İçeriğe geç
Anasayfa » BİR RAHMET VESİLESİ “CEMAAT” (Mülâkat)

BİR RAHMET VESİLESİ “CEMAAT” (Mülâkat)

Prof. Dr. Cevat AKŞİT ile… 

Muhterem Hocam, cami cemaatinin öneminden, cemaatle namaza devam etmenin hikmetlerinden, faydalarından bahsedebilir misiniz?

Cami cemaati çok önemlidir. Peygamberimiz bu konuya çok teşvik ediyor malum. Mesela insan, namazı tek başına kıldığında bir alırsa, yirmi beş veya yirmi yedi kat sevap alıyor camide cemaatle kıldığı zaman. Ayrıca biliyorsunuz namazın on iki farzı var. Bu on iki farzdan birisi de kıraattir. Namazda Kuran’dan en az bir ayet okuyacak. Tabi bu Kuran’ın okunuşunun da bir usulü var, kuralı var. Bunun ilmi var. Kişinin, harfleri birbirinden ayırabilmesi gerekir; bir harf nerden, boğazın neresinden çıkar, bunları bilmesi gerekir. Şimdi bir sürü vatandaş rastgele öğrenmiş Kur’an’ı. Acaba harfleri birbirinden ayırabiliyor mu? Harf değişikliğinden dolayı oluşacak ayetin anlamı değişirse, namaz sahih olmaz. Yani namazın bir farzı yoksa namaz da yoktur. Sehiv secdesi ile falan düzelmez. Kıraat yoksa namaz yoktur. Ne yapmak lazım? Sırf bu endişe sebebiyle insan camiye gitmeli, camide imam okur, cemaat dinler. İmamın okuması, cemaatin de okuması demektir. İmam, cemaatin kefilidir. Dört yüz adama imam olsa, namaz kıldırsa, yanlış yaptığı zaman dört yüz adamın hesabını verecek. Hepsinin hesabını o verecek. Ama tabi düzgün okursa da dört yüz kat sevap kazanacak. Hani demek istiyorum ki, cemaate gitmek, kendi ibadetimizin geçerli olması açısından da çok önemli. En iyisi camiye gitmeli, uydum şu imama demeli, sorumluluğu imama yıkmalı. Farz garanti o zaman. Bir garanti geçerli namaz da bütün günahları affeder. Öyle müjdeli, sahih haberler var. Bir de sevabı yirmi yedi kat olacak. Bir başka müjde de şöyle; camiye gitmeyi alışkanlık haline getirmiş, kalbi devamlı camiye bağlı olan adamlar mahşerde, arşın gölgesinde gölgelenecekler. Yani camiye gitmenin faydası bitmez. Camiye gitmeyi alışkanlık haline getirmiş adam, imanla göçer. Camiye gitmek Allah yoludur. Camiye giderken Azrail aleyhisselam gelse de canını alsa Allah yolunda canını almış olur. O kimse şehit olmuş olur.

Ayrıca cemaate gelmek belaları da önler. Bu haberi, Buhari ve Müslim’de yer alan hadis-i şeriften öğreniyoruz. Mü’minler camiyi doldurdukları, düzgün ve sık saflar halinde namaza durdukları zaman Allah Zülcelal Hazretleri, görevli melekleri çağırırmış, “Ben bu millete azap etmek istemiştim, ama benim evime geldiler, benim huzurumda divan durdular, düzgün saflar halinde namaza durdular, hoşuma gitti, onu erteledim, defettim.” buyurur. Yani memleketimize bela gelmesini istemiyorsak evimizde tek başımıza namaz kılmayacağız, gideceğiz camiye. Bu açıdan da görüyorsunuz cemaatle namaz kılmanın faydaları saymakla bitmez. Böyle müjdeler yanında bir de ezan okunduğunda, ezanı duyduğu halde, hiçbir mazereti yok iken ezana icabet etmeyen, camiye gitmeyen kimseler için Peygamberimizin tehditleri var. O kimseler için lanet ediyor Peygamberimiz. Lanet sebeplerinden birisidir. Zira cemaat, şiâr-ı İslam’dandır. Bir memlekette, camide ezan okunsa, cemaatle namaz kılınsa, cuma kılınsa, o memleket Müslüman memleketi sayılır. Biz İspanya’ya gitmiştik. Kaldığımız otelde cemaatle namaz kılmamıza müsaade etmediler, oteli kapatırlar diye. Parkta da, lokantada da izin vermediler. Cemaatle namaz kılmak yasak yani. Orda bir profesöre neden yasak olduğunu sordum. “Burada.” dedi. “737 sene İslam hâkim olmuş. Buna müsaade etseler, bir anda yüz binler Müslüman olur. Kalpten gelen bir şey var. Onun için İspanyol hükümeti cemaatle namaz kılmayı, açıkta namaz kılmayı yasaklıyor.” dedi. İşte namazın böyle bir boyutu da var.

