İçeriğe geç

BULDUK BİLEMEDİK BİLDİK BULAMADIK – (Mülâkat: Ahmet Turan ARSLAN*)

Mülâkat: Ahmet ER – Ahmet ÇİNAR

Muhterem Hocam, uygun görürseniz sohbetimize çocukluk günlerinizden başlayalım. İmkânlarınızdan, yaşadığınız zorluklardan bahsedebilir misiniz?

Sivas’ın Saklı Köyü

01.01.1949 yılında Sivas’ın Saklı Köyü’nde doğdum. On yaşlarımda 1960 yılı sonbaharında İstanbul’a gidinceye dek köyümdeydim. Köyümüzde ilkokul yoktu, küçük bir köydü zaten. Bazı köylerde üç sınıflık okullar vardı, bizim köyde o da yoktu.

Elif cüzünün yarısına kadarını küçük yaşlarda rahmetlik annem öğretti bana, ondan sonra Şükrü (Yıldız) dayı dediğimiz bir komşumuz vardı, onda okuduk biraz. Hem okuyordum hem de kuzuları yayıyordum yani otlatıyordum. Daha sonra Üçtepe Köyünden “Dişikel” lakabıyla anılan Çerkez Mehmet Amca bizim köye gelmişti. O okumuş biriydi. Rahmetlik annem ona dedi ki; “Gardaş! Hele bir dinle bak bir, oğlum okuyabiliyor mu? Okumamı Mehmet Amca dinledi ve dedemi kasdederek, “Hîî! Sen bunu temelli (tam) Kadi Hoca yapmışsın!” demişti. Ayrıca beni teşvik etmek için sarı renkli ve ortası delik 2,5 kuruşluk bir madeni para hediye etmişti. Rahmetli demişti ki, “Oğlum! Bak, böyle kuzu yayan çobanlar çelik-çomak oynar, taş atarlar. Boş ver sen onlara uyma, sen al kitabı eline, boş kaldığın yerlerde oturursun, kuzuları bırakırsın, otlarlar kendileri, sen kitap oku, Kur’an oku, derslerine çalış…”

Ben okuyorken Yavu Köyü’nden rahmetlik Ahmet Şener eniştemin dayısının oğlu Halil ağabey gelmişti bizim köye. Bana, “Gel, bizim köyde Arap hoca lakaplı (Ömer Mermer) biri var ders okutuyor, sen de gel oku.” dedi. Beni atın terkisine bindirdi, gittik oraya. Ablam da o köye gelin olmuştu, onların yanına gidiyor, kışları orada okuyordum, yazın köye geliyordum.

Abdullah abi vardı, hocamın oğlu, Karabaş Tecvidi’ni de ondan ve eniştemin küçük dayısı Ömer ağabeyden okudum. Sonra Zara’ya bağlı Tödürge Köyü’nde Arif Efendi diye biri varmış, rahmetlik hocam, “O Arabîce biliyor, o sana Arabîce okutsun. Babana yazalım (babam İstanbul’da çalışıyordu o aralar) bir kitap göndersin bize.” dedi. Emsile kitabını, rahmetlik babam oradan alıp göndermişti, onları saklıyorum hala. Kitapları aldım ama Arif hocaya gitmek nasip olmadı doğrusu. Nasıl olduysa dediler ki, “İstanbul’a gönderelim seni.” Ablam da İstanbul’a gitmişti eniştemle, belki onun da tesiriyle “Oraya gitsin, orada okusun.” dediler.

İstanbul Günleri…

Geldim buraya, Unkapanı’nda Tepedelenli Ali Paşa Mahallesi’nde Salih Paşa camiinde Salih Hoca vardı, Pamuk Hoca diyorlardı, orada ondan ve Müezzin Hasan Efendi’den okudum biraz. O arada Kur’an okurken bazı arkadaşlarımdan da yeni yazıları öğrenmiştim, gidip gelirken caddelerdeki levhalardan yeni harflerle okumayı geliştirdim. Bir mağazada çalışırken oranın sahipleri, beni okumaya hevesli görünce, Samsun’da ilkokul öğretmeni bir akrabaları varmış, beni orada 3. sınıfa kadar okumuş gösterdiler. Çünkü matematikten bazı işlemleri biliyorum, yazıyı da rahat okuyorum; beni 4. sınıfa naklettiler burada. Selim Sırrı Tarcan İlkokulu var Nişantaşı’nda, oraya kaydoldum, 4. ve 5. sınıfları orada okudum, böylece ilkokul mezunu oldum.

Daha sonra babam rahmetlik beni İmam Hatip Okulu’na götürdü. Fakat orada kılık kıyafeti hoşuna gitmeyen birilerini gördü. “Bunlar ne? Bunların yanında ne yapacaksın?” filan dedi. İmam Hatip malum İsmailağa Camii’nin çok yakınında. Okuldan ayrılınca İsmailağa Camii’nin yakınında bir çay ocağında oturduk. Tokatlı bir abiydi unutmuyorum, babama dedi ki “Amca, burada eski medresedeki kitaplar Emsile, Bina, Maksud okutuluyor.” Babam Arapça bilmiyor ama EmsileBina’yı duymuş. “Tamam, burası iyi, buraya verelim seni.” dedi. 1964 yılı bir Eylül ayı idi galiba. Bir akşam vakti rahmetlik Ahmet Yalçın eniştemle birlikte götürdüler beni.Dar’ul Kur’an diye bilinen Kur’an kursunun müdürü yine rahmetlik Eşref Ustaosmanağaoğlu ile görüşerek ondan bir pusula aldılar ve  Üçbaş Medresesi’ne kaydettirdiler.

1964’ten 1968’e kadar orada Arapça dersleri okuduk. Bir sene Üçbaş’ta Emsile, Bina, Maksud, İzzi, Avamil, Ecrumiye okuduk, sonra İsmailağa’ya geçtik. Orada âdetimiz öyleydi, Bir sene okuyan kimse kalfa oluyordu, yeni gelen talebelere okuduğu dersleri okutmak zorundaydı. Arapça okurken İmam Hatib’i dışarıdan vermek için de dersler alıyorduk. Rahmetlik emekli Albay Hüseyin Hilmi Işık hoca da bize gelen hocalardandı. Matematik ve Geometri dersi okuturdu İsmailağa’da derslerden sonra. Bizim Halit Zavalsız hocayla orada verdik İmam Hatib’in orta kısmını, dört senelikti o zaman, istediğin kadar dersin imtihanına girebiliyordun, böylece biz iki senede verdik 4 yıllık İmam Hatib Okulu orta kısmının imtihanlarını. Lise kısmına da  1968 ‘de kaydoldum. Örgün eğitim alarak 1971’de bitirdim.

