İçeriğe geç

CÖMERTLİK ALLAH’IN BİR LÜTFUDUR – Mülâkat: MAHMUT TOPTAŞ

Mülâkat: Ahmet Çinar – Ahmet Er

Muhterem Hocam, dergimizin bu sayıda dosya konusu; cömertlik. Bu konuda konuşalım istedik. Cömertlik denildiğinde aklınıza neler geliyor? Bu vasıf nasıl kazanılır? Araya girmemek için soruma bir madde daha ekleyerek sözü size bırakayım. Cömertliğin zıddı olan cimrilikle ilişkimize de temas edebilir misiniz?

Cömertlik denildiğinde ilk olarak şunu bileceğiz ki; biz çok cömert bir yaratıcının kullarıyız. Rabbimiz, bu dünyada satın alınması mümkün olmayacak nimetleri bize sunarken verdiğini hissettirmeyecek, hatırlatmayacak şekilde veriyor. Fakat bu şekildeki lütûflarına karşılık, mesela gözümü lütfetti diye, Allah Teâlâ’ya şükreden çok az insan vardır.

Allah )c.c(, bize elmayı veriyor ama önce çok harika bir elma ağacı yaratıyor. Ona güzel dallar veriyor. Dalların uç dalları oluyor. O uç dalların üzerinden yemyeşil yapraklar, bembeyaz çiçekler veriyor. Gözümüzle güzelliklerini tattırıyor. Sonra da kokusuyla burnumuzun gıdasını veriyor. Sonra da elmayı tatlandırarak ağzımızın tadını veriyor. Sonra da gözümüzün, tırnağımızın, saçımızın gıdasını onun içerisine lütfediyor. Bize de diyor ki, وَأحْسِنْ كَمَا أحْسَنَ اللهُ اِلَيْكَ “Nasıl ki Allah sana ihsanda bulunuyorsa -ihsan kelimesi hem vermek anlamında hem de verişi güzel yapma anlamındadır- sen de öyle ihsanda bulunacaksın.” [1] Yani bir, karşılıksız vereceksiniz. Karşılıksızı şöyle anlatıyor Kur’ân-ı Kerîm: لَا نُرِيدُ مِنْكُمْ جَزَاءً وَلَا شُكُورًا  “(Bak, bu iyilik karşılığında) sizden karşılık beklemiyoruz, teşekkür de beklemiyoruz.”[2] Biz beklemeyelim ama bize bir iyilik yapıldığında biz teşekkür edelim. Mesela bu âyet-i kerîmenin tefsirinde Hz. Âişe Validemiz’den şöyle bir şey nakledilir: “Ben birilerine bir ihsanda bulunduğumda bana, “Yahu, ben sana bunun karşılığını nasıl verebilirim? dediklerinde eskiden, “Dua et, derdim. Ben onu da demiyorum şimdi.” Niye? “Onu demekle yaptığım iyiliğin karşılığını almış olacağım ben.”

Şunu da belirtelim; Allah’ın (c.c) bize emrettiği ibadetler verdiği nimetlerin karşılığı değildir. Bakın, bütün ibadetlerimiz bir nefesin karşılığı olmaz, diyor Şeyh Sâdi Şirâzî, Gülistan’ında. Namazınızı, orucunuzu, salavatınızı, zikirlerinizi toplayın, bunlar, bir nefes alıp vermenin karşılığı olmaz. Onu anlayabilmek için ne yapacağız? Ağzımızı ve burnumuzu kapatıvereceğiz. Ne kadar durabiliriz? O zaman anlarız. İşte, nefes nimetini Allah (c.c) karşılıksız veriyor. Şunu hiç unutmamalı; hiçbir ibadetin, Rabbimize hiçbir faydası yoktur.

Cimriliğe gelince; bir kere dünyayı düşüneceksen, dünyalığı düşüneceksen yine cimri olmayacaksın. Yani cimriler şöyle zannediyorlar; verirsem biter, vermezsem birikir. Hâlbuki zengin olanlara bakın; cimri değildirler. Kazandığını paylaşabilen insanlardır.

Allah (c.c), Kur’ân-ı Kerim’inde, “Verdiğiniz takdirde Allah (c.c) yerine koyar onu.”[3] diyor. Yani veren hiçbir zaman malından eksiltmez, hatta arttırır. Bu işler, hesapla olmaz. Allah’ın hesabı bizim hesabımıza benzemez.