Fevkalade güzel bir iş camide cemaatle namaz kılmak. Hem namazımız geçerli hale geliyor hem de cemaate yağan Allah’ın rahmeti ve bereketinden de istifade etmiş oluyoruz. Ama maalesef şimdi bunu ihmal ediyoruz. Camiye gitmenin dini açıdan böyle faydaları var. Hem camiye gelen Müslümanlar birbirleriyle dertleşirler, üzüntüsünü, sevincini paylaşırlar. Adam camiye geliyor, adamın yüzü ekşi. Hayrola? Kiminin borcu var, kimi kızıyla, oğluyla problem yaşıyor evinde. Sıkıntı, yüzünden anlaşılıyor. Yan yana durunca, dertleşecekler, konuşacaklar, kardeş kardeşe yardım edecek. İşte cemaat bunları sağlar. Cemaatle herkesin kalbi birbirine ısınacak, birbirleriyle tanışacak. Şimdi, otuz-kırk daireli apartmanlar var. Herkes kapıdan çıktığı gibi işine gidiyor. Kimse kimseyi tanımıyor. Müslümanlıkta bu iyi bir şey değil ki. Ama camiye gitmek tanışmaya vesile olur. İnsanlar birbirini tanımalı, sevmeli, kalpleri birbirine ısınmalı. Arada buğz, kin, haset filan kalmamalı. Bunu da cemaat sağlıyor. Ayrıca bugün bizim en büyük eksikliğimiz; programsız, gelişigüzel hareket etmemizdir. İslam’ın özü bu hâlbuki. Peygamberimiz belli saatlerde misafir kabul ediyor, belli saatlerde ailesine zaman ayırıyor, belli saatte camide görevini yapıyor. İşte bu disiplinin sağlanabilmesinde de cemaate devam etmenin önemi vardır. İslam’da program, disiplin vardır. Namaz bunu öğreten bir ibadettir. Belli vakitlerde camiye gideceksin Ona göre ayarlayacaksın kendini. İşte bunlar, disipline eder seni. Cemaat, disiplin öğretir, programlı çalışmayı öğretir, mü’minlerle kaynaşmayı öğretir, Allah’ın bereketinin, rahmetinin inmesine sebep olur. Ama biz bunları önemsemiyor, bunlara dikkat etmiyoruz. Ezan okunuyor, kalkmıyoruz. Güneş doğuyor, kalkmıyoruz. Bir mü’min güneş doğarken uyuyorsa, namaza kalkmamışsa şeytan, o kimsenin iki kulağına da bevleder, diyor Peygamber Efendimiz (sav). Şeytanın, kulağına bevlettiği adamdan hayır gelir mi arkadaş? Demek ki cemaate gitmek için erken kalkacaksın. Evet, bunlar çok önemli.

Muhterem Hocam, peki, bir liderin, hocanın etrafında toplanan cemaatin işlevi ne olmalıdır? Bir cemaat mensubu kimse liderine ne ölçüde ittiba etmelidir? Birbirlerine karşı sorumlulukları nelerdir?