Bu arada Emin Saraç hocamızla tanıştım, İsmailağa Camiinin yanındaki medresede hocamın derslerine de girdik, bize Riyâzü’s-Sâlihîn ve Şerhu’l-Akâid okuttu. Şerhu’l-Akâid okurken unutamadığım bir hatıram vardır. Anekdot olarak aktarayım size:

Hocaya Sormamak Ayıptır Sormak Değil

Derste bir kelimeyi anlayamadım, hocama soracağım ama sormaya utandım ayıp olur diye. Hâlbuki ayıp olur mu ya! Şimdiki kanaatimce öğrenci arkadaşlara faydalı olabilecek bir hatıra. Sormamak ayıp. İşaret koydum, o işaret hala duruyor kitabımda. Yani talebe bir şeyi anlamadı mı muhakkak surette sormalı. Bir şekilde sormalı. Ayıp olmaz. Hocaya sormamak ayıptır, sormak değil. Hoca onun için geliyor, anlatmak için geliyor. Yanlış düşünüyoruz. İnsanlar ayıp olur diye yahut da herkes anladı ben anlamadım galiba diye düşünüyor, şimdi bana ne derler ki diye düşünerek sormuyorlar.

Şunu unutmamalı, derler ki: “Hocayı yetiştiren cemaattir.” Mektepte hocayı yetiştiren de talebedir. Talebe ne yapacak; talebe dikkatli, uyanık olacak. Soru soracak hoca da ona göre hazırlıklı olacak.

Yüksek İslam Enstitüsü’ne Talebe Olduk

Sonra 1971’de imtihanı kazandık, Yüksek İslam Enstitüsü’ne talebe olduk. 1975’te oradan mezun oldum.

Sefaköy Lisesi’nde, o zaman Safraköy diyorlardı, iki yıl Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersleri verdim. Bu dersler ilk defa o zaman, 1974’te, Erbakan-Ecevit koalisyonunda konulmuştu, biz de ilk hocalarından olduk. Bir gün öğretmenlerden biri dedi ki, “Sizin İslam Enstitüsü’ne asistan alıyorlarmış,gazete yazıyor.’’ Gittim, olmadı. Bir sefer daha girdim. Sonra İngilizce’yi baraj kabul ettiler. Üçüncüsünde hazırlandım İngilizce’ye, barajı geçtik. Arapçadan kadroya girdim. Daha sonra Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne dönüşen İslam Ensititüsü’nde 1977 yılında başladığım görevimi 2010 yılına kadar sürdürdüm. Yine 2010 yılında Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’ne geçtim ve burada İslami İlimler Fakültesi’nin kurucu dekanı olarak atandım.

Lisans döneminde de Emin Saraç Hocamızın derslerine devam etmiştim. Bir de Râmuzu’l-Ehâdîs okuduğum bir hocam vardı, Cemalettin Parlakışık. O, Abdülhakim Arvâsî merhumun kardeşinin oğluydu. Kirazlı Mescid’de imamdı. Emin Saraç Hocamın kayınpederi Merhûm Ali Yektâ Efendinin de mektep arkadaşıymış Medresetü’l-Mütehassısin’de. Emin Hocamın derslerine devam ettiğimi öğrenince, bana dedi ki “Aman Yekta Efendi’nin damadını bırakma. Sen onunla devam et.” Ondan sonra Emin Hocamın derslerine sürekli devam ettim. Akşamları bile okurduk.

Dünya Böyle İşte

Şehremini’nde oturuyordum, imamdım. Aksaray’da sabah namazına çıkıyordum, namazı kıldırıyordum. Üsküdar’a Yüksek İslam Enstitüsü’ne derse gidiyordum, geliyordum akşam üzeri. Ramazan’da da teravihi kıldırıyordum. Sonra Emin Hocamın dersi vardı Haliç Caddesi’nde, oraya gidiyordum. Prof. Dr. Zeki Arslantürk’ün babası bir ev tahsis etmişti. Zeki de geliyordu. Orada ders okuyorduk. Saat birde filan dönüyordum eve. O zaman vasıta yok, yürüyordum Şehremini’ne, karda kışta filan. Hatta zaman zaman babam, “Oğlum hasta olursun, gitme.” diyordu. Ben başımı sarıyordum, gidiyordum yine. Dünya böyle işte.

Hem imamlık yaptınız hem enstitüye mi devam ettiniz hocam?

Tabi tabi. İmamlık yaptım. 71’de İmam Hatip Okulu’nun son sınıfında evlenmiştim zaten. Ondan sonra bir de vazife almak istiyordum. İmamlık nasip oldu işte.

Hangi camiye imam olmuştunuz?

Murad Paşa Camii’nin yanındaki Sadi Kazgani Camii’nde. Caminin bânisi Sultan Fatih’in kazancıbaşı Sadi Mehmed Efendi. Cami, apartmanların arasında sıkışıp kalmış şimdi. Halk Partisi zamanında camilerin yerlerini satıyorlardı, malum. O dönemde hayır sahibi biri, bir cami yaptırmak istemiş. Haseki’nin karşısındaki köşede Çakırağa Mescidi varmış. “Orayı bana verin, ben yaptırayım.” demiş vakıflara. “Yok.” demişler, “Biz orayı satacağız, oradan çok para gelir. Sen onu bırak, arka mahallede küçük bir cami var, orayı yaptır.” O da gitmiş orayı yaptıracakmış. Nasıl olmuşsa orası için de, olmaz, demişler; satmaya karar vermişler, satacaklar. Fakat küçük bir taş mani olmuş satılmasına. Yarım metre kadar var yok, mezar taşıymış. Her kurumdan imza alıyorlarmış, mezarlıklar müdürlüğünden de alacaklar. Mezarlıklar müdürüne gelmişler. Temiz süt emmiş biriymiş demek ki, demiş ki “Kardeşim satacak başka şey bulamadınız da orası mı kaldı. Hayır, olmaz, ben imza atmıyorum. Adam yememiş içmemiş, hayır yapmış. Olur mu öyle şey! Mezarı var, mezarında da rahat koymuyorsunuz.” demiş. Daha sonra o hayırsever adam orayı yaptırmış, derken bize de oraya -tamirinden sonra- ilk imam olmak nasib oldu Nisan 1971’de.

Muhterem Hocam, Sivas’tayken veya buraya geldiğinizde şeflik döneminden kalma bazı yasakların size, ailenize veya çevrenize etkisi oldu mu hiç?

Ya kardeşim tabi, tesiri olmaz mı! Ben 49 doğumluyum, o aralar Demokrat Parti zamanı, benim yaşadığım zaman, tabi biraz rahatlamış, ezan filan aslıyla okunuyordu. Ben “Tanrı uludur.” ifadelerini duymadım. Ama rahmetli babamdan duyardım; Karabaş Tecvidi’ni ve Mızraklı İlmihâli kitabını deri ile kaplamıştı. Hocaya gizli gizli giderlermiş, kitapları koltuklarının altına saklarlar, öyle giderler, gizli gizli okurlar, jandarma gelirse kaçarlarmış. Çok sıkıntı çekilmiş.