İstanbul dışında bir şehirdeyim ben. Orada tanıdığım bir üniversiteli delikanlı var. Karşılaşıverdik. Biliyorum babası da fakir. Ayrılacağımızda ona beş on kuruş vereyim, dedim içimden. Ben de garaja gideceğim, otobüs bileti alacağım ve İstanbul’a döneceğim. Şeytan diyor ki; verme bilet paranı, eksilecek. Memur adamız başka bir gelirimiz yok bizim. Meleğim diyor ki; ver, niyetinden vazgeçme, ver. Verdim ben de yani fazla bir şey değil ama verdim ben onu. O şehrin yerlisi bir arkadaş da beni uğurlamaya garaja gelecek. Geldi, ömründe yapmadığını yaptı; bileti o aldı. Allah beni ona, onu bana muhtaç etmesin, ama daha önce yapmamıştı öyle bir şey. O çocuğa para verdiğimi de görmedi. İşte o zaman da âyet hemen aklıma geldi. Aman ya Rabbi! Öyleyse ben niye ilgileneyim cimrilikle; sen verirsen ben koyacağım diyor. Allah’ın (c.c) mülkünün bitmeyeceğini biliyoruz. O fâni olmayan, bâki olan Allah c.c; mülkünün de, hazinelerinin de bitmeyeceğine inanıyoruz.

Bir kere şunu da bileceğiz; nasip değişmiyor. Rızık değişmez. Rabbimin takdir ettiği rızık değişmeyecek. “Ya hocam çalışınca…” diyorlar. Çalışmak da zaten takdirin içinde. Oraya para konulmuş, ben oraya koşarsam alırım, koşmazsam almam… bizim mantığımız böyle işliyor. Rabbim de diyor ki: نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُمْ مَعِيشَتَهُمْ “Onların maişetlerini aralarında biz taksim ettik.”[4] Çalışanlar da çalışmayanlar da nasibine doğru gidiyorlar. O da Allah’ın (c.c)  takdiridir. Öyleyse kendimizden de vermiyoruz. Rabbimin mülkünden Rabbimin kullarına veriyoruz. Hani şöyle örnek verirler; düğün evindeki kazandan millete yemek dağıtılır tabaklarına. Oradaki dağıtan adam kendinden vermiyor, kazanın sahibinden veriyor. Kimse de minnet altında kalmıyor böyle olduğundan dolayı.

وَلِلّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْاَرْضِ “Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır.” [5]Bu, Kur’ân’da çokça tekrarlanır. O halde Onun mülkünden aldığımızı yine Onun kullarına veriyoruz. Biz onu kısacak olursak gasp etmiş oluruz. Çünkü âyet-i kerimede, özellikle zekâtı anlatırken, وآتُوا حَقَّهُ يَوْمَ حَصْادِه   “Devşirilip toplandığı gün de onun hakkını verin.” [6] Bakın, onun hakkı diyor. وَفي أَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِلسَّائِلِ وَالْمَحْرُوم  “Onların mallarında fakirin hakkı vardır.” [7] Yani Rabbim onun nasibini senin kazancının içine koymuş. Bu bir imtihan dünyası, onu fakirlikle imtihan ediyor, seni de zenginlikle imtihan ediyor.  Herkes görevini yapsın. Zekâtını vermek de cömertliktir. Zekâtını veremeyen o kadar cimri insanlar var ki. Onu fazlasıyla vermek lazımdır.

Hocam, zekât konusuna sadakayı da eklemek istersek… Mesela sadakaya asgari-azami bir sınır tayin edebilir miyiz?

Şunu söyleyelim ki; sadaka kelimesini Türkiye’mizde yanlış anlarlar. “Ben sadakaya muhtaç bir adam mıyım?” diyor. Sadaka deyince aklına ne geliyor; dilenciye verilen 50 kuruş mu? 1 milyon dolar da verilebilir, 1 milyar Türk lirası da verilebilir sadaka olarak. Yani sadaka anlayışımız hep dilenci üzerinden yaygınlaştığı için kelimede bir aşınma oldu.