Bir kere şunu söyleyeyim. İslam’da her şey kuralına göre yapılacak. İbadet, oruç, her şey kuralına göre olacak. Kuralına göre yapmazsanız namaz, namaz olmaz. Oruç, oruç olmaz. Zekât, zekât olmaz arkadaş. Bunu da bilmek lazım. Aynı şekilde herkes, Kur’an ilmini derinlemesine bilemez. Kimisi bunu öğrenecek, ben de alacağım, ihtiyacımı göreceğim. Kimisi gömlek dikecek, pantolon dikecek. Kimisi masa yapacak filan. Hep bunlar insanlara yardım sadedinde gerekli şeyler. İşte bazı âlimler olacak, İslam’ı iyi bilen kimseler olacak. Zira herkes otursun da ilim yapsın diyemiyoruz. Çünkü o zaman aç kalacağız. Herkesin görevi var. Bilmediğimiz şeyler hakkında konuşmak kesinlikle yasak. Bilmediğinizi bilene sorun, diyor Allah Teâlâ. Hem de ehl-i zikir, bildiğini tatbik eden, ilmiyle âmil âlimlere sorun, diyor. İşte o, ilmiyle âmil adamlar, hocalar. Kendimiz kitap okuyup öğrenemiyorsak gideceğiz, onların vaazını dinleyeceğiz, sohbetini dinleyeceğiz, onlardan dinin hükümlerini öğreneceğiz. “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum, diye bir söz var değil mi? O halde bu hocaları da seveceksin. Çünkü sana dünya, ahiret saadetinin esaslarını öğretiyor. Ama burada aşırı gitmek yasak. Hoca sana Kur’an’ı öğretir, Peygamberin sünnetini öğretir. Rolü bundan ibarettir. Allah ile kul arasına girmez. Allah ile kul arasına papa girer, papaz girer. Bizde böyle bir şey yok. “Allah’ım!” dedin mi Hz. Muhammed aleyhisselam bile yok arada. İmam A‘zam yok arada. Doğrudan Allah’a dua edersin. Namazın kurallarını İmam A‘zam’dan öğreniriz ama namaz kılarken İmam A‘zam yok orada. Allah ile kul arasına kimse girmez İslam’da. İşte burada yanlışlıklar oluyor. Bu da bilgisizlikten oluyor. O, “Hocayım” diye ortaya çıkan adam hakikaten âlim adam olsa, ilmiyle âmil adam olsa, kendi rolünün bundan ibaret olduğunu bilir ve kendini tanrılaştırmaz. İslam’da şahısları putlaştırmak yoktur. Bir hocanın, insanların böyle ölçüsüz hareketlerine yol vermeyecek şekilde şeyler söylemesi lazımdır. Ama o, “Öp elimi” diyor. Yahu, el öptürmeye hevesli hoca mı olur? Hoca, mütevazı olur, hocanın görevi zaten Allah’ın Kur’an’ını, Peygamberin sünnetini öğretmektir. Hocalığın gereği bu. Onun farz-ı aynı, onun boynunun borcu. Ama şimdi, uzatıyor elini, öp elimi diye. Bu yanlış. O hoca aslında içimizden bir adam. İslam da hocalık sınıfı yoktur, din sınıfı yoktur. Onun için İmam A‘zam Hazretleri, imamların aldığı maaşı dahi kabul etmiyor, caiz değildir, imamlar maaş alamaz, müezzinler maaş alamaz, parayla namaz mı kılınır, diyor. Doğrusu bu. Toplanacaklar, namaz kılacaklar, o cemaatin içerisinde en bilgili, Kur’an’ı en güzel okuyan kişi kimse namazı o kıldıracak. Ayrı bir imamlık sınıfı yok. Aslı bu, ama talebeleri demişler ki, “Hocam şimdi, kişi evlenecek, çoluk çocuğu olacak. Onları beslemek kocalığın görevi, bunun için de adam tarlaya gidecek, mağaza açacak, dükkân açacak. Bunlar sebebiyle cami, zamanında açılmaz, ezan, zamanında okunmaz, namaz, zamanında kılınmaz.” “Ne demek istiyorsunuz?” diyor. “Hocam, zaruret var. Adamı camiye bağlayalım, maaş verelim. Adamın işi gücü ezan okumak, camiyi zamanında açmak olsun. Zamanında namaz kıldırsın.” diyorlar.  İmameyn’in yani Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’in kavlidir bu. İmam A‘zam kabul etmez. Ne demek istiyorum; din sınıfı diye bir şey yok. Hocalar da nihayetinde mü’minlerden, Allah’ın kulu sıradan insanlardır. Hıristiyanlıkta Allah’ın vekili olarak gördükleri papa sınıfı var. Kesinlikle böyle bir şey olamaz. Âlim olan adam bunu bilecek, “Ben büyük hocayım, öpün bakayım elimi.” havasına girmeyecek. Müslümanlar da bu bilgiye sahip olacaklar, onu putlaştırmayacaklar. Bir seferinde ben Medine-i Münevvere’de iken çağırdılar beni bir cemaatten. Güneydoğudan bir cemaatmiş, diyorlar ki “Bizim şeyhimiz sahabilerden üstündür.” “Çık.” Dedim, “Defol şuradan.” Yahu, Peygamberin dizinin dibinde büyüyen adam kadar olabilir mi bir adam? Ne yapsa olamaz. Nuru kaynağından almış, dini Rasûlullah’ın bizzat kendinden öğrenmiş bir adamdan üstün olabilir mi bir adam yahu? Böyle acayip sapmalar var, bu da bilgisizlikten oluyor. Ortaya, hocayım diye çıkan adam da gerçekten âlim olsa kesinlikle böyle bir havaya girmez, el öptürme, meşhur olma heveslisi değildir. Rıza-yı İlâhi için, görevi olduğu için o işi yapar, ondan öğrenen de öğrendiği için saygı duyar, sever, ama putlaştırmaz.  Allah’a kulluk edilir, peygambere bile tapılmaz arkadaş. Peygamber de Allah’ın kuludur, kulların arasındadır, onları, Allah’ı bize anlattıkları için çok seviyoruz. Hocalar da Allah’ı anlattıkları için çok sevilirler, ama putlaştırılmaz. Bu noktaların bilinmesi lazım. Seven insanlar, sevsinler hocasını. Bütün insanların bir hocadan dinini öğrenmesi mümkün değil, herkesin hocası farklı olabilir. Hocanın fonksiyonu bu anlattığım şekilde. Ama ben şu hocanın talebesiyim, ötekiler işe yaramaz, onlar beş para etmez havasına girmemeli. Şimdi bunlar oluyor, birbirini şikâyet ediyorlar, birbirlerine düşmanlık besliyorlar, selam vermiyorlar yahu. Bu, çok yanlış bir şey, böyle bir şey olur mu, o da mü’min diğeri de mü’min. Hedefimiz Allah’ın rızasını kazanmak, Peygamberimizin şefaatini kazanmak değil mi? Sen oradan öğrenmişsin, ben buradan, ne fark eder? İşte bu, bilgisizlikten oluyor, ortaya hoca diye çıkan adamların hakikaten hoca olmamalarından kaynaklanıyor. Yoksa bunların olmaması lazım.

