Muhterem hocam, Efendimiz (s.a.v) hayatını cehaletle mücadele ile geçirmiş ve bu yolda elinden gelen gayreti sarf etmiştir. Kendisini bütün insanlığa “Ben cehaletle savaşmak için gönderildim.” diye tanıtmıştır. Ve bu savaşta kullanılacak olan en etkili silahın İLİM olduğunu bizlere her noktada ifade etmişlerdir.
- Efendimizin dâr-ı bekaya irtihalinden asırlar sonra O’na ümmet olabilme ümidiyle yaşayan bizler ilim denildiği zaman neler anlamalıyız?
İlim dendiği zaman aklımıza ilk gelen şey Allah celle ve âlâ’nın sıfatlarından birisinin Alîm olduğudur. Kur’an-ı Kerim’in bize öğrettiği doksan dokuz sıfatın her biriyle mütehallik olmamız için bize haddi hesabı olmayan terğib ve teşvikler vardır. İşte o terğib edilen sıfatlardan birisi de ilimdir.
Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v) âlimin fazlını gökteki bedr-i münîr olan ayın on dördüne teşbih etmiştir. İlme teşvik babında Ebu’d-Derda (r.a) Hazretleri tarafından nakledilen şu Hadis-i Şerif de calib-i dikkattir. Ne buyuruyor Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz: “Bir insan ilim yoluna girdiği zaman o kimse cennet yoluna girmiştir. O yolun sonu cennete ulaşır.”
- Bütün ilimleri, bu müjdeye kavuşturan yollar olarak değerlendirebilir miyiz peki?
Evet, bu kadar medh ü senâya layık görülen hangi ilimdir acaba? İlimlerin en mühimi diyebileceğimiz ilim hangisidir? Tabi ki ilimlerin en mühimi “kale Allah, kale Rasûlullah” ile başlayanıdır. Bu ilimden kimse müstağni olamaz. Bu ilim herkes için “alâ merâtibihim” lazımdır.
Bazı ilimler vardır ki herkes tarafından bilinme zarûreti vardır. Mesela kişinin farz ibadetlerini yerine getirecek kadar ma’lumat sahibi olması onun üzerine farzdır. Amma bir de cemiyetin nizamını tanzim edecek, hatta bütün beşeriyetle alakalı meselelere ait ilimler vardır ki bunu da muayyen insanların öğrenmesi farz-ı kifayedir.
Bir memlekette âlim olmazsa o memleket dalalete düşmüştür, karanlıkta kalmıştır. Ve o takdirde musibetler de o memleketin başına inmeye başlar. Zira en büyük musibet olan kıyamet âlimler bittiği zaman başlayacaktır. Ulemanın böyle zevale doğru gitmesinin kıyamet alametlerinden birisi olduğu kitaplarımızda yazılmaktadır.
- Ecdâdımızın, hayatlarını, bu düsturu yeryüzüne hâkim kılmak davasına feda ettiklerini söyleyebiliriz değil mi hocam. Tarihimizin şekillenmesinde bu düstur hep ilk planda ele alınmıştır diyebilir miyiz?
Tabiki, bakın bütün İslâm tarihi boyunca neler yapmışlar ilim babında. Fatih Hazretleri’nin İstanbul’un fethinden sonra ilk yaptırdığı iş Tophane Medresesi’dir ki önce onun temeli atılmıştır. Camiden evvel medreseyi başlatmıştır; ilme verdiği ehemmiyetinden dolayı. Bu cami-i şerif beş yüz sene bu memlekete, hem ulemasını hem de devlet ricalini yetiştirmiştir. İşte karşımızda gördüğümüz en son allameler: Cevdet Paşa, Ömer Nasuhi Efendi, Zahid Efendi, Mustafa Sabri Efendi, Hamdi Efendi, Ali Haydar Efendi, içinde bulunduğumuz Fatih Cami-i Şerifi’nin eserleridir. Bunların her biri bu memlekete çok büyük hayırları olmuş âlimlerdir. İlimsiz olan bir diyar artık dalalete düşer, rehbersiz kalır perişan olur. Nitekim bizim şimdi o güzel ilim erbabından mahrumiyetimiz büyük sıkıntılara sebep olmaktadır.