Rabbim düzene koymuş kefaret öderken; kefaretini fakirlere verirken kendi yediğinizin ortalamasını esas alacaksın. مِنْ أَوْصْطِ مَا تُطْعِمُونَ أَهْلِيكُمْ أَوْ كِسْوَتُهُمْ أَوْ تَحْرِيرُ رَقَبَة “…ailenize yedirdiğinizin orta hâllisinden on yoksulu (bir gün sabah ve akşam) doyurmak veya onları (baştan ayağa) giydirmek veya bir köle âzâd etmek… [8]Yani ben maaşıma göre hesaplayacağım. İstanbul’un zengini için de kendi günlük yiyeceğidir hesaplanacak olan.  Bunu Diyanet belirler. Sadaka-ı fıtırı belirlerken de en asgarisini belirlerler. Bundan aşağısı olmaz demektir bu. Bundan yukarısı nedir, Kur’ân’ın tavsiyesi nedir? Senin günlük yiyeceğin neyse odur.  Onu vereceksin sen, diyor. Bu itibarla sadakalarımız, zekâtlarımız bizim sosyal dengemizi sağlar.

Bir de hani sevgili Peygamberimiz’in çok meşhur hadîs-i şerîfi var; مَا آمَنَ بِي مَنْ بَاتَ شَبْعَانًا وَجَارُهُ جَائِعٌ إلَى جَنْبِهِ وَهُوَ يَعْلَمُ “Yanı başındaki komşusunun aç olduğunu bildiği halde tok yatan bana iman etmiş olmaz.” [9]Hatta fakire akıl da veriyor bir hadîs-i şerîfte; komşuya da bir tabak gönder, buyuruyor. Yok? Ee, su dök yemeğin içine çoğaltarak gönder.  Biri sormuş, “Ya Rasûlallah (s.a.v) iki tane komşum var, birine gönderebilirim.” “Kapısı sana en yakın olana.” diyor Efendimiz. Cömertlik Rabbimin bize lütfettiği nimetlerden biridir.  Emrettiği nimetlerden biridir. 

Tabi bu hususta orta yolu tutturmak lazım. Cimri olmayınız. İsraf da etmeyiniz.  Dengeyi bulacağız biz. İsraf nedir? Hiçbir kimseye faydası olmadan götürülen, giden mallara israf diyoruz biz.  Yoksa trilyon doların olsa, Allah yolunda onu vermiş olsan, bütün şehrin fakirlerinin, hastaların tedavilerinin, din eğitimlerinin masraflarını ben karşılıyorum desen israf olmaz. Ama yine burada da bir sınır koyulmuş; kendi çoluk çocuğunu muhtaç hale getirmeyeceksin, kendin muhtaç hale gelmeyeceksin.

لَنْ تَنْالُ الْبِرَّ حَتَّى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّون “Siz, sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcayıncaya kadar asla iyiliğe ermiş (birr ü taat etmiş) olmazsınız.” [10]buyruluyor. Yani verirken de sevdiğinizi vereceksiniz. Mesela manifaturacı zekât olarak, satılmayan malları,  marketçiler bozulmuş makarnaları vs. dağıtma tarafına gitmeyecek. Onu ayrıca bir yere göndereceksen gönder. Ama hele hele zekâtında en temizinden, en iyisinden vereceksin, kendi beğenmediğin şeyleri vermeyeceksin, diyor âyet-i kerîmede. Bu âyet nazil olunca sahâbeden biri gelmiş “Ya Rasûlallah, en değerli malım atımdır, ben bunu infak edeceğim.” demiş. Rasûlullah Efendimiz, “Öyleyse onu sen (ordudan mesul olan) Usâme’ye ver.” buyurmuş.  Tabi bu hadîs-i şerîfi okurken yalnız cömertliğe takılıp kalmıyoruz. Sevgili Peygamberimiz, Usâme’ye ver, buyurmuş. İşi ehline vermeyi de bu arada devreye sokuyor;  o işin hakkından o gelir, yani o atın değerini o bilir. 

Bir sahâbî gelmiş, “Ya Rasûlallah, ilerideki hurma bahçemi tasadduk edeceğim. Gözümde çok büyüdü o.”  demiş. “İyi öyleyse, ailenden, akrabalarından olan fakirlere ver.” buyurmuş Efendimiz.  Bu da neyi gösteriyor, zaten âyet-i kerimede de geçiyor;  وَاعْبُدُاللهَ وَلَا تُشْرِكُوا بِهِ شَيْئًا وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَانًا وَذِي الْقُرْبى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَالْجَارِ ذِي الْقُرْبى وَالْجَارِ الْجُنُبِ وْالصَّاحِبِ بِالْجَنْبِ وَابْنِ السَّبِيلِ وَمَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ… “Ve Allah’a ibadet edin, hem Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın; sonra ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolda kalmışa ve ellerinizin altında bulunan (kölelere ve bütün canlı)lara iyilik (edin)!..” [11]Sıralama yapmış Allah Teâlâ. Vermeye en yakınından başlayacaksın. Mesela bizim burada, komşum olan, 80 daire var. 80’nin de gönlünü almak zorundayım ben. Bu itibarla bayramda hepsini istisnasız ziyaret ederiz, o üç gün içerisinde. Buraya gelmeden önce de sokak var ya, o sokakta girmediğimiz ev bırakmayız hanımla beraber. Bir keresinde adamın biri, “23 yıldır bu kapıdan kimse girmedi.” diye ağlayıverdi. 23 yıldır o kapıdan kimse girmemiş adamın evine. Tek başına bir adam. Kimsesi yok, çoluk-çocuğu yok. İşte bunlardan uzak durmayacağız.