Mü’minler aynı kıbleye dönüyorlar, namazdayken yan yana durduklarında, ben filan hocanın talebesiyim, diye asla düşünmeyecek. Allah’ın kulu, Rasûlullah’ın ümmeti olarak, Allah’ın huzurunda olduğunun bilincinde, bütün mü’minleri de kardeş bilerek böyle yekvücut, yan yana, aynı anda rükû, aynı anda secde edecek ve sanki bütün kâinat aynı anda secde ediyor, aynı anda rükû ediyormuş şuurunda olacak Müslümanlar. Maalesef bu bilgi eksikliğinden dolayı farklı cemaat mensupları birbirine selam vermiyor, biri diğerini adam saymıyor. Bunlar çok yanlış şeyler. “Ben şucuyum, bucuyum diyerek fırka fırka olanlarla senin hiçbir ilgin yok. Onların hesabını Allah soracak.” diye âyet-i celile var. Şimdi maalesef bunlara dikkat edilmiyor. Şu cemaate, bu cemaate sakın gitmeyin, deniliyor. “Hikmet mü’minin yitik malıdır. Nerde olsa onu alır.” Bundan öğrenir, şundan öğrenir. Şeriatı, dini nerden öğrenirse öğrensin, mesele, onun Allah’ın güzel kulu olması değil mi? Senin elini öpmesi hedef değil ki. Allah’ın güzel kulu olması hedef. Hem hocalarda var kabahat, hem de müridlerde var.