Dahası var! Bizim eski ulemamızın tedrisinde, tekmil-i nüsah denilen bir tabir vardır. Bir kitabı aldığı zaman başından sonuna kadar hazmederek, gayet muhkem bir şekilde okur. O sağlam okuyuşu sebebiyledir ki en son icazet aldığı, dersiâm olacağı zaman, kendisine birkaç ibare verilir, o da tahlil eder. Bunun müzakeresi heyet huzurunda yapılırken okuduğu ilimlerin hepsi o ibarelerde tatbik edilir. Yine hakkını verirse, o kimse tedris yapma ehliyetini kesb eder.
- Onların bıraktığı bu tedris metodlarına biz varisleri ne kadar sahip çıkabildik. Onlara layık torunlar olabildik mi acaba?
Durum ortada. Bugün mekteplerde hiçbir kitabı okuyamıyorsunuz. Bundan bin sene evvel yazılmış kitaplar bizim medreselerimizde tedris edilmiştir. Bakınız Teftazanî’nin eseri, Nesefî’nin eseri, Sadru’şşerîa’nın eserleri bütün İslâm dünyasının hepsinde aynı şekilde okunmuştur. Niçin? Bütün İslâm dünyasının fikirleriyle birleşiyor, ulemanın efkârı ile birleşiyor. Her yerde Hanefi fıkhının Hidaye’si, Kuduri’si ve İhtiyar’ı okunmuştur. Bugün müftülerimizin hangisi Kuduri’yi okumuştur. Olmayınca da bunlar ne ile fetva veriyorlar!
İnsanın bilmediğini bilmesi lazım. Bu çok güzel bir vasıftır. Bilmediğini bilmiyor ve kendisini allame sanıyor ve başkasının sözlerini itibara almıyor. Kendisinin bildiklerini her şeyin üzerinde zannediyor. Bu da yüz karasıdır.
Bugün hakikaten bize ilim eseri, iman eseri olarak bırakılan şu güzel diyarımız; onların ilim ve imanıyla fethedildi. Açın bakın ulemamızın sîretini; açın bakın Şakaik-i Nu’maniyye’yi veyahut Osmanlı Müellifleri vesaireyi ki bu diyar ne büyük âlimlere meydan olmuştur. Onların eseri olan Fatih İstanbul’u fethetti. Onun ilmi kudreti mükemmel; çok ulemayı hesaba çekecek kadar muktedir bir kimse.
Biz bunların hepsinden mahrum bir vaziyetteyiz şu an. Bu ilmi ihyâ etmek için gayret etmek, zamanın en mühim vazifesidir. En salih ameldir.
- Peki, bu ihyâ faaliyetine nereden başlamalıyız. Bu yolun olmazsa olmazı nedir?
Evet bu yola adım atmak için evvela ilmin de esası olan Arapça’yı iyi bileceğiz. Cenab-ı Hak; kelamını, beşeriyetin son irşad fermanını Arapça üzerine indirmiştir. Bakınız Hindistan uleması kendileri Urdu lisanı konuşurlar amma eserlerini Arapça veriyorlar. Her yerde bu şekildeyken biz şimdi bütün ilimlerimizi fikirlerimizi Türkçe isar ettik. Arapça da bilmeyişimiz bu memleketin cehlini biraz daha artırmaya sebeb olmuştur. Hayır, öyle değil Arapça’yı bileceğiz; sarfı, nahvi bileceğiz.
Sarfı okumadan nahvi bilmeden ilimlerin kaynağı olan Kitabımızı anlayamayız. Bu şekilde tefsir yapamaz, ve dinî mevzularda söz söylemeye gerçek mânâda yetkili olacak hakiki bir âlim yetiştiremeyiz.