Bu da cömertliğin bir çeşididir değil mi Hocam?

Tabi, bu da cömertliktir. Zamanınızdan veriyorsunuz. Cömertlik deyince biz illa para çıkarmayı, yiyecek vermeyi anlatıyoruz. Hani, salavât-ı şerîfe getirmeyenler de cimrilik kelimesiyle ifade ediliyor. Salavât getiren ne ile yapıyor, ağzı ile. İşte bunda cimrilik yapıyor.

Mesela selam vererek geçmek, o da bir cömertliktir. Allah’ın selametini bildiriyorsun karşı tarafa, ona dua ediyorsun, bu da bir cömertliktir.

“Kardeşinin yüzüne gülümsemen sadakadır.” buyuruyor Sevgili Peygamberimiz (s.a.v). Yahu sen gülümsüyorsun sadaka, selam veriyorsun sadaka, salavât getiriyorsun sadaka.

Bu noktada sözü, cömertliğin ve cimriliğin ictimâi hayata etkisine getirsek…

Mesela, Ramazan Bayram’ında diyelim bütün şekerciler kazandı. Bütün millet çocuklara şeker verdi. Bu da cömertlik kapılarını açmadır. Adamın veresi yoktu ama bayram gelmiş, almasa olmaz. Alıyor. Bakıyor ki vermenin insana verdiği bir keyif var. Aslında o keyif, insanı birçok hastalıktan alıkoyar. Yani insan verici durumunda olursa vücutta bir genleşme, bir rahatlama olur. Vücutta rahatlamalar meydana gelince filan yerde bir hastalık nüksedeceği zaman vücut onu oradan atarmış. Bir hareket var, ama olumlu bir hareket var. Bu olumlu hareket de vücuda bir huzur veriyor. O huzur da adamın gamını, kederini, stresini, hüznünü vs. gideriyor. Çocuklara verip cömertlik yaptığı takdirde çocukların gülümsemesinden ona akseden olumlu sinyaller var. Ayrıca bu, toplumda kaynaşmayı sağlıyor.

Kurban bayramı geldiğinde Türkiye’nin her tarafından kamyonlar şehirlere sığır taşıyor. Kamyoncular kazanıyor, bıçak üretenler kazanıyor, bıçak bileyiciler kazanıyor, samancılar kazanıyor, çadırcılar kazanıyor, herkes kazanıyor. Para nakli oluyor. Bütün toplum içerisinde para nakli oluyor. Böylece birilerinin kasasından diğerlerinin keselerine de akım meydana geliyor. Bunun temelinde de cömertlik var.

 وَانْحَر  “Kurban kes!”[12] emrini yerine getiriyor. Adam başka zaman harcamadığı malını bu sefer kesiyor. Yani bin lirayı kesiyor. Bundan hem insanlara veriyor hem de dalağıyla, böbreğiyle bilmem ne ile kediye, köpeğe de veriyor, onlar da seviniyor. İnsanlar da seviniyor ve bir kaynaşma meydana geliveriyor. Şehir güzelleşiyor. Belediye bütün yolları tertemiz yaptığı gibi ev hanımları da evlerini tertemiz yapıyor. Elbiseler pırıl pırıl, temiz ve rengarenk. Bayram şekeri gibi şekillerle insanlar çıkıyor. Böylece bayramda ne oluyor; insanlara kem gözle bakmak, keskin bakışlarla bakmak yerine bayram sevinci içerisinde bakışmalar meydana geliveriyor.

Şu anda cömertlikle veremediği parasını güvenliğe veriyor insanlar. Evinin etrafını kameralarla çevirttiriyor, güvenlikçi tutuyor daha fazla parası olanlar. Bu neden kaynaklanıyor; kendisi vermediğinden başkaları gözlerini dikiyorlar oraya. 

