İçeriğe geç
Anasayfa » DİN HAYATTIR

DİN HAYATTIR

Hepimiz bu dünyaya ilk geldiğimizde, din ile dünya ayrımının olduğu bir sistemin içinde gözümüzü açtık. Daha ilk eğitimimizden itibaren din ile devleti birbirinden ayırdık. Dinin Allah ile kul arasında olduğunu, devletin dininin olamayacağını, dinin vicdanlara hapsedilmesi gerektiğini öğrendik. Dolayısıyla her ne kadar ailede, camide, vakıf-dernek ya da cemaatlerde dinî eğitim alsak da, haftalık sohbetlere katılsak da on sekiz yıl boyunca kesintisiz olarak dini, hayattan çıkarmamız gerektiği sistematik olarak zihnimize yerleştirildi. Bir de bu eğitim sistemi filmler, reklamlar, TV programları, sosyal medya, yazılı ve görsel iletişim kanallarıyla desteklendiğinde karşımıza dindar görünüşlü ama dinin kendisine karışmadığı bir hayat yaşayan, hibrit bir Müslüman tipini çıkarmıştır.

Her ne kadar kendimizi dindar olarak tanımlasak da, zihnimizin derinliklerine bu anlayışın yerleştirilmesinden dolayı, sosyal hayatımıza din genellikle ya namaz, oruç gibi temel bir iki ibadet olarak ya da belirli zamanlarda yapılan belirli ritüellerle yansıyor. Dini dar bir alana sıkıştırıyor, diğer alanlarda ona yer açmıyoruz. Çünkü din başka, hayat başkaydı (!) …

Müslümanlarda oluşan bu hibrit sistem maalesef ekonomi, ticaret, eğitim, sosyal ilişkiler gibi hayatın her noktasına nüfuz etmektedir. Mesela bir bina yapıldığında malzemeden çalınması, kaçak kat çıkılması, imar için belli makamlara rüşvet verilmesi ya da komşusunun evinin güneşinin kesilmesi artık namazını kılan, nafile oruçlarını bile tutan Müslümanlar tarafından normal görülmektedir. Mazeret de hazırdır din başka, alışveriş başka (!)…

Başka bir örnek verelim: Vakıf-dernekte yetişmiş, birçok sohbete katılmış, o yapının içinde birçok kademelerde de görev almış genç bir kardeşimiz bir yerlerde işe başlıyor. Bir müddet sonra karşısına makamlar çıkıyor ve iyi bir makama kadar da yükseliyor. Ama kısa süre sonra bir bakıyoruz ki o makamı korumak veya orada kalabilmek için dinimizin hoş görmediği birçok şeyi yapmaya başlıyor. Aynı zamanda da yine sohbetlere katılıp dinî vecibelerini yerine getiriyor. İki hayatı da birbirine karıştırmayan hibrit bir yaşam formu (!)…

Müslümanlar olarak din ve dünya arasındaki ilişkinin mahiyetini yeniden sorgulamalıyız. Dinin içinden dünyayı ya da dünyanın içinden dini çıkarabilir miyiz? Eğer dünyadan dini çıkarırsak, ruhsuz bir insan gibi olur dünya. Din dünyanın ruhudur, özüdür, amacıdır. Dinin içinden de dünyayı çıkartırsak, o zaman da dini vicdanlara hapsetmiş oluruz. Dünyada yaşam süren insana hitap eden ama dünyayla ilgisi olmayan bir din düşünülemez. O halde din ve dünya insanda hayat bulmalıdır. Bunları insanı bölen, ayrıştıran, parçalayan iki alan olarak göremeyiz. İnancımızın “tevhid” ilkesi de bunu gerektirir.

Dinin tarifine yeniden bir bakalım. Âlimlerimiz dinin tarifini şu şekilde yapmaktadır: “Din akıl sahiplerini, kendi hür iradeleriyle en iyiye, en doğruya ve en güzele ulaştıran ilahi bir kanundur.” (İslam İlmihali/ Diyanet)

Dinin bu tarifinde dört şey üzerine dikkatimiz çekiliyor. Bu dört maddeyi kapsamlı bir şekilde kavrarsak ancak o zaman dini gerçek manada anlamış oluruz. Nedir bunlar?