Annemin babası olan dedem Sivas’ın Hafik kazasının kadısıymış. Şapka devriminde asmaya götürmüşler onu. Cedelci biriymiş biraz. Valiye, “Siz bunu yapıyorsunuz, yanlış yapıyorsunuz. Öyle zorla olmaz bu. Filan kitaptan bak oku, yaptığın şey ona aykırı. Bu, dine aykırı.” demiş. O sırada valiliğin önünde Sivas meydanında bir tane beyaz sakallı kimse asılmış, sallanıyormuş. Vali dedeme sürekli onu ima ederek vazgeç bu işlerden diyormuş. Dedem de “As beni, ben asılmaya geldim ama asmadan önce bir şeyler söyleyeyim size, ondan sonra asın.” demiş ve bu yaptıklarının kitaba, hukuka aykırı olduğunu anlatmış. Deliller getirmiş kitaptan. Takdir-i İlâhî, tesir etmiş adama. Vali, çağırtmış müstahdemi, “Git oğlum, bizim evden filan filan kitapları al gel.” demiş. Kitap gelince bakmış ki hakikaten dedemin dediği gibi.

Bundan sonra vali tavır değiştirmiş. “Otur hocam, sana kahve ikram edeyim” demiş. Dedem, “Yok, sizin kahvenizi de içmem ben.” demiş. Vali, “Senin için, imamdır, diye bir vesika vereyim de rahat dolaş.” demiş dedeme. O zamanlar sarık takmak imamlara serbestmiş. Dedem bunu da kabul etmemiş. “Ben imamlık da yapmam.” demiş. Bunun üzerine vali, “Peki, sana ne yapacağız? Vereyim imamlığı da bir başkasına yaptır, sen sarığını yine tak.” deyivermiş. Bütün bu konuşmalar sonrasında atına binmiş dönmüş eve dedem. Annem ağlayarak anlatırdı bunları hep.

Atına binmiş eve yaklaşınca at kişnemiş, uzaktan duymuşlar atın sesini, bir komşumuz da dedemin dürbünüyle evin damından bakmış, kadı mı geliyor başkası mı, kadı atın üstünde mi, değil mi diye. Atın üstünde, deyince orada nenem, koç varmış, sevincinden onu kurban kestirmiş.

Evet, öyle sıkıntılar çekilmiş. Ama zulüm hiçbir zaman payidar olmaz. Böyle zamanlarda kraldan fazla kralcılar olur çevrede. Mesela kadınların çarşafını yırtmışlar, yahu, niye yırtıyorsun kadının çarşafını, hiç yırtılır mı, yasak dersin, hapsedersin filan ama kadınların çarşafı yırtılmaz arkadaş!

Muhterem Hocam, ilmî hayatınızdan biraz bahsettiniz, okuduğunuz yerlerden, hocalarınızdan. Bu hususta sizi biraz daha dinlemek isteriz. Yine kendisinden istifade ettiğiniz, hayatınıza tesiri olan bizlerin de tanımamızı istediğiniz hocalarınız varsa onlardan da bahseder misiniz?

Tabi. Fakülteden hocalarımız vardı, imam hatipten hocalarımız vardı. Allah ölenlere rahmet eylesin, kalanlara sağlık versin, hocalarımızın hepsinden istifade etmeye çalıştık tabi. En çok da Emin Saraç Hocamızdan istifade ettim, diyebilirim. Cemalettin Parlakışık hocam da -Allah rahmet eylesin- bana hadîs-i şerîfler okuttu akşamları, tavsiyeleri oldu. Mehmed Zahid Kotku Hazretleri’nin vaazlarını dinliyorduk.

Ali Yakup Hocamızı da unutamam. Allah rahmet eylesin kendisine, Emin Hocamın en yakın arkadaşlarından biriydi. Ben Mehmed Zihni Efendi ile ilgili kitabı onun tavsiyesiyle çıkardım. Ali Yakup Hocamı, Emin Hocamın vasıtasıyla tanıdık. Emir Buhârî Camii’nde İhya okutuyordu, biz de devam etmeye başladık o derslere. 74 yılıydı. Yüksek İslam Enstitüsü’ndeki asistanlarla beraber devam ediyorduk. Kimler vardı: Halit Zavalsiz Hoca vardı, ben vardım, Hamdi Aktaş geliyordu, İsmail Yiğit geliyordu, başka arkadaşlar da geliyorlardı. Hocamızla Emir Buhârî’den sonra Mesih Mehmet Paşa Camii’nde okuduk. Edebü’d-Dünyâ okuttu bize. Mütenebbi Divanı’ndan da bir miktar okutmuştu. Belâgatü’l-Vâdıha da okuttu. Bir hayli okuduk kendisinden, Allah rahmet eylesin.

Mehmed Zihni Efendi Kitabı

Mehmed Zihni Efendi kitabının ortaya çıkış serüvenini de kısaca anlatayım sizlere. 74 yılındaydı galiba, İstanbul eski müftüsü rahmetlik Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı’nın damadının evine Kur’an okumaya gittik, Yeşilyurt taraflarındaydı. Ali Yakup Hocam hatıralarını anlatırdı, o akşam da biraz anlatmıştı. O sıralarda da “Azizim.” dedi, “Bir gün Mehmed Zihni Efendi bir mecliste Mustafa Sabri Efendi’yi övmüş; birisi bir yazı yazmış İstanbul’un meşhur âlimleri diye, âlimler arasında o genç (Mustafa Sabri Efendi) de yazılmalıydı demiş. Kosova taraflarından İpekli İbrahim Efendi de varmış o konuşmada, Mehmed Zihni Efendi’nin bu sözleri üzerine o İpekli İbrahim Efendi, “Efendim, siz onu övüyorsunuz ama o sizi tenkit ediyor.” demiş. Mustafa Sabri Efendi, Mehmed Zihni Efendi’nin el-Kavlü’l-Ceyyid isimli eserini Beyânü’l-Hak Mecmuası’nda tenkide başlamış bir dizi yazı yazmış. Mehmed Zihni Efendi de bunun üzerine demiş ki: “Vallahi, o genç beni tenkit etse bile yazılmalı. Genç, güzel yazıyor.” Tanımıyorlar birbirlerini. Ben bunu bir yere, deftere not etmişim, eve gelince…

Mehmed Zihni Efendi’nin Arapça kitapları var; el-Müntehab ve’l-Müktezab, Müşezzeb… Çok okunmuş mekteplerde. el-Kavlü’l-Ceyyid eseri zaten harika bir şey. Buna bir makale yazayım dedim, baktım ki makale yazdıkça çıkıyor, epey oldu. Arkadaşlar dediler ki, “Sen bunu makale yapma, bir kitap yap; kaybolmaz, makale bir yerde kaybolur gider.”  Bunun üzerine ben de kitap haline getirdim.

Hocamın hatırına böyle bir kitap çıkmış oldu, Allah rahmet eylesin. Daha önceleri bana diyordu, “Bul azizim, Mehmed Zihni Efendi’yi bul bana, nerede okumuş. Ben Arap belagatini, Arap dünyasında bile o kadar okuyan, bilen birini daha bulamadım, göremedim.” Hakikaten öyle. Mısır’da bir âlim demiş ki, “Yahu kim bu, bunu keşke Arapça yazsaydı.” Mehmed Zihni Efendi, çok dakîk insan, ben onun ehl-i beytten olduğuna inanıyorum, yani seyyid olduğuna inanıyorum. İnanıyorum derken; mührü var, bendeki nüshalardan birinde, “es-Seyyid Mehmed Zihni” yazıyor. Seyyid olmayana Osmanlı döneminde Seyyid denmezdi. Bir arkadaş dedi ki, “Seyyid bugün “bey-bay” manasında; acaba o manada olabilir mi?” Mehmed Zihni Efendi gibi bir kimse kendi mührüne, kendisi için bey der mi, Mehmed Zihni Bey, der mi kendi kendine. Çünkü çok mütevazı bir insan. Mehmed Zihni Efendi’nin ilmi çok kavi, o çok dakik bir insan ve sağlam bilgilere ve sağlam bir karaktere sahip.