O yüzden malından fakirin hakkını vereceksin. Senin kazancının yüzde iki buçuğu bu adamın. Bununla ilgili sosyalist birisi, milletvekilliği de yaptı, doktora tezinde bir şey yazmış: Dünyadaki zenginlerden 200 tanesinin malvarlığının yüzde 4’ü dünyanın açlık sorununu halledecek kadarmış. Bunu en az 30 yıl önce yazdı. Şimdi öyle zenginler türedi ki o 200 zengini cebinden çıkarır. Dünyanın şu anda diyelim ki 500 zengininin zekâtı, yani mallarının yüzde iki buçuğu, dünyadaki açlık sorununu halledecek durumda.  Bu verilmeyince de çatışmalar oluyor. Terör; terörün temelinde birinci derecede inançsızlık vardır, ikinci derecede adaletsizlik vardır. Çeşitli yorumlar getirilebilir, ama bunun temelinde ikisi vardır. Bunu bize hangi sûre anlatır; Kureyş Sûresi. “…kendilerini besleyip açlıklarını gideren ve onları korkudan emin kılan bu evin (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsin.” Türkiye de dâhil dünya devletleri korkudan emin olmak için ne yapıyorlar, ne diyorlar; “Efendim, güvenlik güçlerimizi arttırmamız lazım.” Hayır, iman emniyetini arttırmamız lazım. Yani güvenlik güçlerine ödeyeceğimiz o kadar para yerine, her yola ve her sokağa takılan güvenlik kameraları yerine her kişinin gönlüne iman motorunu takıvermiş olsalar, adamı, “Haramı alamam ben, tecavüz edemem ben, yanlış yapamam ben…” durumuna getirivereceksin. O zaman az sayıyla bu güvenlik işi hallediliverir. Toplumda ülfetin yayılabilmesi, açlığın halledilebilmesi, güvenliğin sağlanabilmesi için bize فَلْيَعْبُدُوا رَبَّ هَذَا الْبَيْتِ “Bu Kâbe’nin Rabbine kulluk yapsınlar.” buyuruyor Kureyş Sûresi’nde Allah (c.c).  

Muhterem Hocam az önce bir âyet-i kerîme okumuştunuz; “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda infak etmedikçe iyiliğe ulaşamazsınız.” Bir hadîs-i şerîfte de iman ile cimriliğin bir kimsede cem olmayacağı belirtiliyor. İman ile cimrilik veya infak arasında nasıl bir irtibat olabilir?

Cimrinin imansız olduğu anlamını çıkardığın zaman olmaz. Ama tabi, irtibatı var, nasıl; biz iman ediyoruz ki rızkı Allah (c.c) taksim etmiş; نَحْنُ قَسَمْنَا مَعِيشَتَهُمْ “…Onların maişetlerini bile aralarında (onlar değil) biz taksim ettik.” Bu yüzden vermekle bir şey kaybetmeyeceğime inanıyorum ben.

Mesela, eceliniz değişmeyecek diyor Allah Teâlâ. Öyleyse cepheye gitmekten niye korksun buna iman eden adam? Benim öleceğim günüm, saatim ve saniyem belli mi; belli. Öyleyse ben niye cepheye gitmeyeyim Allah için? Medine’nin münafıkları Uhud Harbi’nde demişler ki; “Eğer evimizde olsaydık, ölmeyecektik.” Peki, evlerinde olanlar niye öldü? O esnada Medine’de de yine cenaze olmuş, harbe gelmeyenlerden ölenler ne oldu? Eceliniz gelince evinizde de sizi bulacak. Hatta şimdi gökyüzüne, mikrobun çıkmayacağı yere istasyon kuruyorlar ya, adamın biri oradan bir yer alsa ona da ayet inmiş: وَلَوْ كُنْتُمْ فِي بُرُوجٍ مُشَيَّدَة… “Gökyüzünde yükseltilmiş burçlarda da olsanız (ölüm size erişecek.)”[13] Ne zaman? Takdir edildiği an. Buna en canlı örnek, Halid b. Velid değil mi? Vücudunda mızrak veya kılıç izi olmayan bir karış yer yokmuş, yahu. Her tarafı çizik ama yatağında ölüyor. Yine sahâbinin biri de gelmiş “Ben Müslüman oldum. Ne yapacağım?” demiş. “Kelime-i şehadet getir.” demişler. Getirmiş, sonra dalmış Uhud’a, biraz sonra da şehit olmuş. Namaz kılmadan cennete gitmiş. Çünkü Müslüman olduktan sonra üzerinden bir namaz vakti geçmemiş. Allah ona o imanı ezelde takdir etmiş. Kelime-i şehadeti getirmiş, gitmiş Uhud’a, şehit olmuş. Hal böyle olunca her şeyin başı iman, ama her şeyin başı.

