İçeriğe geç
Anasayfa » DİN HAKKINDA KONUŞMAK ve DİNLEMEK

DİN HAKKINDA KONUŞMAK ve DİNLEMEK

Tıp, uzmanından dinleniyor; inşaat, mühendisinden veya mimarından. Ekonomiyi anlatan, bir ekonomist değilse eğer, yadırganıyor. Ya din!?

İlahi buyrukların muhatabı herkes olduğu için, dinî konular hepimizi ilgilendiriyor şüphesiz. Ama dinin temsili söz konusu olduğunda, herkesin kendi düşüncesini “dinî gerçekler” veya “dinin gerçeği” olarak anlatması ne kadar doğru olabilir?

Dinin sahibi Allah Teâlâ, kapsadığı alan ise dünya ve ahirettir. Allah, sahibi olduğu dini insanlara ulaştırmak için yarattıkları içerisinde en çok sevdiği ve seçtiği peygamberlerini aracı kılmıştır. Bütün peygamberler bu uğurda her şeylerini, hatta canlarını feda etmişler, Allah’ın muradını insanlara ulaştırmayı hayatlarının tek gayesi kılmışlardır. Buna rağmen peygamberlerin vazifesi, yalnızca Allah’ın buyruklarını tebliğ etmek olmuş, tebliğcisi oldukları din adına kendiliklerinden, kendi heva ve heveslerinden hiçbir şey söylememişlerdir. Bu tebliği sadece bilgi aktarımı olarak değil, Allah’ın vahyettiklerini bizzat yaşayarak insanlara ulaştırmışlardır.

Peygamberlerin yolunda giden ve hem zahirî hem manevî yönleriyle onların varisi olan gerçek âlimler de tebliğ vazifesini yerine getirmenin gayreti içinde olmuşlardır. Yalnızca Kur’an ve sünneti seslendirmişler, bu iki kaynakta açıkça bulamadıkları bazı detay konuları ise büyük bir hassasiyet ve titizlik içinde yine Kur’an ve sünnetin genel anlayışına uygun olarak çözümleyerek insanlara sunmuşlardır.

Peygamberler ve onların varisi gerçek âlimlerin tavrından çıkan sonuç şudur: İlahî buyruklar bütünü olan dini, herhangi bir ideoloji gibi genel kültürle yorumlamak, tarifi imkânsız büyüklükte bir hatadır. Hele dini, bir başka söylemin önüne vitrin malzemesi olarak koymak… ne büyük bir vebal. Zerre kadar imanî hassasiyeti bulunan bir kişinin şu ayetle irkilmemesi mümkün değil: “Eğer bu Kur’an’ı bir dağa indirmiş olsaydık, elbet onu Allah korkusundan baş eğmiş bir halde (ezilip bükülerek), paramparça olduğunu görürdün.[1]

Ne yazık ki günümüzde din adına konuşan ve yazan pek çok kişi, bir hobiden ya da herhangi bir sosyal vakıadan söz eder gibi rahat davranabiliyor. Kaldı ki, bu konularda bile herhangi bir yanlış anlatım, konu uzmanlarının itiraz duvarına çarpıyor.

“Dinimizde şu iş caizdir.”, “Sen o işi yap, vebali benim üzerime olsun.” gibi sözlerle birçok insan, din adına konuşmakta veya Allah adına hüküm vermektedir. “Allah adına” diyoruz; çünkü din Allah’ındır ve hüküm koyan Allah’tır. Peygamberler bile Allah’ın koyduğu hükümleri insanlara bildiren, tebliğ eden elçilerdir. Din adına konuşmak veya din adına hüküm vermek, o konu ile ilgili Allah’ın hükmünü bildirmek demektir. Bu sebeple din adına hüküm vermek, çok hassas ve önemli bir konu olması yanında ağır bir sorumluluğu gerektirir. Bu konu kaynak eserlerimizde genellikle ictihad ve fetvâ başlıkları altında incelenir.

Ancak yetkili olanların söz hakkının bulunduğu bu konuda gün geçtikçe yetkisizlerin ve cahillerin konuşmaları çoğalmakta, hatta yetkili olan kıymetli âlimlerin açıklamalarına bakılmamaktadır.

Hâlbuki din adına konuşmanın da başından itibaren bir ölçüsü var. Bu ölçü, bir şekilde İslâm’ı dile getiren herkesin mutlaka uyması gereken bir ölçü. Dini anlatanı da, onu dinleyeni de kurtuluşa erdirecek ölçü…

Ne Yapmalı?