İşte görüyoruz, böyle kimselerin tefsirlerinin hangisi işe yarıyor. İşte son tefsirde görüldüğü gibi… Ben şahsen çok üzüldüm böyle bir tefsir nasıl çıkardılar, insanlarımız bu kadar mı gaflete düştü.
Efendim, bizim çocukluğumuz zamanında bakıyye ulema vardı ki o eslafın bakıyyesi olan ulemayı gördük. Ali Haydar Efendi, Ömer Nasuhi Efendi… O zamanki Bekir Hâki Efendi, Ali Yekta Efendiler. İşte âlimler böyle olur. İslâm âlemine çıktık; Mısır’da 9 sene kaldım, Hindistan’a, Pakistan’a gittim. Senelerce Hicaz’da ulema cemiyetlerine, toplantılara çağrıldım. Ve bizi onlarla mukayese ettiğiniz zaman halimizi görüyoruz. Suriye’deki âlimler bugün Türkiyemiz’de maalesef yok. İlmiyle, sülukuyle kendisini ispat edecek âlimlerimiz yok. Ne güzel salih âlimleri var.
Modern olacağız diyerek Sünnet-i Enbiya olan sakalı hiçe sayıyoruz. Ne kadar ayıp bir şey, ne kadar çirkin bir şey! Rasûlulah Efendimiz, “emerani rabbi” diye Allah’ın emrinden bahsediyor, bizim ağalar ne diyor efendim bu bir Arap âdetidir. Peki, senin yaptığın da Hıristiyan âdeti. Ne diyeceğiz hadi bakalım o Arap âdeti diye onu sen söylüyorsan, senin yaptığın da İslam düşmanlarının âdetidir, peki buna ne diyeceksin.
- Muhterem hocam hakiki ilmi elde etme yollarımız nelerdir. Bu konuda fikirlerinizi bizimle paylaşır mısınız?
İlmin iki vasfı vardır efendim: Bir kesbî tarafı bir de vehbî tarafı. Kesbî tarafı, hocaefendilerden aldığınız kelimâtı iyice zaptedip öğrenmeniz; vehbî tarafı da “Bildiğiniz ile amel ederseniz Allah bilmediklerinizi de ihsan eder. İttikâ sahibi olursanız Allah size öğretir.” emrinin sırrında gizlidir. Bunun esbabını yerine getirdikten sonra bir de şerh-i sadr ile verilen ilimler var. Bu ikisi de bir arada cem olunduğu zaman o kimse hocaefendi, âlim olur.
- Yalnızca ilimle arzulanan hedefe ulaşamıyoruz yani.
Tabiki, bu işin temelini sağlam tutmak için evvela ibadetlerimize dikkat edeceğiz. İbadetlerimize ferâiz-i evkât-ı salâtımızdan başlarız. Kur’an tilaveti mânevî bir kuvvettir ki o kuvvet âdeta arabanın, uçağın gitmesi için benzin ne ise odur. Buradan başlarsak, takvaya ehemmiyet verirsek Cenab-ı Hak bizim önümüzü açar, inkişaf verir. Okuduklarımızı da anlamak hususunda bir basiret ve feraset sahibi oluruz. Vesvese-i şeytaniye ile kendimizi mağlup etmeyiz. Bizim bazı insanlarımızı görüyoruz. Adamlar kendi hevayı heveslerine göre ahkâm kesiyorlar halkımıza.