Muhterem hocam, bir âyet-i kerîmede de insanın cimri olduğu belirtiliyor. Buna rağmen cömert olmak nasıl mümkün olur? Fıtratımızda cimrilik olmasının hikmeti nedir?

Mayamızda cimriliğin olması da, mademki Rabbim öyle yaratmış, bize faydalıdır. Mesela Rabbim, bu insanoğlu için korkmanın olduğunu, peygamberlerin de korktuğunu Kur’ân-ı Kerîm’de belirtiyor. Özellikle Hz. Musa (a.s)’ya,  لَا تَخَفْ“Korkma” buyurmuş. Firavunun yanına gittiğinde korkma, diyor. Peygamber Efendimiz’e sormuşlar; “Ya Rasûlallah, mü’min korkar mı?” “Evet, korkar.” buyurmuş Efendimiz. Yani yılandan korkar, köpekten korkar, canavardan korkar. Korkmak da Rabbimin bize bir nimetidir. O olmasa tren yolunda trene karşı yürürsün, gelip sana vuruncaya kadar çekilmezsin. Elektriğin telini doğrudan tutarsın. Evler yapılmazdı, soğuktan korkmazdık, sıcaktan korkmazdık.

İşte bunun gibi mal toplama damarımızı da yaratmış Rabbim, bu iyidir. وَكَانَ الْاِنْسَانُ قَتُورًا “Çok cimridir insan!” [14] buyrulmuş. Ama Rabbim diyor ki; bak, mülkün sahibi ben miyim; benim. Bu yer benim mi, yani ben mi yarattım; evet. Bu aklı ben mi yarattım; evet. Bu imanı ben mi verdim; evet. Öyleyse bundan şu kadarını vereceksin, diyor. Ben de Allah’ın kuluyum. Ben görevimi yapacağım. Eee birine niye çok veriyor da birine az veriyor? Ahirette sor kardeşim. Bu dünyada sormanın faydası yok, tartışmanın da faydası yok. Çünkü bir şeyi değiştirmiyor. Ben uğraşmıyorum bu tür soru soranlarla. Burada konuşsak birbirimizi ikna edemeyiz değil mi?  Evet. Rabbimin dediği mi oluyor? Evet. Öyleyse ben onun dediğine uyuyorum, bitti. Başka yolu yok. Benim boyumu niye iki metre yapmadı? Yahu, yapmamış; tartışma, senin boyunu uzatacak mı? Tartışsan uzamayacak, öyleyse mevcuda göre Ona kulluk yapmaktır bizim görevimiz.

Yani hocam, aslında mal toplama özelliğimiz de cömertlik için mi?

Cömertlik için topluyoruz zaten. Bunu Mü’minûn Sûresi’nde görüyoruz Mü’min tarif edilirken “Onlar namazlarını kılarlar, namuslarını korurlar.”[15] diye özellikleri sayıldıktan sonra, “Zekât vermek için de faaliyet gösterirler.” diyor Allah (c.c). Alan el, veren el olamayabilir, çalışacağız.

Muhterem hocam, veren el olmak için durumu müsait olmayan kimse ne yapacak? Fakirlik cömertliğe, infaka mani bir durum mudur?

Yok yok, cömert her zaman cömerttir. Sevgili Peygamberimiz bir hadîs-i şerîfte, “Bir dirhem veren bin dirhem vereni geçti.” buyuruyor. Peygamber Efendimiz’den açıklama yapılmamış da hadis şârihleri iki türlü yorum getirmiş bu hadîs-i şerîfe. Birincisi; adamın birinin iki dirhemi varmış, birini ihtiyaç sahibine vermiş, yani mal varlığının yarısını vermiş. Birinin de yüz bin dirhemi varmış, “Öyle verilmez böyle verilir.” demiş, bin dirhemi vermiş. Onun niyeti de iyi, sevabı alacak da; şimdi bu mal varlığının yarısını veren yüzde birini verenden çok daha fazla sevap alır. Bir böyle yorum var. İkincisi; başka hadîs-i şerîf var ya; “Kim Müslümanlıkta güzel bir yol tutturur, güzel bir adet ortaya çıkartır ve bu güzel yol kendisinden sonra sürdürülürse, o yolda gidenlerin sevabından bir şey eksilmeksizin bir misli de o âdeti ortaya çıkarana yazılır.” Yani bin dirhemin verilmesine bu bir dirhem veren adam sebep olmuş. O, biri vermeseydi o da bini vermeyecekti. İşte bu yüzden o bir veren, bin verenin sevabının aynısından alıyor, sonuçta sevabı daha fazla oluyor.