Peki, Muhterem Hocam, hocalığın somut bir kriteri yok mudur?

Hocalık, icazet almadan olmaz.  Bir kimsenin, din adına konuşabilmesi için icazet alması şarttır. Din adına kürsüde konuşmak, icazete bağlıdır. Bu öyle sadece “biliyorum” ile olmaz, sistem budur. Hoca okutacak, talebesinin hem karakterine, ahlâkına, bakacak, hem de bilgisine bakacak, hepsi uygunsa icazet verecek. Batı sisteminde, bir kimse biliyorsa onun inancına, ahlâkına hiç bakılmaz. Kâğıtla bilgiyi verdiğin zaman doktor, doçent yaparlar; bu sistem yanlış. Adam bilgili ama ahlâksız; İslam’da buna yer yoktur; çünkü icazet sistemi vardır. Hoca, Kur’an’ı öğretir, şeriatı öğretir, Peygamberin sünnetini öğretir. Böylece bilgi sahibi olur adam, ama adamın ahlâkı, karakteri sağlam mı, değil mi, birebir eğitim olduğu için hocası onda görür, bilgili, bildiğini yaşayan, ahlâklı bir kimseyse ona icazet verir. Şeriat icazeti olmayan adam, din adına konuşamaz; bir de tasavvuf icazeti olmazsa “Ben şeyhim.” diye ortaya çıkamaz. Şimdi nerede icazet filan. Adam ölüyor, onun oğlunu bulup getiriyorlar, “Sen bizim şeyhimizsin” diyorlar. Bu iş, sokaktan çağırmakla olur mu hiç? Dediğim gibi, şeriat icazeti olacak; ayrıca tasavvuf icazeti olacak. Bunlar hep alabora oldu şimdi, dejenere oldu maalesef.

Muhterem Hocam, konuya biraz da örnekler üzerinden devam edelim isterseniz. Sizin, cemaat lideri durumundaki birçok hocaefendiyle birliktelikleriniz oldu. Mesela, Mehmed Zahid Kotku Hazretlerinden bahsedebilir misiniz? Onun belirleyici vasıfları nelerdi? Kimler gelir, giderdi Onun yanına? Cemaatiyle münasebeti nasıldı?

Biz herkesi Onun yanında tanıdık. Erbakan’ı Onun yanında tanıdık mesela. Oraya herkes gelirdi, hâkimler, komutanlar, İstanbul’un meşhur zenginleri… Ama Hocaefendinin, görüşmediği kimseler de olurdu. Mesela bildiğim kadarıyla Demirel’i hiç kabul etmedi, Demirel ile konuşmak istemedi, onu hep atlattı. Evin oğlu bendim. Gelenlere ben ikram ederdim. Onlara çay kahve verirdik. Meşhur adamları hep orada tanıdık. Ömer Nasuhi Bilmen, Bekir Hâki Efendi devamlı gelirdi. Ömer Nasuhi Bilmen, Mehmed Zahid Hocaefendinin hocasının müridi olduğu için çok gelirdi.