Muhterem Hocam tanıştığınız tasavvuf ehli kimselerden de bahsedebilir misiniz?

Mehmet Zahid Efendi, tasavvuf ehliydi. Cemal Efendi hocam da ehl-i tasavvuftu. Ben zannediyordum ki o, tasavvufu amcası Abdülhakim Arvâsî’den almış. Sonradan Ali Ulvi Kurucu’nun hatıratının 3. cildinden, hocamın Medine-i Tahire’de Ravza-ı Mutahhara’da Abdülğafûru’l-Abbâsî isimli bir Hintli şeyh efendiye intisab ettiğini okudum, o da oradan almış, hocam hiç söylemezdi kimseye, mütevazı bir kimseydi. Hatta kendisi, âyetleri Mesnevî beyitleriyle açıkladığı 2 ciltlik bir tefsir hazırlamış. Onunla 7 sene filan beraberdim, bir defa demedi, ben kitap yazdım diye. Yazdığı kitaplar var, şimdi neşrediliyor, bana kitap yazdığını hiç söylemedi. Allah rahmet eylesin. Bir oğlu vardı, müezzin, ona dedim ki, “Yahu bana hiç bahsetmedi bu kitaplarından?” O da “Babam, hiç bahsetmezdi.” dedi. Sonra hocamın şeyhinin Abdulğafur Efendi’nin terceme-i halini buldum. O şeyhin de tasavvufî bir risalesi var, Risâle-i Ğafûriye diye, hocam onu bastırdı, dağıtıyordu herkese.

Sonra Mehmed Zahid Efendi’yi de tanımıştım, 66’da filan olmalı. Mahmut Türkgenç abimiz götürmüştü, tanıştırmıştı hocaefendiyle, Allah rahmet eylesin, fırsat buldukça onun derslerine devam ediyorduk. Onun bir sözü vardı onu da burada zikretmiş olayım: İskenderpaşa Camii’nin yanında kalan üniversiteliler vardı, ben onlara ders okutuyordum. Dediler ki o genç arkadaşlar hocaefendiye, Ahmet İleri, Süleyman Bağlan vardı aralarında hatırladığım kadarıyla, “Efendim, bu arkadaş bize ders okutuyor, Arapça okutuyor.” Rahmetlik Hocaefendi çok sevinmişti, dedi ki, “Çok iyi, çok güzel. Himmetinizi âlî tutun da bunlar zülcenâheyn (iki kanatlı) olsunlar.”

Zahid Efendi’den bir şey daha öğrenmiştim, onu da söyleyebilirim. Bir Senegalli adam geldi, Emin Saraç Hocamın dersini dinledi Fatih Camii’nde. Dedi ki, “Beni tasavvuf ehli biriyle tanıştırır mısınız?” Emin Hocam bana dedi ki, “Hocaefendiye (Mehmed Zâhid Efendi’ye) götür.” Ben de aldım götürdüm. Hocaefendiye dedi ki “Ben sizden ders almak istiyorum. Ben Kâdirî’yim.” Hocaefendi, “Olur.” dedi. Ders verdi ona. Sonra dedi ki, “Bizde beş tarîk var: Nakşîbendiyye, Kâdirîyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye, Çeşdiyye.” Ben o zamana kadar hocaefendiyi sadece Nakşî biliyordum. Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin İsmail-i Şirvâni Hazretleri’ne verdiği ve kendi eliyle yazdığı icazetnamesinde mührü var. Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin mührünü okuduğunuz zaman, Hâlid en-Nakşibendî el-Kâdirî el-Kübrevî es-Sühreverdî el-Çeştî, yazıyor mühürde. Bu icazeti de Reyhan Dergisi’nde neşretmiştik. O sayıya bakabilir isteyenler.[1]

Senegalli adam oradayken, bizim bir Vahdettin Abi vardı, Allah rahmet eylesin, geldi, Hocaefendi’ye, “Hocaefendi, tamam. Araba hazır, gidiyoruz.” dedi. Hocaefendi, “Peki” dedi. Meğer sünnet düğününe davetliymiş, İzmit’te, Değerimendere’de. Dışarı çıktık, Hocaefendi o adama dedi ki, “Siz de buyurun.” Sonra o adam bana dedi ki, “Sen gelirsen ben de gideceğim. Bu zatı ben çok sevdim.” Peki, dedim. Bir Chevrolet araba kiralamıştı, o zaman 72 miydi 75 mi, Hilton’da kalıyordu. Sonra gittik İzmit’e. Orada bir otelde yemeğe gittik. Adam benden “ürz” istedi. “Ürz” ne demek bilmiyorum. “Efendim, benden ürz istedi, ürz ne demek?” dedim rahmetlik Mehmet Zahid Efendi’ye. O da “Pilav” demişti. O zaman anladım pilav istediğini. Yemek yedik, sonra Hocaefendi biraz istirahate çekildi. Biz de dışarı çıktık, biraz gezdik, Değirmendere’nin sahiline doğru indik.

Bir hatıra daha anlatayım orada geçen:

Hocaefendinin yanından İskender Paşa Camii’nin yanındaki odasına girdiğimizde misafir olarak gelen Senagalli yanında hediye verecek bir şey hazırlayamamış. Cebinden 100 dolar çıkardı, bana uzattı Hocaefendiye ver diye. Ben de “Ayıptır, Hocaefendiye para verilir mi?” der gibi garip karşılayıp tereddüt gösterince Hocaefendi de anladı tabi, görgülü insan. “Demek ki adamın hediye alacak vakti olmamış. Al, koy şuraya.” dedi Hocaefendi. Hocaefendi cebine filan koymazdı gelen paraları. İhtiyaç sahibi biri gelir daha sonra, ona verirdi.

Ben şimdi buradan bir şey öğrenmiş oldum ya… Biz o zat ile ve başka arkadaşlarla sahilde dolaşmaya çıktık, ikindi namazına bir camiye gittik. Namazı kıldık. Caminin müezzini namaz kıldırdı sonra mihrabiye okudu. Mihrabiye okuduktan sonra o adam, o gelen misafir çıkarttı 20 dolar, müezzine uzatıyor alması için. O da almıyor ayıptır, para alınır mı diye. Ben de öğrendiğim şeyden cesaret aldım dedim ki “Al al, bir hadîs-i şerîf var: “Sana bir şey istenmeden verilirse al, senin ihtiyacın varsa sen kullan yoksa da sen de başkasına verirsin.” Bir de hediye vermiş sevabı kazanırsın, al. Kalbini kırma misafirin.” dedim. Tabi bu konular hassas konular dikkatli olmalı insan. Müezzin dedi ki: “Bu şahıs nereli? Afrika’dan bir ülkeden dedim. Müezzin ise şöyle demişti: “Allah Allah! Hayırdır inşallah. Ben bu gece bir rüya gördüm. Bir adam bana para veriyordu rüyamda. “Kim bu adam?” diyorum. Diyorlar ki, “Bu adam, Afrika’nın kralı.” Ben de demiştim ki: Tamam işte bu adam da manevi kral. Ailesi 300 senedir başkent olan Dakar’da Cami-i Kebir’de hadis okutuyormuş.

