibi temsil ettiği yeri de gösterir.

Bizim az önce bahsettiğimiz giysiler zamanında niye yasaklanmış? Niye sarıkla sokağa çıkılması yasaklanmış? Bakın hepsinde belli bir hedef var, kitle üzerinde etkili olabilecek insanlardı sarık takan kimseler ve bu halleriyle onlar bir şeyi, dini temsil ediyorlardı. Burası çok önemli bir nokta.

Diyorlar ki, diyoruz ki; İslam şekil dini değildir. Tamam diyelim ki değildir; peki diğerleri için kılık-kıyafet hususu neden önemli? Niçin başkalarının kılık-kıyafetine müdahalede bulundular; başörtülü kadını resmî kuruma almıyorlardı mesela, neden? Tabi girsin/girmeli-girmesin/girmemeli meselesi bundan ayrı bir mesele. Ama öbür adam niye yasaklıyordu bunu? Çünkü İslam kimliğine ait bir şey ortada gözükmesin istiyorlardı, kupkuru şekilden ibaret olsa bile. Eh şimdi de biz şikâyetçi olmaya başladık. Niye; şekil var içi gitmiş diye… Öyle değil mi? Evet, bu da ayrı bir konu; ama üzerinde kafa yormamızı gerektiren bir konu.

Yeri gelmişken başka bir şey daha söyleyeyim; mesela pijamayla sokağa çıkılamaz mı? Setr-i avret açısından uygunsa çıkılabilir. Ama çıkılması uygun mudur? Toplum bunu uygun görmüyorsa değildir. Hatta toplum içerisinde bu şekilde şaz olanların şehadetinin muteberliği gündem/mesele edilmiştir. Toplumu kale almayan adam toplumun hukukunu da kale almaz, nokta-i nazarından bakılarak böyle bir adamın şehadeti muteber sayılmamıştır. Ama bu hangi toplum; tabi ki İslam toplumu, yani İslam’ı yaşayan bir toplum. Bu topluma, böyle bir çevreye ve değerlerine değer vermek zorunludur. Topluma değer vermek, tamamen oradaki adab-ı muaşeret denilen şeylere uymakla mümkün olur. Çünkü toplumu bu disipline eder,  yani toplumun ortak değerleri. Bizim toplumumuzun ortak değeri İslam’dır. İşte bu yapıdaki toplum sizi yadırgıyorsa eğer, onu yapmayın. Bir de Kitab’a sünnete muhalefet söz konusu ise tabi. Çünkü örfün, toplum değerlerinin içinde yeri var ama örf Kitab’a ve sünnete aykırı olmayacak. Ayrıca aykırı olmamak kaydıyla örfe de değer veriyor bizim dinimiz. Çünkü bu din milletle yaşanacak. Dine muarız olan kısımları makaslanıyor geri kalan muhafaza ediliyor. Mesela cahiliye devri geleneği içerisinde bazı şeyler İslam geldikten sonra da yapılmaya devam edilmiştir, değil mi? Kâbe ile ilgili bazı hizmetler örneğinde olduğu gibi.

İşte eğer gelenekte var olan dine uygunsa onu onayladığınız zaman meselenin çok önemli bir kısmını çözmüş oluyorsunuz zaten. Sakıncalı neler varsa onlara yer vermiyorsunuz. Düğün mesela… Düğünde eğlenme var mıdır; vardır. Ama ne ölçüde var? Bugünkü bildiğimiz çalgılı-içkili eğlencelerin asla yeri olamaz bu ölçü içerisinde, isterse gelenek haline gelmiş olsun.

Bir imam-hatibin cemaatle ilişkisine temas etmenizi istesek hocam? Bu hususta dikkat etmesi gerekenler nelerdir? Hal-hareketlerinde, konuşmalarında nelere dikkat etmelidir? Camide ve/ya cami dışında irtibatı-ilişkisini nasıl devam ettirmelidir? 

İmam efendi her şeyiyle cemaatine örnek olacak. Kınanacağı bir hal sergilemeyecek. Mesela bir imam, öfkesine çok kolay yenilmemesi lazım. Daha mütehammil olacak. Kendisini tahrik eden adamlar gelebilir. Tahrik edici sözler, sualler tevcih edebilirler, hakaret de edebilirler. Her şeyde olduğu gibi yine Efendimizin ﷺ hayatına bakacağız o zaman. Ona yapılandan daha fazlasını mı yapıyorlar? O ﷺ bu durumlar karşısında nasıl davrandı? Bütün mesele bu işte. Efendimizin böyle kimselere tavrı nasıldı..? Nelerde tavizsizdi..? Tabi hiçbirimiz tam olarak Onun ﷺ hâlini alamayız. Ama en azından örnek alıp davranışlarımızı ona göre şekillendiririz.