Mehmed Zahid Efendi aynı zamanda hattattı, icazeti vardı, bana da biraz meşk ettirdi.  Mehmed Zahid Hocaefendinin yatsıdan sonra ışığının söndüğünü hiç görmedim. Sabaha kadar uyumazdı. Ben orada görev yaptığım zamanlar sabah namazında ezan okumaya kalkıyorum, odasının ışığı yanıp duruyor. Daha erken kalkıyorum yine yanıyor. Baktım hiç uyumuyor. Yumuşak bir adamdı, ama kürsüye çıktığı zaman celalli. Eser gürlerdi hep, ama özünde yumuşak bir adam. Kendini de gizlerdi. Mesela meşhur hocalar gelmişti bir keresinde. Hocaefendinin de İzmir’den bir müridi var, zengin bir adam, Hocaefendiyi çok seviyor. O adam, Hocaefendiye hediye etmek için, “Sâdık ve emin tüccar, şehitlerle, sıddıklarla ve nebilerle beraberdir.” mealindeki hadis-i şerifi yazdırmış bir hattata, levha yaptırmış, Hocaefendiye hediye etmek için getirmiş. Kim bilir kaç para verdi ona. Ama biliyorum ki Hocaefendinin evinde de aynısı var. Hocaefendi aldı eline; tabi hocalar da odada; ben de Hocaefendinin dibindeydim. “Oh oh oh! Çok güzel, çok güzel. Çok makbule geçti evladım.” filan dedi. Yani adam memnun olsun diye, hâlbuki evinde var. Başladı yazıyı okumaya, bir kelimeyi okuyamadı. Gülüyor, orda da meşhur hocalar var. Hocam mahcup olmasın diye o kelimeyi ben okuyuverdim. Meğer mahsus yapıyormuş. “Bir şey bilmiyor bu hoca.” desinler diye okumuyormuş. Biz olsak, en büyük hoca benim, diye hava atarız değil mi? O da o hocaların yanında bir şey bilmiyor numarası yapıyor. O kelimeyi özellikle okumuyormuş. Bu işler böyle arkadaş; mahviyet sahibi olacaksın. Öyle adamlar bunlar, onların işine akıl sır ermiyor. Bunlar, ehl-i sünnet inancının direkleri. Allah rahmet eylesin hepsine de. Âmin.

Muhterem Hocam, Havlucu Ahmet Efendi ile de birlikteliğiniz oldu. Ondan da biraz bahsedebilir misiniz? Onun önderlik yaptığı bir cemaatinden bahsedebilir miyiz?