Bir Hatıra

Bakanlık beni 1985’te, Trabzon’da görevlendirmişti. O münasebetle Ahmed Yaşar Efendi’yi de tanımıştım, sevmiştim. Beni götürdüler oraya. Gittim ki Ahmed Yaşar Efendi vaaz ediyor.  O zaman tanımıyordum kendisini. Ona benim geldiğimi söylemişler herhalde. Bana dediler ki “Hocaefendi senin minbere çıkmanı istiyor.” Ben de “Lâ havle velâ Kuvvete! Yahu ben dinlemeye geldim.” dedim. Neyse çıktım. Vaaz edip, hutbe okumuştum. Sevmiştim onu.

O sıralar Rize’den asker arkadaşım İmdat Çolak, Trabzon’a gelmiş beni ziyaret etmek için, fakat beni bulamamış, gitmiş. Öyleyse ben de bir iade-i ziyaret edeyim, dedim. Ahmed Yaşar Efendi’ye “Efendim, müsaadeniz ile ben Rize’ye gideceğim.” dedim. O da “Bizi de arkadaşlığa kabul edersen beraber gidelim oraya.” dedi. Bir minibüs ile gittik beraber. Meğer o da birilerini barıştırmaya gidiyormuş, Rize Kendirli Köyü’nden.  Giderken, Of Deresi’nde, Rize ile Of’un ayrıldığı noktada, bir araba tepetaklak olmuş, bir kamyonet devrilmiş. Şoför, “Eyvah!” deyip bir şeyler daha ekledi. Hocaefendi dedi ki, “Böyle bir şey olduğu zaman öyle demeyeceğiz. O ifade de bir çeşit Allah’a isyan var. Onun eceli gelmiş, yatağında da olsa şimdi ölecekti. Böyleymiş takdir-i İlâhî. Böyle şeyler görünce, “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.” demeliyiz.” Unutamıyorum o sözü. Asıl iman böyle olur. Böyle zamanda imanın kuvveti belli olur.

Ahmed Yaşar Efendi’de bir ciddiyet görmüştüm. O kadar yorulduk ettik. Biraz uyuduk, İlyas (Serdar) Efendi’nin babası Enes Efendi’nin evinde. Hacı Abdurrahman (Beşikçi) Efendi diyormuş ki “Evliya görmek isteyen kişi, gitsin Enes Efendi’yi görsün.” Ben de “Beni de götürün oraya.” dedim. Gittik oraya, misafir olduk, biraz oturduk, orada kaldık o gece. Yattık, baktım Ahmed Yaşar Efendi kalkmış teheccüd kılıyor.

Daha sonra oradaki vazifem bitti, artık dönme vaktim gelmişti. Ahmed Yaşar Efendi’ye gidip, “Efendim, müsaadeniz ile ben artık dönüyorum.” dedim. O da “Eh, ne yapalım, bu dünya, ayrılık dünyası!.” demişti. Allah rahmet etsin.

Biz Mehmet Zahid Efendi’den sonra Esat Coşan Hocaefendi’yi gördük. Onun da çok gayretleri oldu tekkede. Allah rahmet etsin. İnsanları ölçecek halim yok benim, ama bakıyorum; hayırlı işler yaptı, dergi çıkardı, gazete çıkarttı, dâru’l-hadîsi kurdu. Mehmed Zahid Efendi’nin fikriydi dâru’l-hadîs kurmak. Dâru’l-hadîsin kuruluşu için Mehmed Zahid Efendi, Adil Teymur Hocaya, “Bir arkadaş al yanına, bir dâru’l-hadîs kurun.” demiş. Adil Teymur hocayla bir yerde görüştük, Hocaefendi böyle böyle deyince sen geldin aklıma, dedi. Meğer beni sevmiş, imam hatip okulu 6. sınıfta dersimize gelmişti. Sormuştu, “Esmâ-ı Hüsnâyı kim biliyor ezbere?” diye. “Ben biliyorum.” demişim. Oradan hoşuna gitmişim demek ki. Allah rahmet eylesin,.Mehmet Zahid Efendi’nin vefatından sonra Esat Coşan  Hoca, Raşit Küçük Hocaya, “Ahmed’e de söyle beraber bir progam hazırlayın, bir daru’l-hadis kuralım.” demiş. Raşit Hocanın da büyük gayretleriyle Hakyol Vakfı bünyesinde daru’l-hadis kuruldu. Hayırlı hizmetler gördü.

Muhterem Hocam, yaptığınız cami derslerinden de biraz bahsedebilir misiniz?

Cami derslerine başlamamı şöyle anlatabilirim: Mehmed Zahid Efendi’yle beraber bir yere gitmiştik, Hocaefendi Pazar günü ikindi dersine yetişemeyecekti. Dediler ki “Efendim, yetişemeyeceğiz ikindi dersine, bu arkadaş yapabilir.” Mehmed Zahid Efendi de “Peki, olsun.” dedi. Öyle başlamıştım. Hocaefendiler olmayınca çıkıyordum kürsüye, İskender Paşa Camii’nde ders yapıyordum. Sonra Esad Efendi gelmeyince bazı zamanlar, bazen uzun süreliğine bir yerlere gidiyordu, onun derslerini yapıyorduk. Onlara da arkadaşlarla nöbetleşe gidiyorduk. Raşit Küçük Hoca gidiyordu, Halit Zavalsız Hoca gidiyordu, hatırımda kaldığına göre.

Tarîkat-ı Muhammediyye Dersleri

İmam Birgivî Hazretler’inin Tarîkat-ı Muhammediye isimli eserini ders olarak takip ettik uzunca bir süre camilerde. Yaptığımız derslere geçmeden önce İmam Birgivî’yla alakalı bir hatıramı aktarayım: İmam Birgivî üzerine çalışma yapmaya karar vermiştim üniversitede. Mehmed Zahid Efendi bunu duyunca çok sevinmişti. Tuttu elimden, bırakmadı, odasına girdik. Başladı İmam Birgivî’yi anlatmaya, anlattı anlattı, yarım saatten fazla anlattı. Başka misafirler de vardı. Ben, Hocaefendiyi yoruyorum galiba, diye düşünerek izin istedim çıktım. Sonra, Mehmet Arar vardı, dedi ki “Niye çıktın hocam? Hocaefendi misafirlere belki de yarım saat daha anlattı İmam Birgivî’yi.” İşte orada hata yapmıştım Hocaefendinin yanından çıkmakla.

