İçeriğe geç
Anasayfa » DER(T)LEME: (Kökü mâzide bir âti için…)

DER(T)LEME: (Kökü mâzide bir âti için…)

            Yunus’u Yunus yapan nasıl ki bizim kapımızdan eğri odun giremez anlayışı ise Osmanlı’yı Osmanlı yapan da hayatın görünen görünmeyen her anına sinmiş olan bir incelik ve rikkat idi. Bu hassasiyet sayesindedir ki yüzyıllar boyu dünyaya hükümran olmuş, asırlara meydan okuyan eserler ortaya koymuşlardır.

            Her medeniyet bir erdemin, faziletin üzerinde yükselir; sonra yine aynı faziletin içinin boşaltılmasıyla söner ve yok olur. Osmanlı’yı yükselten eğer bu rikkat ve hassasiyet idiyse bugün yeniden ona sarılmalıyız. Ve bilmediğimiz şeyi yaşamak-yaşatmak da mümkün olmadığından ceddimizi ve medeniyetimizi anlamak için araştırmalıyız.

            Bu çalışma sizlere güzelliğinden birkaçını takdim edebildiğimiz eskimeyen medeniyetimizi kavrayabilmek için bir kapı, bir giriştir.

 

Osmanlı’da evler ahşaptan, mabedler taştan yapılırdı. (Ahşap: Faniliği, çürümeyi simgelediğinden, evler yaşayan ahalisiyle birlikte yok olmuş, Taş: Sonsuzluk ve Bekâ ismini vurguladığından  mabedler günümüze kadar gelmiştir.)

Osmanlı evlerinin mutlaka bahçesi olurdu. Bahçede ağaçlar, asmalar, kuyular bulunurdu. Evler sokağa değil avluya bakardı. Ev bahçeye yani içe açılırdı. Sokağa dönük yüzünde insan boyunu aşan duvarlar mevcuttu. Evin dış görünüşü sâde ve vakurdu. Tezyinat evin içindeydi. Oymalar, ahşap bezemeler, göbekli geçmeli tavan süsleri yüklük ve çiçeklikler hep bu güzelliği hedef alırdı. Evlerin içi pırıl pırıl, gıcır gıcır, temiz ve paktı. Sadece kapı tokmakları biraz paslı ve küflü olurdu. Müslüman hanımlar sokağa çıkıp onu parlatamazlardı.

Kapılarda 2 tane iç içe tokmak bulunurdu. Büyük ve kalın olanı çaldığında ev sahibi gelenin erkek olduğunu anlar kapıyı kendisi açardı. Küçük ve ince olanı çaldığında, ev sahibesi gelenin bayan olduğunu anlar kapıyı kendisi açardı.

Osmanlı evlerinde mutfak duvarlarında pencere olmaz, Sadece tepe pencereleri olurdu. Pişen yemeklerin kokusu komşulara gitmesin diye…

Evlerin pencerelerinden çocuklar ve kızıl biberler sarkardı.

Şimdi yeni yetmelerin finoları ile dedikoducu kadınlar sarkıyor.

İstanbul evlerinde perdeler yukarıdan aşağıya doğru inerdi bir zamanlar,

tıpkı göz kapaklarının yukarıdan aşağıya indiği gibi… Bu, evdekilerin dışarıyı görmemesi için değildi, dışarıdakilerin içeriyi görmemesi içindi…

Osmanlı’da evlerin duvarlarında hat levhaları olurdu. Ekseriya hanımlar şu beyti işlerler ve etrafını yapma çiçeklerle süsleyip camekanla kapatırlardı.

“Geçme namerd köprüsünden ko aparsın su seni

Müstakıym ol Hazreti Allah utandırmaz seni”

Osmanlı bina kurduğu yere ağaç dikerdi. Şimdi ise bina kurmak için ağaçlar sökülüyor.

Misafir ayakkabıları içeri çevrili konulur (dizilirdi). Bunun sebebi bu eve her zaman bekleriz mesajının verilmesi ve çıkarken misafirin yüzünün ev sahibine dönük olması neticesinde tekrar kucaklaşabilmekti.

Kiliselerin üçgen oluşu Ruhu’l Kudüs’ü (Teslis inancı)  ve Hz. İsa’nın göğe yükselişini simgelerken Osmanlı’daki kubbe sonsuzdan birliğe uzanışı simgelerdi.

Osmanlı’da kediler evlerin zaruri eşyasından hatta eşhasından (kişilerinden) biri olurdu. İstanbul sokaklarında köpekler saltanat sürerdi ama evlerin sultanları kedilerdi.