Kendileri daal oldukları gibi mudill de oluyorlar. Hem dalalete düşmüş oluyorlar hem de başkalarını dalalete düşürüyorlar. Bir iş ibadetle başlayacak takva ile başlayacak. Eğer ibadetsiz, takvasız ilme başlarsak onun akıbeti kötü olur. Ben iyi hatırlıyorum bazı kardeşlerimiz hocasından aldığı dersi sanki teyp gibi, böyle fotokopi gibi alıyordu; fakat namaz kılmıyordu. Bir takım dünyevî şeyler aldılar ama neticesinde onların ilimleri halâveti olmayan, faydası olmayan bir hale geldi. Talebelerimizi takva üzerine yetiştirmemiz, ibadetle, taatle teçhiz etmemiz zarureti vardır. Bu şekilde başlarsa o ilimler hayırlı olur. Bakınız, eskilerimiz bir taraftan sarf nahiv ile meşgul olurken talebelere bir taraftan da ahlaken güzel olmaları için bir ders okuturlarmış. İkindi dersi ya da koltuk dersi olarak isim verirlerdi. Tarikat-ı Muhammediyye okutulurdu. Niçin? Talebenin ahlakı güzel olsun diye. Talebenin ahlakının güzel olmasını önceden hocalar nizama, düzene koymuşlardı. Bu kubbenin altında yetişen ve kendini buraya vakfeden hocalarımızdan biri olan Hüsrev Efendi Hocamız derdi ki 11 defa Tarikat-ı Muhammediyyeyi okuttum. Talebeye okutuyor tabiki. Şimdi var mı böyle ders okutan bir yer. Talebenin ahlakı güzel olsun diye bir ders bizim ilahiyatlarımızda vesairede okunuyor mu, yok. Hele hele ehadîs-i nebeviyeyi ihmâl etmek, ona itibar etmemek de felaketlerin en büyüklerindendir. ehadîs-i şerifeyi reddettikten sonra, Âyet-i kerîme anlaşılmaz hale geliyor. O zaman da âyet-i kerîmeleri kendi sakîm ve akîm olan fikirleri ile anlaşılmaz bir hale getiriyorlar.
- Güzel ahlak noktasında en büyük paylardan biri de aileye düşüyor diyebilir miyiz?
Elbette ilk iş evden ve aileden başlar. Onun için hocazâdelerin hoca yetişmesi çok hayırlı bir iştir. Çünkü o birçok eseri okumadan bilir. Kendi nefsimi düşünüyorum da ailemin, annemin, babamın, hocalarımın üzerimdeki etkisi büyüktür. Onlardan gördüğüm şeyler zihnimde sabit kalmış. İlim ya müdareseden satırdan, ya da hocaefendinin harekâtını görmek sureti iledir ki o harekât da insan için ilimdir. Rasûlullah Efendimiz’in harekâtının Ashab-ı Kirâm’a ilim olduğu gibi. Fakat hoca ki; kendisi ibadetini yapmıyor ondan sonra efendim hangi ünvana sahip olursa olsun… Bir kere namaz kılmıyor; öyle bir insanın hangi işini biz itibara alacağız. O da onları bildiği halde, bana okuttuğu halde tatbik etmiyor. O zaman efendim şeytanın vesvesesi geliyor: Sen de onun gibi ol canım, o da bak senin gibi okumuş da şu hale gelmiş.
- Hocalarımızın, öğrendikleri ilimleri tatbik ederek insanlara örnek olma zaruretleri vardır değil mi hocam?
Eski medreselerimize bakınız: Medrese ile cami bir araya getirilmiştir. Medresede oturup kalkıyor; camide ibadet ediyor, namaz kılıyor ve ders okutuyor. Bu vecih ile hakikaten o medreseden yetişen hocaefendi tam bu mesleğin ehli oluyor. Bugün maalesef, şimdiki hocalarımızın birçokları hiçbir vecih ile camiye gitmemiş, camiden uzak kalmış, cemaatle namaz kılmayı hiç kendisine, nefs-i emmaresine alıştırmamış, ondan sonra da bu insan ümmetin önüne geçince ne yapacak? Kendisi o âdetini takip ettiği zaman milletin üzerinde de hiçbir etkisi olmaz. O sebeple bunu insanların düşünmesi lazım. Efendim bir tabir vardır ya “İlim müminin bir kaybıdır nerde bulursa kimde bulursa alır.” Amma bunu her zaman da insan tefrik edemez.