İmam Birgivî’yi tasavvufa düşman diye biliyor bazı gruplar; yanlış. İmam Birgivî tasavvufa karşı değildi, aksine tasavvuf ehli bir insandı. Esat Coşan Hocamıza dedim bir gün “İmam Birgivî, tasavvufa karşı değil.” diye. O da “Öyleyse bir makale yaz bu konuda, İmam Birgivî tasavvufa karşı değildir diye.” İslam Dergisi’nde bununla ilgili kısa bir şey yazmıştım.

İmam Birgivî, çok samimi, dürüst, tamamen işin özünü kavramış biri. Tasavvuf, din demektir. Tasavvuf, Kur’ân’ın, sünnetin özüyle yaşanması demektir, onun korunması da gerekir. Dönemimizdeki abuk sabuk fırkaları topa tutardı İmam Birgivî şimdi olsa. Tasavvufun bu yönü ağacın özüne benzer. Ağacın özüne bir kurt girerse ne olur; ağaç kurur, ama dalı kırılırsa o geri gelir. İmam Birgivî o dönemde abuk sabuk konuşanlara çok reddiye yazıyor, Tarîkat-ı Muhammediye’de var.

Tarîkat-ı Muhammediye’yi Hırka-ı Şerif Camii’nde de okuttum. Malezya’da da okutmak nasip oldu Tarîkat-ı Muhammediye’yi, hatta Emin Saraç Hocamın müsaadesiyle orada birkaç kişiye icazet vermiştim. Emin Saraç Hocamız bizi okuttuktan sonra Hamdi Arslan Hoca ile beni çağırdı Fatih Camii’nde icazet lütfetti bize. Layık değiliz ama o kendisi layık görmüş işte.

Kasîde-i Bürde’yi okutmak nasib oldu. Birkaç defa da İzhâr’ı okuttuk, İzhâr’ı Marmara İlahiyat’ta da okuttuk.

Bir iki sefer de Fatih Camii’nde okuttum.

Malezya’dan geldikten sonra burada, Fatih Cami-i Şerifi’nde okuttum. O zaman müftü Ahmet Bey, dedi ki “Gel hocam, vaaz et Fatih’te.” Ben de “Ben öyle bağıra çağıra vaaz edemem, etmem.” dedim. “Daha doğrusu uygun görmem, zaten hocam da görmezdi, vur kürsüye, patlasın çatlasın, böyle şey olmaz, ben bir kitap okurum.” dedim. O da “Oku, nasıl istersen öyle yap.” dedi. O şekilde Fatih’te ders yapmaya başlamıştım. Minberin sağ tarafında başladık. Orada hocaefendiler de okuturlarmış.

Tarîkat-ı Muhammediye çok okutulmuş İstanbul›da. Muameleci Mustafa Efendi diye bir zat, 17. yüzyılda yaşamış, 33 kere hatmetmiş Tarikat-ı Muhammediye’yi. Emin Saraç Hocam da, Hüsrev Efendi’nin burada Tarîkat-ı Muhammediye’yi 10-11 kere okuttuğunu söylemişti.

Tarîkat-ı Muhammediye bir ahlâk özeti, tasavvufun özeti. Tasavvuf kitabı aslında. Tasavvuf deyince bazı kimseler bugün öcü gibi bakıyor. Hâlbuki bu, dinin özü; itikat var, amel var, teşvik var, başka ne olsun, ne lazım başka. Ondan sonra uygula, tatbikat yap; Müslümanlık bu.

Bunlar vardı, şimdi devam edemiyorum bu idarî vazifelerden dolayı. Kasîde-i Bürde Şerhini Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesin’de bir defa bitirdim, Yavuzselim Camii’nde de başladım ama yarım kaldı onu da tamamlayacağım inşallah.

Kaside-i Bürde şerhini tahkik etmiştim; İbn Allân’ın. İki tane nüshasını buldum burada, İstanbul’da; bir tane de Amerika’da buldum, onu da getirttim, ama o, ikinci nüshadan istinsah edilmiş.

Muhterem Hocam, uzun seneler oldu; ilimle iştigal ediyorsunuz, eğitim camiasının içerisindesiniz. Talebelik yıllarınızdan sonra talebelerle bizzat muhatap oldunuz Kuşaklar arasında talebeler, hocalar, eğitim, imkânlar vs. açısından bir mukayese yapsanız, neler söylersiniz?

Bana, İskender Paşa Camii’nde, Tokat’tan gelmiş bir abi bir şey anlatmıştı: Vaktiyle ilim sahibi bir müftü efendi varmış. Bir şeyh efendiyi görmüş. Şeyh efendiye pek olumlu bakmamış, bunlar bir şey bilmez gibisinden. Sonradan onun kıymetli bir zât olduğunu anlayınca koşmuş, gitmiş ilminden istifade edeyim, duasını alayım, diye. Gitmiş, bakmış ki şeyh efendi vefat etmiş. “Eyvah!” demiş, “Bulduk bilemedik, bildik bulamadık.”

Nesiller arasında böyle farklar var; biz arıyorduk bulamıyorduk. Biz nasıldık, bakın bir özet yapayım size:

Üçbaş Medresesi’nden İsmailağa’ya gidiyorduk. Üçbaş’ta çorbamız pişiyordu, orada artık Allah ne verdiyse, ne bulursak, kurtlu murtlu fasulye, mercimek bulursak, eyvallah, diyorduk. Alıyorduk yemeği kovalarla İsmailağa’ya taşıyorduk. Yemekler üstümüze dökülüyor, yollarda kızlar oğlanlar bize gülüyordu, utanıyorduk.

İlk defa çimentoyu orada sırtladım, çalıştırıyorlardı bizi işçi gibi, bu dersin adı da spor dersi idi. İsmailağa Medresesi’nin sol köşesinde bir odamız vardı. Emin Hocam derse geliyordu, hocam da yeni gelmiş Mısır’dan, üşüyordu, paltoyu çıkaramıyordu. Bir masamız vardı, o masada hem yemek yiyorduk hem ders çalışıyorduk. Bir pencere var, cam yok, camı taktıracak para yok, kapatamıyorduk, soğuk geliyordu, hocam titreyerek filan ders okutuyordu bize. Öyle sıkıntılardan sonra ben oğlumu verdim oraya. Bizim çektiğimiz sıkıntılardan eser yok. Çocuklar halıfleks üzerinde misket oynuyorlar, kaloriferler var, yemekler belki annelerinin pişirdiğinden daha güzel. Fakat öyle olunca gayretle çalışan talebe daha az oluyor, nimeti değerlendiremiyoruz. Nimeti aradık bulamadık, bulduk bilemedik biz de.