Bayramda tebrike gelen çocuklara mendil verilirdi. Misafirlere kağıt kutu içinde şeker ikram edilmez, lokum ve tatlı ikram edilirdi. Tatlılar gümüş kaplar içindeydi, hatta kaşıklar dahi gümüştü…Misafire tatlının ardından kahve ikram edilirdi. Durumu vasat olan aileler tebriğe geldiğinde ev sahipleri onlara hediyeler verirdi. Hanımlara kaşkollar, peçeler,eldivenler, beyler için mintan, küçük çocuklara da para ve mendil verilirdi…”

Bayram namazını evin erkeği veya erkekleri kılarken evin hanımı da sokak kapısının önünü sular, süpürür yani “bu evde herkes kalkmıştır bayramlaşmaya gelebilirsiniz” mesajı verilirdi. Evin kadını,kızı  kapının önünü sulamadıysa bu da; “evin erkeği daha kalkmadı, namazdan gelmedi veya evde hasta var demekti”

Osmanlı’da, kasaplar 6 ay çalıştıktan sonra bir ay bahçıvanlık yaparlardı.

Bu kadar kan gören insanların, içlerindeki insani güzellik kaybolmasın diye…

Bir İngiliz, bir Fransız iyi bir atla ilgilenip ona sahip olmayı düşlerlerken,

Osmanlı, köyün birinde gördüğü çocuklarla gözlerindeki “ışık” nedeniyle ilgilenir ve devlete kazandırırdı.

Osmanlı, hayretlerini zikre dönüştürmüştü.

—Allah, Allah!

—Fesubhanallah!

Şimdi ise Amerikanvari “vaavv” deniliyor.

Mescid-i Nebevî’nin tamirinde abdestsiz hareket etmeyen Osmanlı’nın güzide insanları, çekiçlerine keçe bağlayarak Rasûlullah’ın ruhaniyetini tedirgin kılmaktan teeddüp etmişlerdi.

 

1.Devlet sektörü

2.Özel sektör

3.Dernek-vakıflar

Bir toplumda bu 3 sektör ne kadar fazlaysa o medeniyet o kadar ileridir. Bugün Amerika da 3.sektör {e0a8e66316dc8f5d591ba55bcacf7338a4d87a0882161bf818f1807d6da55e8f}10 iken Osmanlı’da bu oran {e0a8e66316dc8f5d591ba55bcacf7338a4d87a0882161bf818f1807d6da55e8f} 27 idi. Yani bir toplumun yaklaşık üçte biri vakıf için çalışıyordu. Alarak değil, vererek zenginleşmeyi, vererek VAR olmayı beceren bir toplum idi Osmanlı.

Ramazan günlerinde tebdil-i kıyafet ile pek çok zengin, hiç tanımadıkları mıntıkalardaki bakkal, manav dükkanlarına gider, onlardan zimem (veresiye) defterini çıkarmalarını  isterler,baştan, sondan ve ortadan rastgele sahifelerin toplamını yaptırıp  miktarını  ödedikten sonra “bu borçları silin, Allah kabul etsin” derler, kendilerini tanıtmadan çeker giderlerdi. Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu, borcu sildiren de borçtan kimi kurtardığını bilmezdi. Gizli verilen nafile sadakanın, açıktan verilen nafile sadakadan yetmis kat daha sevap olduğunu bilen zevat, yardımlarını mümkün olduğunca gizliden yapmaya gayret ederdi. Ecdadımız, sağ eli ile verdiğini sol elinden bile gizler, yaptığı iyilikleri unutur giderdi.

Eskiden İstanbul hanımefendileri sevaptır deyu türbelere gidip ölüleri, miskinler tekkesine gidip fakirleri ziyaret ettikleri gibi hastanelerde hastaları

bilhassa akıl hastanelerinde delileri ziyaret eder onlara yiyecekler, hediyeler götürürlerdi…

Osmanlı’da hastane yakınlarındaki camilerde sabah ezanı imsak vaktinde okunurdu. Hastalar için sıkıntılarından dolayı sabah bir türlü olmak bilmediğinden, “Sabah oldu şükür!” deyip rahatlasınlar diye…

Batı medeniyeti, ölümü bir trajedi olarak algılayıp mezarlıkları şehirlerin göz görmeyecek en tenha yerlerine kurarken, Osmanlı, ölümü hayatla bağdaştırıp mezarlıkları şehrin orta yerlerine kurmuştu. Mezarlar ve mezarlıklar hayat hızımızı frenleyip dengeleyen yerlerdir.

Çünkü ÖLÜM EN GÜZEL HATİPTİR.