- Maalesef ümmet-i Muhammed’in kaybı olan ilmi günümüzde herkes bulduğunu iddia ediyor. Ve buldukları bu ilimden kendilerince fetvalar veriyor. Halkımız da onların verdikleri fetvalarla baş başa bırakılıyor. Fetva vermek, fetva verebilmek kimlerin hakkıdır?
O fetva meselesi ayrı çok ince bir şeydir Çok mühim çok zor da bir meseledir. Fetva vermeye cüret ve cesaret göstermek -Hadis-i Şerif’te de beyan edildiği gibi- cehenneme cesaretle atılmaya benzer. Onun için Ashab-ı kiram bir fetvayı vermek için birbirlerine atfederler. O ona o ona havale ederlerdi. Herkes ben bu işin ehliyim ben önce söyleyeyim demiyor çünkü olabilir ki benim zihnimde farklı şeyler olmuştur isabet etmem diye kendisini vebale atmıyor. Zahid efendi hocamızın Makalat’ında Hutûratu’t-Teserrû’ fi’l-Fetva (Fetvada Acele Etmenin Tehlikeleri) isimli makalesi vardır. Bu okunması gereken çok mühim bir makaledir.
- Bu şuura sahip bir ilim talebesinin meydana gelmesi nasıl mümkün olabilir, ilme talip bir kişide hangi vasıflar aranmalıdır?
İnsanoğlu, benî Âdem Allah’ın mümtaz bir mahlûkudur. Hadis-i Şerif’te “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Fıtrat-ı İslâmiyye onda mevcuttur. Onun icaplarını yerine getirir ama anne babası Yahudi olursa onu Yahudi yapar, Mecusi olursa onu Mecusi yapar.” buyruluyor. Fakat onu kendi haline bırakırsan, ona kimse tesir etmezse Allah’ın tevhidini o bulur diye kitaplarda yazıyor. Çocuklarımızı filanın çocuğu falanın çocuğu diye ayırmadan Allah’ın halk ettiği o güzel yavruya güzel şeyler öğrettiğimiz taktirde netice alabiliriz. Onun için biz tahdit etmeyiz. Bazı çocuklar var ki hazır kabiliyeti itibariyle, aileden gelişi itibariyle aileden aldığı bir takım güzel meziyetleri muhafaza etti ise o talebeyi tercih eder insan. Öne alır ki daha kolaydır bunu eğitmesi.
Meşhurdur Hz. Fatih devletin bütçesini tesbit edeceği zaman en çok masrafı talebeye tahsis ettirirmiş. Demişler ki “Sultanım bu talebenin içerisinden ciddi yetişecek kimse ancak bunun onda biri kadardır.” Fatih şöyle demiş: “İşte o onda birini bulmak için bu masrafın yerine koyulması lazımdır. Hiç tenkis edilmeyecektir.”
Biz talebeyi, talebe geldiği zaman talim etmeye takat etmeliyiz, talebe reddedilmez, yeter ki talebe haylazlık yapmıyor olsun. Talebelerimizi hoş karşılayacağız, onlara şefkat edeceğiz. Bir anne baba evlatlarına nasıl muamele ediyorsa biz de öyle yapacağız.
- Belirli bir yaşa ulaştığında anne baba tarafından çocuğa bir takım mesuliyetler verilir. Bu mesuliyetlerle çocuk her geçen gün biraz daha büyür ve cemiyette kendi kendine ayakta durabilecek seviyeye ulaşır. İlim talebesi için de böyle bir yol izlenebilir mi. Öğrenirken öğreten bir talebe düşünebilir miyiz?
O çok çok güzeldir. O tedris meselesi efendim, eskiden bir medresede bir odanın sahibi var onun yanına çömez diye bir kimse verilir, o çömez denilen kimse odanın esas sahibi olan büyüğüne karşı hizmet etmekte. Mesela odayı silip süpürmekte, yemek hazırlamakta falan yardımcı olur o da ona ders okutur. O şekilde onu yetiştirir nihayet bir gün hoca mezun olup gittiği zaman o odaya hâkim olur.