İmkânlar arıyorduk, tarıyorduk bulamıyorduk. Şimdi ben bu fakültede ki talebelere bazen mukayese etmek için diyorum ki:

Aman bu fırsatı değerlendirin, Allah nasip etti Türk Yükseköğretim tarihinde tamamen Arapça eğitimi yapan ilk fakülte olan bu fakülteyi açmak nasip oldu. Burada Arapça öğrenemezseniz başka hiçbir yerde öğrenemezsiniz. 25-30 tane Arap hocanız var belki. Birçok Arap talebe var içeride, yanınızda. Ben Arap ülkesine gitmedim, Arapçayı burada öğrendim. Emin Hocam oraya buraya gönderiyordu, hocamın misafirleriyle ilgilenmeye çalışıyordum. Gitmesem öğrenemezdim. Emsile, Bina okumuşum ben, ama o zaman hiç bilmiyorduk bu ne işe yarar. Kabirde mi işe yarar, dünyada mı, ahirette mi, nerede işe yarar onu da bilmiyorduk Arapçayı okumaya başladığımız zamanlar. Hocalarımız bile Arapça konuşamıyordu. O zamanlar İstanbul’da bir Emin Hocam konuşuyordu desem mübalağa olmaz. Bir de Ahmet Muhtar Büyükçınar. Çünkü Mısır’da okumuşlar, öbürleri konuşamıyordu. Konuşamaz tabi ki bu ayıp değil ki.

Şimdi, birçok fırsat var, biz Arapça’ya başladığımız zaman 64 yılında, Arap’ın yüzünü rüyamızda göremiyorduk, Arap nedir, nasıl konuşur bilmiyorduk. Şimdi Arap’la iç içesiniz.

Bizim şimdi bulduğumuz imkânlar, talebelik zamanımızda yoktu, fakat gayretimiz çoktu. Mesela, Halit Hocanın gayretini hatırlıyorum; aynı odada kalıyorduk, ranzalarımız yan yanaydı. Halit Hoca gece derse çalışıyordu ki ertesi gün gelip bize ders okutacaktı, o bizim kalfamızdı. Ama müdür Eşref Ustanosmanoğlu gelir, ışıkları söndürürdü. Hocanın ders çalışması lazım. Hoca baş edemedi, gitti elektrikli soba aldı, onun ışığında ders çalışıyordu, hazırlıyordu…

Ben de kendi kendime çalıştım, ona sordum, buna sordum, gidip ders okuttum. Fakülte dışındaki okutmalarımın bana çok faydası oldu. Asistan olduğumuzda birçok arkadaş, talebe bir şey sorarsa bilemezsek ne yapacağız, sıkı sıkı çalışalım, diyorlardı. Ben çalışma ihtiyacı hissetmiyordum, elime kitabı alıp gidiyordum sınıfa. Neden; çünkü okuttum o kitapları. Zahmetin rahmeti görülüyor yani, zahmet çekmeden de hiçbir şey olmaz.

Babam anlatırdı; bir mürid şeyhine demiş ki, “Şeyhim, himmet himmet!” Şeyh de demiş ki, “Oğlum, hizmet hizmet!” Yani himmet bedavadan gelmez. Hizmet edeceksin, gayretin görünecek ki sen evvela himmete layık mısın, değil misin ortaya çıksın. Allah da cennetini verecek ama imtihan dünyası yaratmış, kim istiyor kim istemiyor. Böyle bu dünyanın hali. Gayret olacak. Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır. Arayacaksın kardeşim, hiç aramadan olmaz.

Allah lütfetti, İstanbul’da elimden geldiğince geliştirdim Arapçamı. Tunus’a gittim sonra. Mehmet Maksudoğlu Hocam fakültede dedi ki, “Tunus’ta modern metotlar var, Arapça hocasısın git oraya.” Gittim 1 ay kaldım orada. Kendi paramla, 300 bin lira ki deli gibi parayı borç alarak gittim 1983’te, Allah kolaylık verdi ödedik. Ama o benim ufkumu açtı. Yoğunlaştırılmış Arapça kursları vardı, Avrupalılara Arapça öğretmek için. Onlardan bir tanesine gitmiştim. Avrupalılar benden daha iyi Arapça konuşuyordu ama mehâric-i hurûf yok. Benim en zayıf dediğim talebem onların en iyi konuşanından daha iyi telaffuz ediyor, çünkü tecvid okuyor. Gittiğimde kursun müdürü dedi ki, “Kardeşim, biz sana ne öğreteceğiz, sen Arapça konuşuyorsun?” Ben de, “Ben aslında doktora yaptım, Arapça hocasıyım ama yurtdışına çıkmadım hiç, Arap ülkesine. Onun için geldim.” dedim. İlk defa bu vesileyle gitmiştim bir Arap ülkesine. Şimdi asistan ve talebeleri teşvik ediyorum sürekli “Oğlum gidin, nereye giderseniz gidin de ufkunuz açılsın.” diyorum.

Yani eğitimde şimdi imkânlar çok. Gayret azaldı demeyeyim, ama engeller de çok. Talebemiz arasında iyiler, gayretliler de var.

Bazı kimseler ille de statik ölçüler koyuyorlar, yok kardeşim, öğrenmek isteyen her yerde öğrenir. “Hangi metotla öğreneyim hocam; eskiyle mi yeniyle mi?” diye soruyorlar. “En iyi metot, niyet etmektir.” diye cevap veriyorum onlara. Niyet demek, karar vermek demek. Sen karar verdin mi Allah kapıları açar sana.

Muhterem Hocam, bu münasebetle şimdi ilimle irtibatını devam ettirmeye çalışan talebelere veya hocalara neler tavsiye edersiniz?

Estağfirullah, İmam Gazâlî’ye biri, bana nasihat et vaaz et, demiş. İmam Gazâlî de, nasihat ittihaz nisabından sonra olur, demiş. Yani önce kendim nasihat alacağım ki ondan sonra vaaz edeyim. Şimdi benim öyle bir meziyetim yok da, birkaç şey söylemiş olayım.

Herkes eline geçen fırsatın kıymetini bilsin, değerlendirsin. Çünkü fırsat, insanın eline bir kere geçiyor. Mesela, İstanbul’a gelip de Fatih Camii’ni bilmeyen, görmeyen insanlar var. Ben mezun oluyordum, bir arkadaş bana, “Sen nerede okuyorsun?” diye sordu.  Ben dedim ki, “Emin Saraç Hocamda okuyorum.” O da, “Yahu bize niye söylemedin?” dedi. Allah Allah, ondan sonra söylemek lazım geldiğine inandım. Ben, söylersem riya olur diye düşünüyordum o zaman; yanlışmış, herkese söylemek lazım, davet etmek lazım. Emr bi’l-ma‘ruf yok mu; hayra çağırıyorsun, herkese duyurmak lazım.

Elinde imkânı olan herkes de mesela, ders okutma imkânı olan herkes ders okutsun. “Ders okutacak yer bulamıyorum.” diyorlar. Yer bulunur, her yerde bulunur. Ben biliyorum işte; Emin Saraç Hocamızın nerelerde okuduklarını, okuttuklarını. Okuyorduk camiin kenarında, evde, şurada burada. Şimdi camiler çok rahat, Diyanet de buna teşvik ediyor ders okutulsun diye. Şimdi ise imamlar kaçıyor. Ben nasılsa imam oldum memur oldum, diye atalete düşüyor. Dün mesela, bir imam gördüm, arkadaşlarla ders okumaya gidiyoruz, dedi. Beni çok sevindirdiğini söyledim. Bunlar bizi çok sevindirici şeylerdir. Bu gibi arkadaşlar, talebeler kısa zamanda, güzel bir şekilde Arapçayı iyi öğrensinler. Arapçanın sarfını, nahvini ve belagatini iyi öğrensinler. Bilhassa belagatini terk etmesinler; belagati terk etmek bir cinayettir Arapça namına. Çünkü sarf nahiv, işin kaba inşaatı; belagat ise ince işleridir.