Haramlar, günahlar hususunda da çok dikkatli, tavizsiz olması gerekir bir hocaefendinin. Çokça ve belki farkında olmadan yapılan hatalar var, mesela gıybet etmek. Gıybet etmeyen bir Müslüman var mıdır, bulunabilir mi böyle bir kimse? Şimdi bir de böyle bir ortam içerisinde bir imamın, bir din hizmetkârının bulunduğunu, bu konuşmalara dâhil olduğunu düşünün. Halk nezdinde hoca olarak görülen bir kimse… Ne kadar abes, değil mi; zira bu günahı bu şekilde basitleştirmeye sebebiyet verebilir, Allah muhafaza. O yüzden genel olarak söyleyelim; toplumun önünde olan, göz önünde bulunan kimselerin dinin emir ve yasaklarına ziyadesiyle ihtimam göstermesi zaruridir. Çünkü bu kimselerin, bulunduğu makam nispetince mesuliyeti söz konusudur. Bu itibarla bir imam efendi de kimin makamında bulunduğunu iyice düşünmeli…

Bir hususu daha arz edeyim; imam efendi cemaatinin her bir ferdine önem/değer vermesi, gerekir. Tıpkı Rasûlullah ﷺ Efendimiz’in yaptığı gibi. Efendimiz’e ﷺ biri seslendiğinde O ﷺ, kendisine seslenen kimseye -(insana) verdiği değeri ortaya koyacak şekilde- sadece başını çevirmez bütün vücuduyla yönelirdi. Şimdi ben imamım. Efendimiz’in ﷺ, bu halini-tavrını bildikten sonra bana gelen kimselere tepeden bakar şekilde döner miyim hiç? Böyle yapan imam cemaat nezdinde itibarını kaybeder zamanla. Bir de o hocaefendi, kendine gelen kimseye, tam Rasûlullah’ın ﷺ yaptığını ihya eder bir anlayışla, dönüverse bütün vücuduyla ne kadar güzel bir itibar kazanır, güven telkin eder; böylelikle cemaat üzerindeki etkisi de artar. Cemaat, “Yahu bize ne kadar da değer veriyor, ne kadar da mütevazı bir adam…” gibi güzel sözler de söyler, değil mi? Ne kadar da hassas, önemli bir mevzu değil mi ama?

Bir gün camiye ailesiyle birlikte bir çocuk geldi Almanya’dan. Şöyle küçük çikolatalar vardı, biz onlardan alırdık, gelen çocuklara verirdik. Almanya’dan gelen o çocuğa da çikolatadan vermişim. Sonra hani programlar oluyor ya televizyonda, Sultanahmet’te filan. Bana da bir gün bir vazife verilmişti. O çocuk televizyonda görmüş bizi: “Baba bak bize çikolata veren amca. Bir daha gider miyiz Türkiye’ye, gidersek bir daha gidelim o hoca amcaya.” demiş. Şu duruma bakın; güler yüzle bir ufacık çikolata ile tesir edebiliyorsunuz. Ve yine geldiler onlar, bunu da söyleyeyim.

Ben çocuklar mihrabın önüne, yanıma kadar geldikleri zaman onlara, “Bak ben imamım, benim yerim burası. Sen de eşiğine kadar geldin. Şöyle bir adım atarsan benim yerime geçecek durumdasın şu an, bir adım lazım sadece, buraya geçmeye niyet et.” diyordum. Çocuklara, “Ben Sultanahmet imamı olmaya niyet ediyorum, Allah’ım bana bu fırsatı lütfeyle.” gibi dualar yapmaları için telkinde bulunuyordum.

Vaaz/sohbet ederken dikkat etmesi gerekenler…

Yine temel noktamız belli; mihraba geçen kişi kimi temsil ediyorsa onu örnek alacak. Onu ﷺ örnek aldığı zaman ne yapacak; “kalellah” (Allah buyurdu), “kale Rasûlullah” (Rasûlullah buyurdu) diyecek.

Vaazda olsun minberde veya mihrapta olsun güncel veya siyasi meseleler hakkında konuşmak hususunda neler söyleyebiliriz? Bu tür meselelerde konuşmalı mı, nasıl bir tutum içerisinde olmalı?

Böyle meselelerde imam efendinin dikkatli olması gerekir. Günlük, politik hadiselere vs. göre bir tarafa konumlandırılmaması lazım. Bu tür tartışmaların üstünde olması gerekir her zaman. Çünkü böyle durumlarda insanlar mutlaka bir tarafı tutarlar. Bazen takım fanatikleri gibi fanatizme döner bu. Sizden onların tarafını tuttuğunuza dair bir görüş isterler. Siz onlara konuyla ilgili İslam’ın hakikatlerini söyleseniz bile onlar İslam’ın hakikatleri diye teslim olmaz da “Ya hoca öbür taraftandır.” der. Sizin değerinizi düşürür. Dolayısıyla günlük polemiklere girmemek, uzak durmak lazım ama bu hususlarda hakikat neyi söylemenizi gerekli kılıyor ise “Kelliminnâse bi kadri ukûlihim” (İnsanlara akılları derecesinde konuş.) kaidesi gereğince anlatımda ciddi bir üslup kullanmak ve hassasiyet göstermek gerekiyor. Yine söyleyeceksiniz ama adalet ve hakkaniyet üzere değerlendirmeler olacak.