Havlucu Ahmet Amca kırklardandı, öldü. 1981’de tanışmıştık. Tanışmamız şöyle oldu: Ben Adapazarı’nda iken beni şikâyet etmişlerdi sıkıyönetime. O sırada ben doçent unvanıyla üniversitede hocayım. Ticaret hukuku dersine giriyorum. Müftü İsmail Öner, Allah rahmet eylesin, öldü, benim sınıf arkadaşımdı. “Sen güzel konuşursun, bu camide konuş.” dedi. “Ben ticaret hukuku doçentiyim, hoca değilim.” dedim. “Olsun, sorumluluk benim.” dedi. Ben “Hayır, kesinlikle konuşmayacağım.” deyince gitmiş, valiyi kandırmış. Vali direkt emir verdi bana. Biz de başladık. Elhamdülillah, biz, hocalarımızdan icazet almışızdır. İslam’ın ehl-i sünnet inancı üzerine dinimizi öğretmeye başladık. Camilerde olay çıkmasın diye “Kardeş olun, birlik olun, birbirinizi sevin…” deyip durmuşlar. Sevsin, iyi de, namaz kılmayı bilmiyor herif, gusletmeyi bilmiyor, haramı bilmiyor, helali bilmiyor. Bunlar öğretilmiyor. Ben de koydum “Dürer”i (fıkıh kitabı) önüme. Zamanla öyle kalabalık oldu ki. “Dürer”i baştan başladık takrir etmeye, açıklıyorum. Cami dolu, sokaklar da almıyor, öyle kalabalık. Millet susamış, “kardeş olun, birlik olun…”dan bıkmış. Nasıl namaz kılınacağını öğretiyorum ben. İşte beni bu kalabalıktan dolayı şikâyet ettiler. Komutan da savcılığa takipsizlik kararı vermesine rağmen sürdüler bizi Edirne’ye. İşte Havlucu Ahmet Amca ile Edirne’ye vardığımız zaman tanıştık. Eski Cami’de sabahları zikrediyordu o. Sabah namazını cemaatle, camide kılıp da işrak vaktine kadar tesbih ve zikir ile uğraşana hac, umre sevabı verilir, diye hadis var ya, onu uyguluyor Ahmet Amca. Çok şeyler öğrendim ondan. Ümmi bir adam, hiç bir şey bilmez, ama çok muazzam evliya, adam büyük adam. Birçok şeyleri bana öğretti. Sırlı şeylerden haber verdi, söylediklerinin hepsi doğru çıktı. Türkiye’de kimin ne olduğunu, hepsini söylemiştir bana. İşte böyle bir zattı Ahmet Amca. Bulgaristan’dan gelme dedesi büyük bir âlimmiş, büyük bir zatmış. Babası, annesi, kardeşleri işe giderlermiş. Ahmet Amca da çocuk, mümeyyiz çocukken götürmüyorlar ki hasta dedelerine bakacak biri olsun diye. Çok güzel hizmet etmiş dedesine. Dedesi, “Oğlum benden bir şey iste.” demiş. “Bana bu kadar hizmet ediyorsun. Benden bir şey iste.” O da demiş ki “Peygamberin sevgisini istiyorum.” “Çok pahalı şey istedin, o ucuz değildir.” demiş dedesi ve dua etmiş. Ahmet Amca büyüdüğü zaman fabrika da ustabaşı olmuş. Zeki bir adam. Tahsili yok, ama akıllı. Bir gün rüyasında İbrahim Ethem Hazretlerini görmüş. Demiş ki “Sen bırakacaksın işi, dağlara gideceksin.” Bir daha görmüş, bir daha görmüş. Ardından istifa etmiş, fabrika sahibi demiş ki, “Maaşını artırayım az geliyorsa.” “Yok, yok, ben gidiyorum.” demiş Ahmet Amca. Kırk sene dağlarda dolaşmış. Kur’an okumasını bilmiyordu. Hiç kimseden yardım almadan kırk sene dağlarda dolaşmış. Çorap satarak geçinmiş. Yaz-kış, kapalı bir yere girmemiş. Kışın soğukta, karda yatmış. Yazın, hiç girmemiş çatı altına. Böyle bir adam işte. Çok güzel zikrederdi. “Ya Hayy”, “Ya Kayyum”. Zikri de bu. Esmau’l-hüsna ile zikrederdi. Öyle temiz, öyle güzel insandı. Hayvanları çok severdi. Sokakta arabaların çiğnediği köpekleri, kedileri bulur, götürür veterinere, ameliyat ettirir. Neden böyle yaptığını sorduğumda, “Hayvanlar insanlardan daha temiz evladım.” diyordu. Ben evine de gitmiştim. Giderdim, gitmezsem kızardı. Bir yer odası vardı. Bahçesi vardı önünde. Küçük bir bahçe. Bahçesinde kırk-elli kadar kedi vardı. Çoraptan kazandığı paralar ile ciğer alır, gelir, kedilere yedirir evinde. Kedi bu, doyunca kalıyor. Evine gittiğimiz bir defasında ciğer artığından dolayı birçok sinek vardı evinde. Biz oturduk, tabi ben kravatlı-mıravatlı. Sinekler uçuşuyor, Ahmet Amca, “Mustafa Hoca” dedi, “Bunlar, benim misafirime dokunmaz, ısırmaz.” Yemin ediyorum bir tane sivrisinek konmadı üzerime. İşte Ahmet Amca böyle bir adamdı. Edirne’de bulunan büyük evliyalarla manen irtibatlı idi. Kendisinin öyle bir tarikat şeyhliği yapmışlığı yoktu.  Sabahleyin esnaftan, vatandaşlardan namaza gelenlerden bir grup onu dinlemek için kalıyorlardı. Öleceğini de bana söylemişti Merhum. Bursa’da öleceğini demişti. “Oraya gidiyorum, İbrahim Hakkı Bursevi Hazretlerinin Camii’nin yanında defnolunacağım.” dedi. Onun yanına defnedildi.

Muhterem Hocam, bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Mülâkat: Ahmet ER – Ahmet ÇINAR