Peygamber Efendimiz verilecek en az şey olarak  şöyle demiş; hurmanın yarısı da olsa sadaka olarak vererek ateşten korunun! Yani adamın elinde tek hurması var, yeryüzünde başka bir şeyi yok, yemek üzere, “Ya Rasûlallah, bir tane hurmam var, nasıl yapayım?” demiş. Efendimiz buyurmuşlar ki, “Onun yarısını ver.” Adam şunu dese, “Ben açım, kendim yiyeceğim.” Peki, seni doyurmayacak ki o bir hurma değil mi? Bir hurma, adamı doyurmaz; yarısını verecek olursan Rabbim hesapsız şey verecek, sana sevap verecek. Yine karnın doymayacak ayrı; zaten birini yesen de doymayacaktı. Bu, anlayışla ilgili bir şey. 

Bizim bahçe komşumuz vardı benim çocukluğumda. Köyün en fakiriydi yalnız, o adam bahçeleri beklerdi, ücret alırdı milletten. Babam, “Oğlum, o adam yarım ekmeğini bölüşürdü.” derdi. Yani yarım ekmeği var, yiyecekken biri gelirse, “Gel gel!” diye çağırır, yarım ekmeğini bölüştürürdü. Yani zenginlikle cömertliğin uzaktan yakından alakası yok; insanla alakası var.

Muhterem hocam, âyet-i kerîmede buyruluyor ki; “Kim cimrilik ederse ancak kendisine cimrilik etmiş olur.” Cimri bir kimse malı elinde tuttuğu halde nasıl kendisine cimrilik etmiş olur?

Şöyle; cimri kimse kendine cömertlik yapıyor ama sevaptan cimrilik yapıyor. Asıl olan o. Ahirette sonsuz yıllarda alacağı cennet mükâfatlarından cimrilik yapıyor. Cimrinin acınası durumu dünyada da aynı. Eski zamanlarda, adamın birisinin babası ölmüş, evlerin aydınlatılması mumla yapılıyormuş. Adamın da bir mumu varmış, babasından kalmış. Mum bitmesin diye hiç yakmazmış. Akşam gün batımından sonra da eve hiç misafir almaz, yatar, sabah kalkarmış. Beş-altı yıl sonra başka bir köyden babasının bir arkadaşı gelmiş. Mecburen mumu yakmış akşam. Mum erir ya, damla damla düşer aşağıya. Adam ona şöyle bakarmış, mumdan bir damla düşer, adamın gözünden iki damla düşermiş.

Bir şey daha anlatılır: Adam çocuklarına bir tane peynir almış, bir kabın içine koymuş peyniri. Sonra kendisi onlara örnek olarak göstermek için, ekmeği ısırır kabı yalarmış. Çocuklarda da aynı şekilde dolanırmış peynir. Sonra bir daha baba böyle dolandırırmış. Buyur işte, böyle kimselere dünya cehennemdir. Malı yemez, çocuklarına yediremez. Varyemez diye bir şey vardır, bunlar, en fazla zararı da kendilerine yaparlar.

Peki, hocam kişi neden cimrilik eder, bu hastalığının farkına varan kimse kendisini nasıl tedavi eder?

Tedavisi Kur’ân yine. Kur’ân şifadır, diyoruz ya. Kur’ân’ı okuduğu takdirde Karun’un malının kendisine fayda vermediğini görecek. Musa (a.s) gibi fakir bir ailenin çocuğunun Mısır’a sultan olduğunu görecek. Rızkın değişmeyeceğini taksimin tamamlandığını görecek ve vermekle eksilmeyeceğine dair âyet-i kerîmeyi görecek.