Bugün fırsatı bulanlar, talebeler eline geçen fırsatla İstanbul’a gelsinler. İstanbul’daki fırsatlar, nimetler başka yerlerde yok. Tabi Anadolu’nun da birçok yerinde birçok hayırlı insan gayret ediyor, çabalıyor, ders okutmaya çalışıyorlar. Rabbim hepsinden razı olsun.

Talebelerimiz, sırat-ı müstakim üzere olsunlar. Sırat-ı müstakim üzere olan hocalar bulsunlar. Abuk sabuk fikirlere aldanmasınlar. O fikirler yeni değil, onlar eskiden de vardı. Çünkü şeytan yeni değil ki, şeytan eskiden de vardı. Mezhepleri kabul etmeyenler, tasavvufu kabul etmeyenler, hadis-i şerifleri kabul etmeyenler… bu gibi gruplar ya gâfildir ya hâindir. Gâfilse bilgisi yoktur, ikaz etmek lazım. Eğer hâinse müsteşriklerin güdümüne girmişlerdir, bir şekilde onların çekim alanına girmişlerdir. Allah korusun, Allah kurtarsın. Kimse garantide değil, kimseyi de kınamıyoruz bu konuda. Allah doğru yolu göstersin hepimize. Perdelerin arkasını görebilmek hünerdir. Onun için hemen kimseyi ayıplamamalı, kimseye hücum etmemeli. İsimlerle, şahıslarla uğraşmamalı, fikirlerle uğraşmalı. Şahıslar gelip geçicidir, fânîdir; bakarsın ki doğru yola gelir; onun için şahıslar önemli değil. Ama yanlış fikirleri iptal etmeye çürütmeye çalışmalı…

İlim adamları kendilerini iyi yetiştirmeli. İmam Gazâlî’nin metodu bize bu konuda örnek olabilir, olmuştur da. Ümmet hep onu takip etmiştir. Benim, arkadaşlarımıza, ilim yolunda olan kardeşlerimize, herkese, başka meslekle uğraşan kimselere de tavsiyem, işlerini istekle yapsınlar, var güçleriyle çalışsınlar; bunu yaparlarsa kendi kovasını dolduracak kadar nimet gelir. Yeter ki var gücünü harcasın, isteyerek, can u gönülden yapsın. Benim annem derdi ki, “Gönülsüz it, kurda gitmez!.”

Gönülsüz olmaz çünkü. Çocuğu kovsan, dövsen ne fayda; bir işe yaramaz ki, çünkü çocuk gönülsüz. Hele dayak gibi şeyler kesinlikle doğru değil, yakışmaz. Bazen terbiye edici ikazlar, uyarılar yapar, cezalar uygulayabilirsin. Bunun haricinde bir işi zorla nereye kadar götüreceksin; uyanırsa uyanır, uyanmazsa bırakacaksın; en iyisi budur. O yüzden insanlar, içinde bulundukları hayatı, nimeti, değerlendirmeli. Eğer değerlendirilirse Allah Teâlâ karşılığını veriyor.

Âlim sadece çok kitap okumakla olmaz, zamanın şartlarını da iyi bilecek. Dünyada ne var ne yok, hava durumu nasıl bugün, rüzgârlı mı olacak bulutlu mu, bileceksin; çünkü dünyada yaşıyorsun.  Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi anlatmıştı; İsrail, Mısır uçaklarını daha kalkmadan vurmuş, planlı bir şekilde casus koymuşlar oraya. Çalışıyorlar, çalışana Allah veriyor. Rahmetlik Mahmut Bayram Hoca, Elmalılı Tefsiri’nden nakletmişti. “Kul için, insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” âyet-i kerimesinin tefsirinde Elmalılı demiş ki, 2 kâfir, bir işi yapmaya karar verse ve çalışsa, Allah Teâlâ bu âyet mûcibince onları bile muvaffak eder o işte. Allah’ın vaadi var; çalışana verecek. Sadece mü’mine verecek diye bir şey yok. O adam çalışıyor, o da Allah’ın kulu değil mi? Diğer kul da çalışsın ona vermem mi, diyor; hayır. Bu sebeple düşmanın hilelerini kavramak gerekir; düşman ne yapıyor, ne numaralar çeviriyor, dikkatli olmak gerekir.

Hangi meslekte veya branşta olursa olsun, herkes mesuldür, fakat hepsinin mesulü de din tahsili yapanlardır. Çünkü din tahsili yapanlar örnek oluyorlar insanlara. Hepsi, din diye kendilerine geliyorlar, herkesin dine ihtiyacı var. Ne kadar olursa olsun herkesin canı var, ruhu var, ruh dünyası var. Birtakım hayat hikâyelerini dinliyorum, herkesin çektiği bir ıstırabı var. Istırap çekmeyi kötü saymamak lazım. Istırap çekmek Allah’ın bir nimetidir. Çünkü ıstırap seni uyarıyor. Demircinin demiri dövmesi gibidir. Rahmetli Nurettin Topçu hoca bir sohbetinde demişti ki, “Istıraplar, insanları olgunlaştırır.” Istırap çeken insan uyanır, uyanınca kendi doğru yolunu bulur. Onun için hiçbir şey boşuna değildir.

“Deme şu niçin şöyle,

Yerincedir ol öyle.

Bak sonunu seyreyle.

Mevla görelim neyler,

Neylerse güzel eyler.’’

Allah Teâlâ hepimize, size, çalışmalarınıza hayırlar bereketler ihsan buyursun. Hayırlı hizmetler nasip eylesin, tesirlerini halk eylesin. Biz uğraşacağız, elimizden geleni yapacağız. Biz kuluz; yeter ki dürüst çalışalım ve dikkatli olalım, planlı olalım. Planlı çalışmak önemli. “Efendim, vaktim yok. Yoksa çalışacağım.” diyorlar; yok canım, vaktin değil, planın yok. Aklını kullanamıyorsun sen. Herkesin vakti var. Başarılı olan hiç kimsenin günü 24 saat artı 1 saniye değil. Herkesin bir günü, 24 saattir.

Allah razı olsun hocam, vaktinizi ayırdınız. Çok teşekkür ederiz.

Sizin gibi gençleri kırmam mümkün değil. Aksine sizin gibi gençlerle konuşunca gençleşiyorum. “Gençlik bir kuş idi, uçtu tutamıyorum.” demişler. O uçup gitmeden önce siz onun kıymetini bilin.

İnşallah hocam, dua buyurunuz.

[1] Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan, “Hâlid-i Bağdâdî’nin İsmâil-i Şirvânî’ye Verdiği Hilâfetnâme”, Reyhan Dergisi, sayı: 18 (2010/2), s. 50-57.