Âlim olmayan fakat diniyle ilgili hassasiyeti olan Müslümanların kendilerini ilgilendiren konuların hükümlerini öğrenmeleri gerekir. Buna, “içinde bulunmuş oldukları hallerin bilgisi” anlamında ilm-i hâl denilir. Her Müslümanın, yapması farz olan bir işin ilmini de öğrenmesi farzdır. Aynı şekilde yapmaması gereken haram bir fiilin ilmini öğrenmesi farzdır. Çünkü haram olduğunu bilmezse sakınamaz. Yine vacibleri ve mekruhları öğrenmesi vacib, sünnetleri öğrenmesi de sünnettir.

Bu seviyedeki Müslümanlar, bir konunun hükmünü ya yetkili bir âlime sormalı veya yetkili bir âlimin yazdığı güvenilir bir eserden okuyup öğrenmelidirler. O konunun hükmünü bilip, gereğini yerine getirmeleri yeterlidir. O hükmün delillerini ve delâlet yollarını öğrenmeleri, bu seviyedeki Müslümanlara farz değildir. Müslümanların büyük bir kısmı bu grupta yer alır.

Bütün İslâm âlimleri, Müslümanlardan -yukarıda ifade edilen manada- avam sınıfında bulunanlarının yetkili âlimlere sorarak dinlerini yaşamaları gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Kaynak eserlerimizde bu konu şöyle ifade edilir: “Avamın fetvâ sorarak amel etmesi vacib olduğu gibi, ilim ve adalet sahibi olduğunu bildiği âlimlere ittibâ etmesi de vacibdir.”[2]

Bu grupta bulunan Müslümanlar, kesinlikle bildikleri bir hükmü, meselâ namazın farz olduğunu, içkinin haram olduğunu vb. başkalarına anlatabilirler. İyi bilmedikleri veya az da olsa tereddüt ettikleri konularda konuşmamaları gerekir. Böyle bir durumda yetkili bir âlime müracaat etmeleri lâzımdır.

Dinî ilimlerde bir miktar tahsil görmüş, fakat hükmün delillerini bilebilecek seviyeye gelememiş olan kimseler de avam Müslümanlarından sayılır. Bunlar, taklid ehlinden oldukları için öğrenmiş oldukları hükümle amel ederler. Çünkü taklid, delilini bilmeksizin bir görüşü kabul etmektir.[3]

Ve Ölçüler…

Müslüman, eğer din adına konuşacaksa önce kendi seviyesini bilmeli, ölçüsünü aşmamalıdır. Mütevazı ve alçakgönüllü olmalı, kendisini hak etmediği konumlarda görmemelidir.

Bir Müslüman ne kadar bilgi sahibi olursa olsun, hangi konumda olursa olsun her zaman kendisinin üzerinde daha iyi bir bilenin olduğunu unutmamalı ve kendisini son merci görmemelidir. Takvâ hassasiyeti içerisinde her türlü ikaza açık olmalıdır.

İyi bilmediği bir şeyi nakletmemeli ve bilirmiş gibi konuşmamalıdır. Kesin olarak bildiklerini ise nereden okuduğunu veya kimden duyduğunu belirterek nakletmelidir. İlmini ve amelini devamlı geliştirmelidir. Ne ilminde ne de amelinde bugünü dününden geride olmamalıdır.

İrşada ehliyetli olan bir rehbere tâbî olmalıdır. Allah yolunu iyi bilen, tam yaşayan, insanın zarar görebileceği manevî hastalıkları teşhis ve tedavi edebilen, insanları irşada ehliyetli olan ve bu ehliyet kâmil mü’minler tarafından onaylanmış bulunan bir rehbere, bir mürşide uymalıdır.

Yetkisi olmayan kimselerle ve onların söyledikleriyle meşgul olmamalıdır. Bu tür insanların sözlerini dinleyerek veya okuyarak zamanını boşa harcamamalıdır. Bilgi seviyesi ne olursa olsun, isminin önünde hangi unvan bulunursa bulunsun, kalbinde takva hassasiyeti ve fiillerinde bu hassasiyetin izleri bulunmayan insanlara itibar etmemelidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, “Kalbini, zikrimizden gafil bıraktığımız ve arzularına tabi olan kimseye itaat etme!”[4] buyurmuştur. Fakat onların hatalarını ortaya koyarak onları ve diğer Müslümanları ikaz edebilecek ilmî seviyeye sahip olanlar, doğruları ortaya koymak için yanlış olan fikirleri tetkik edebilirler.