Bazen öyle oluyor ki tarafgirlik had safhada olabiliyor. Adam dinin önüne geçiriyor savunduğu görüş her neyse. Hal böyleyse, hakkı kabule kapalıysa senin ona söyleyebileceğin ne olabilir ki? Ancak şunu söyleyebilirsin; “Arkadaşlar günlük polemikler çok canlı, heyecanlı oluyor. Ama ne olur bu bize dinimizi, Müslüman kimliğimizi unutturmasın. Her şeyden önce Müslümanız. Kritik konularda isabetli görüş sahibi olan olabilir. Hata eden olabilir. İyi niyetli olabilir, bilemeyiz. Ama biz Müslüman kimliğimizi korumalıyız. Tartıştığımız konuda hiçbir zaman şu esastan ayrılmamalıyız: Bu hususta Rabbim neye razı olur, neye olmaz? Efendimiz ﷺ olsaydı nasıl hareket ederdi?..”

Böyle tartışmaların/konuşmaların yapıldığı yerde hocaefendilerin söyleyecekleri şey hususunda zamanlamayı da iyi yapmaları lazımdır. Belki o anda araya girmemek daha isabetli olabilir, daha sonra ara soğuyunca bazı şeyleri anlatmak daha tesirli olabilir. Diğer taraftan olayın sıcaklığıyla hakkı söylese de hocaefendi, bir görüşün tarafı olarak görülebilir. Veya birilerinin öfkesini çekebilir üzerine, ne kadar iyi niyetli olsa da. Daha sonra kavgayı ayıranın daha fazla dayak yemesi gibi, hoca da iyi niyetine rağmen en çok darbe/etki alan kimse olabilir. O yüzden üslûp ve zaman önemli. Kur’an-ı Kerim’in ayetleri bir anda ve bir yerde nazil olunmadı, değil mi? Hep Mekke’de veya hep Medine’de indirilmedi. Niye; demek ki zaman zemin önemli, buna göre ihtiyaç gözetilmesi gerekir. Konuşun ama öyle bir zamanda konuşun ki dinleyenler de “Oh ya! Böyle bir mesaj lazımdı aslında.” desinler.

Ayrıca her doğru her yerde söylenecek diye bir kaide de yok. Yerine göre söylenmemesi gerekiyorsa söylememek gerekir. Söylendiği zaman bir fitneye sebep olabilir mesela. Ağzından çıkanı kulağın duysun, diye bir söz var, değil mi; söylenecekler tartılacak önce. Doğru yerde, doğru zamanda doğruyu söylemek lazım.

Muhterem hocam, kendisine sorulan bir soru karşısında imam efendinin dikkat etmesi gerekenler hakkında neler söyleyebilirsiniz? Fetva verme usûlü nasıl olmalıdır?

Evvela; biliyor ise bildiğini saklamamalı, ilmin yüklediği sorumluluktur bu. Bildiği hakikati ketmetmemek diye ahlâkî bir sorumluluk vardır. Bakara Sûresi’nin 159. ve 174. âyet-i kerimelerinde İsrailoğullarının âlimlerin veya âlim zannedilenlerin Allah’ın indirdiği Kitab’da (Tevrat ve İncil’de) bulunan hakikatleri saklamalarından dolayı lanete ve acıklı bir azaba uğramalarından/uğrayacaklarından bahsedilir. İşte onlara benzememek için bildiği doğruları yine üslûbunu Kur’an’ın, “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel nasihatle davet et.”[4] şeklindeki fermanına uyarak söyleyecek. Yumuşakça söylemesi lazım, hakikati daha kolay kabul ettirebilir bu şekilde.

Ama bilmiyor ise susacak, gerekirse öğrenip öyle cevaplayacak. Bir şeyler demek, cevap vermek zorunda değil. “Bana cahil derler, iyi hoca değilmiş…” vs. derler diye bilmediği şeyler hakkında konuşmak büyük bir hata. Bilmemek ayıp değil belki de bilmediği hakkında konuşmak çok büyük bir ayıp.

Rivayet edilir ki Ömer Nasuhi Bilmen Hocaya bir şey sordukları zaman, “Şu bizim kara kaplı kitabı getirin.” dermiş. Bilgiyi tazelermiş. Hem böyle yapan bir imam, bir hoca efendi soran kimseye bir güven aşılamakla birlikte cevaptan doğabilecek mesuliyetini de hafifletmiş olacaktır. Bilmediğimiz noktalarda ne yapacağız o zaman? “Dur kardeşim, bu konu mühim bir konudur. Şöyle bir bakalım. Sağlıklı cevap vermek için bir araştıralım inşallah. Bizi aşarsa ehlinden öğrenir söyleriz kardeşim.” dedin mi müthiş bir güven sağlarsın. Böylece, “Hoca öyle “bana göre” diyerek kafadan, hevadan konuşan kimse değildir.” kanaati de oluşur.

Muhterem Hocam bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz, Allah razı olsun.

Rica ederim, Allah Teâlâ sizlerden de razı olsun.


[1] Ahzâb, 33/21.

[2] Buhârî, Libas, 64.

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, hadis no: 3151.

[4] Nahl, 16/125.