Başta iman edecek tabi. İman etmezse bunların faydası yok. Başta mü’min olacak ve mü’minlerin ana kitabı Kur’ân-ı Kerîm’i görecek. Mesela, Bizim dinine bağlı arkadaşlarımızın, mücahit kardeşlerimizin bile ecel konusunda inancı bildiği gibi değil. Bildiği ayrı, uygulama ayrı. “Oraya gitmeseydi ölmeyecekti.” deyiveriyor. Hâlbuki âyeti de bilir; “…eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler.”[16] Çık vaaz et, desen vaazını da yapar. İşte maişetin taksim edildiği hususunda da âyet var. Söylenilen şey gayet açık. Sadece dört mezhep değil bütün sahâbe ve tâbiîn böyle anlamış bunu. Kelimeler de başka türlü anlamaya müsait olmadığı halde çağdaş inkârcı mantığa göre yetiştiğimizden dolayı, “Âyet böyle diyor hocam ama çalışmak lazım değil mi?” Çalışmak lazımına ben de katılıyorum ama onun kastı ayrı; çalışma durumuna göre rızkının değişeceğini söylemek istiyor. Bunun böyle olmadığını başka yönden anlatayım: Bir arkadaş kapalı çarşıda sarrafmış, tanıştık. Dedi ki “Hocam biz Rusya’dan göç ettik, geldik buraya.” Yani oranın Türk Müslümanlarından, bundan altmış-yetmiş yıl önce gelmişler. “Orada bizim babalarımız, nenelerimiz, dedelerimiz yüzden aşağı ölmezler.  Yüz on yaşında yüz yirmi yaşında ölürlermiş Dağıstan’da. Buraya gelince de yer seçmişler, yani bizim oraya benzer yer aramışlar, bulmuşlar. Bursa’ya giderken Yalova’dan yukarı çıkınca dağın tepesinde sağda bir köy, o köyü onlar kurmuşlar. Ama seksenine-doksanına gelince ölüverdi bizimkiler. Şimdi yetmişinde ölenimiz var. Siz diyorsunuz ki, âyet-i kerîme var, ecel değişmez. Ecel değişmez ama yetmişinde gidiyor adam.” diyor. Öyle yazıldı da ondan. Evet, doğru; ecel değişmez. Buraya geleceğiniz biliniyordu ve ona göre yazıldı, alacağınız gıda, yapacağınız yolculuk, aldığınız su, alacağınız hava Rabbim tarafından biliniyordu, ezelî bilgisinde o yazılıydı, sizin tarafınızdan bilinmiyordu. Bunların da insan vücudunda etkisi var mı; var. Rabbim de ona göre ayarladı.  Tabiat kanunlarını koymuş Rabbim; burada ömrün ortalaması kırk, şurada seksen, şurada yüz diyor. Bunları deyince ikna oldu adam. Aynı şekilde rızık da öyle. “Ben çalıştım, kazandım hocam.” diyor. Zaten o kazanacağın taksim öyle yapılmıştı, sen de ona uygun çalıştın diyoruz.

Bir de kendi muhitinde sevilen sayılan zenginlerin cömert insanlar olduğunu görecek. Mesela Hâtemi Tâi, Arap edebiyatında zirve adam. Cömertliğiyle de çok meşhur bir kimse. Oğluyla kızı Müslüman oldu. Adam Müslüman olmadı, Peygamberimiz’i (s.a.v) görmediği için. Yani Hâtem-i Tâi, Peygamberimiz’in peygamberliğinden önce ölmüştür. Onun bir de ikiz kardeşi var, Kâbız diye. O da cimrilikte zirve. Hâtem annesini emer emer, kardeşime de kalsın diye çekilirmiş. Öbürü birini emerken ötekini tutarmış Hâtem içmesin diye. Öyle anlatılır. İşte Hâtem’in adı kaldı.

Muhterem hocam, Allah razı olsun, vaktinizi ayırdınız. Çok teşekkür ederiz.


[1] Kasas, 28/77.

[2] İnsân, 76/9.

[3] Sebe, 34/39

[4] Zuhruf, 43/32

[5] Âl-i İmrân, 3/189.

[6] En‘âm, 6/141.

[7] Zâriyât, 51/19.

[8] Mâide, 5/89.

[9] Tirmizi,  Zühd, 2; Hâkim, Müstedrek,  Edeb, Hadis no: 7707; Beyhaki, Şuabü’l-İman, Hadis no: 197.

[10] Âl-i İmrân, 3/92.

[11] Nisâ, 4/36

[12] Kevser, 108/2.

[13] Nisâ, 4/78.

[14] İsrâ, 17/100.

[15] Mü’minûn, 23/4.

[16] A‘râf, 7/34.