Beynini kullanırken kalbini unutmayan ilim ehlini, her türlü imkânlarıyla destekleyip onlara devamlı duada bulunmalıdır.

İlim ehli olan Müslümanlar, bir hususta fetva verirken, önce daha yetkili insanlara müracaat edip onlarla istişare etmelidirler. Allah adına hüküm vermenin ne derece ağır bir sorumluluk gerektirdiğini, Efendimiz (s.a.v) ve sahâbe-i kirâmın tatbikatını göz önünde bulundurarak hatırlarından hiç çıkarmamalıdırlar.

Özellikle günümüzde fetva vermek için çok yönlü bilgilere sahip insanlardan heyetler oluşturma ve Müslümanların müşküllerine çare bulma yolunda çalışmalarda bulunmalı veya çalışanlara imkânlar nispetinde yardımcı olmalıdır.

Önemli Bir Soru

Din adına konuşma hususunda öngörülen ölçüleri kabul edip gereğince hareket eden bir Müslüman, bu ölçülere dikkat etmeyen konuşmacılara karşı nasıl davranmalıdır?

Bu sualin cevabı dinleyicinin durumuna göre farklılık arz eder.

Eğer dinleyici konuşmacının bahsettiği konularda sağlam bilgiye sahip ilim ehli bir kimse ise, konuşmacının ölçüsüz ifadelerinden zarar görmez. Bilâkis konuşmadaki ölçüsüzlükleri tespit eder. Bu konuda bilgisi olmayan ve olumsuz bir şekilde etkilenmiş olan kimseleri ikaz edip söylenenlerin yanlış taraflarını delilleriyle ortaya koyar.

Eğer dinleyici konuşmacının bahsettiği konularda sağlam bilgiye sahip değilse ne yapmalıdır? İşte toplumun çoğunluğunu ilgilendiren kısım burasıdır.

Din adına konuşma hususunda öngörülen ölçülere uymadığı bilinen konuşmacıları aynı ortamda veya radyo ve televizyon gibi araçlardan dinleyen kişi:

Öncelikle böyle ölçüsüz kimselerin konuşmaları ile ilgilenmemeli ve gündemine almamalıdır. O konu ile ilgili bilgiyi ehlinden öğrenmeli veya ehlinin yazdığı eserlerden okumalıdır. Çünkü herkesin her şeyi öğrenmeye imkânı yoktur. Her konuşanı dinlemek de insanın vazifesi değildir. Güvenilmeyen kimsenin söyledikleri ise kafa karışıklığına sebep olur. Kafa karışıklığı da tedavi edilmesi en zor olan işlerdendir.

Bir de böyle bir dinleyici öğrenme ve okuma konusunda gevşeklik göstermemelidir.

Ölçülere dikkat etmeyen kimselerin konuşmalarını dinleme durumunda kalan kimselere ise şunları tavsiye ederiz:

* Konuşmacının, din adına konuşma hususunda ölçülere riayet etmediğini tespit etmelidir. Böylece sağlam bir merci olmadığını düşünmelidir.

* Böyle bir konuşmacının söylediklerinin hatalı ve yanlış olma ihtimalinin büyük olduğunu düşünmelidir. Bundan dolayı konuşulanları faydalanabileceği hakikatler olarak kabul etmemeli, bilâkis araştırılması ve doğru olanının tespit edilmesi gereken sözler olarak görmelidir.

* Konuşulanları, yetkili ağızlara veya eserlere sorarak kontrol ettirmelidir. Böylece doğru olanlarını kabul ve yanlış olanlarını da reddetmelidir. * Bu tür konuşmacıları gündeminde tutmamalı, çevresinde onlardan ve yanlışlıklardan söz bile etmemelidir. Onların dedikodusu yerine, doğru ölçüyü arama işine kendini vermelidir. Doğruları gündemine almalı, çevresine doğruları aktarmalı, doğrularla beraber olmalı ve onlarla oturup-kalkmalıdır. Hâsılı bu konuda da olumlu davranmalıdır. Özellikle tartışma namında televizyon ekranlarını dolduranların, önce İslâm’ın ilmî ve manevî ismini ağızlarına alma yetkisi olup-olmadığını sormalıdır. Yüzünü bu tür kasıtlı programlardan çok, Allah’ın ilmiyle hayatlarını yaşayan ve takvâlarıyla hayatımızı ışıtan âlimlerin eserlerine, sözlerine çevirmelidir.


[1] Haşr, 59/21.

[2] Gazalî, el-Mustasfâ.

[3] Gazalî, el-Mustasfâ.

[4] Kehf, 18/28.