Bir başka husus daha vardı. Onu sonradan zem etmeye başladılar ama onun da mânâsı üç aylar geldiği zaman tatil yapılır, Ramazan Ayı girdi mi ders devam etmez. Biz Mısır’a gittiğimiz zaman Ezher’de usul öyleydi. Ramazan Ayı’nda ders tatil olur. Talebe tatbikata çıkar halk arasına dağılır; hafız ise mukabele okur, imamlık yapar; hafız değilse vaaz eder. O vaazı eden hoca olacak talebeleri halk o çağdan tanır. Hem halk onların hem de onlar halkın meziyetlerinden haberdar olurdu. Bunlar ileride halkın gönlünde yetişmiş hocaefendiler olur. Biz yurtlarda orada burada çocukları kendi hallerine bırakıyoruz. Hazır yiyip içiyorlar. Fakat o meziyetler de bir insan yetiştiremiyoruz.
- Biliyoruz ki eski âlimlerimizin rahle-i tedrislerinden sayısız talebeler geçmiştir. Fakat onların her biri hocasına tam manasıyla varis olamamıştır. Hocasına varis olabilecek, üstadının icazeti almaya lâyık bir talebede ne gibi vasıflar aranmalıdır?
Bir kere eski usûle göre tekmil-i nusah lazım. Tekmil-i nusah Emsile’de başlar Şerh-i Akaid’de biter.
Talebede icazet istihkakı tahakkuk ettiği takdirde hocaefendi bu emaneti ona takdim eder. Ayrıca o icazetnamenin sonunda nasihatler vardır, yine icazet veren hocadan Rasûlullah’a kadar bir silsile belirtilmektedir, bu silsile bizim rehberlerimiz, muhteda bihlerimizdir. Bu icazeti almayı hak eden talebe, silsiledeki hocaların isimlerini gördükçe kendisi de onlara layık bir talebe olma gayretinde olur. Ben o yolu takip edeceğim diye elinden gelen gayreti sarf eder. İcazet nihayetinde Rahmeten lil-âlemin olan Hatemu’l Enbiya (s.a.v) Efendimiz’e ulaşır. Bu aradaki vasıtalar bizim ona ulaşmamız içindir.
- isterseniz hocam. Yetişebildiğiniz, derslerinde bulunma imkânına sahip olduğunuz hocalarınızdan sizi en çok etkileyen bir tanesinden bizlere biraz bahseder misiniz?
Ben İstanbul’a geldiğimde ilk hocam Ali Haydar Efendi idi. Bu camide istifade edebildiğim hocalarım arasında Gümülcineli Mustafa Efendi, Fatih Camii’nin baş imamı faziletli Ömer Efendi, Hüsrev Efendi ve Süleyman Efendi’yi – ki o camiin baş kayyımı idi – sayabilirim. Bu hoca efendilerden tederrüs etmek suretiyle istifade etmişizdir. Bunlar bizzat ders aldığım hocalarımdandır. Bu hocalarımın hallerinin bizim üzerimizde çok büyük tesirleri olmuştur. Âdeta ben babamdan gördüğümü burada daha te’kit etmiş oldum. Bizim evimizde elhamdülillah bir an’anemiz vardır. Babam, dedem, baba tarafım anne tarafım hep hocalardan müteşekkildir.
Ondan sonra Mısır’a gittiğimiz zaman Zâhid Efendi, Mustafa Sabri Efendi gibi hocalarımızla bir arada bulundum. Sonra Ezher ulemasından hocaefendiler mesela Muhammed Abdulvehhab Buhayrî hocamız… Ahmed Fehmi Ebu’s-Sunne hocamız… Çok kâmil ve mükemmel zatlardı. Onların dersleri, meclisleri bizi zevk yâb ederdi.O meclislerin zevkini hiç unutamam.
Efendim hocalarımın her biri benim için anlatılmaz ehemmiyete sahiptir.
Allah cümlesine rahmet etsin.
Teşekkür ediyoruz.
Mülâkat: M. Necmeddin ATTAR
(*) Sayı: 18, 2010.