1. Akıl Sahipleri: Tarifte akıl tek başına kullanılmamaktadır. Ona bir tanıtıcı kelime daha eklenmiştir: Sahiplik. Yani akıllı bir varlık olmak yetmiyor aynı zamanda aklın da sahibi olmamız gerekiyor. Bedenimize, malımıza sahip çıktığımız gibi aklımıza da sahip çıkmalıyız. Ona giren fikirleri, kavramları, bilgileri vahiy süzgecinden geçirmeliyiz. Ancak o zaman hakkıyla doğru ile yanlışı, faydalı ile zararlıyı, adalet ile zulmü ve güzel ile çirkini ayırt edebiliriz. Aksi takdirde hepsini birbirine karıştırırız, doğru yapıyorum derken yanlışı yapabilir, âdil olduğumuzu zannederken zulüm uygulayabilir, faydalı zannettiğimiz şeyden zarar görebilir, güzel olduğunu düşündüğümüz şeylerin çirkinlik olduğunun farkına varamayız. Hem bu dünyamızı hem de öteki dünyamızı mahvedebiliriz.

Akıl genelde zekâ ile karıştırılır. Zekâ ânı kurtarmaktır, o anda işin içinden sıyrılmak, pratik çözümler üretmektir. Ama akıl, bir işin sonunu düşünmektir. Bu işin sonunda ne olacak, bu işten kim karlı çıkacak, bu iş kimlere yarayacak bunu sorgulamaktır. Sonunu düşünmeyen kahraman olamaz. Onun için aklın sahibi olmamızı istiyor din. Peygamber Efendimiz ﷺ de “Aklı olmayanın dini yoktur.” buyuruyor. Aklımıza sahip çıkacağız, başkasının aklıyla düşünmeyeceğiz.

2. Hür İrade: İrade kelimesi de tarifte tek geçmemekte ve bir sıfat ile açıklanmaktadır. Demek ki iradeli bir varlık olmak da tek başına yeterli değildir. İrade seçme, karar verme kabiliyetidir. Bu kabiliyet insandaki en önemli özelliktir. Günümüzde bu özelliğe istediğini yapma, burnunun dikine gitme gibi yanlış anlamlar yüklenmiştir.  Özellikle gençler özgür irade deyince istediği gibi karar verme ve verdiği kararın sorgulanmamasını anlamaktadır. Oysa hür/özgür dediğimiz irade dışarıdan bir baskı gelmeden, hiçbir etkide kalmadan fıtrata uygun olanın seçilmesidir. Yani “doğru, faydalı, âdil ve güzel” olanın seçilmesi fıtrata uygunluktur, özgürlüktür. “Yanlış, zararlı, zulüm ve çirkin” olanın seçilmesi hür irade değil şeytan ve nefsin kontrolündeki bir iradenin ürünüdür.

İnsan iradesinin üç kontrol noktası vardır: Akıl, Kalp ve Mide. Tarih boyunca, bugün de dâhil, bütün şer güçler insanın iradesini kontrol edebilmek için bu üç nokta üzerinde sayısız oyunlar oynamaktadır. Genelde din özelde ise tasavvuf bu üç temel noktayı koruma, terbiye etme ve temizleme yoluna gitmiştir. Tasavvufta çile dediğimiz olay; tam kırk gün boyunca az bir yemekle, sadece Allah’ı tefekkür ederek, zikirle kalplerin pasını silerek bu üç önemli kontrol merkezini korumayı amaçlamıştır.

3. En İyi, En Doğru ve En Güzel: Din, fıtratımıza en uygun kuralları getirmiştir. Ondan daha iyisini, daha güzelini ve doğrusunu getirebilecek hiçbir sistem yoktur. Eksiksizdir, mükemmeldir, toplumun her alanını dizayn etmiştir. Dinimiz ibadât, muamelât ve ukubât olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır. İbadât (%15), namaz, oruç, hac, zekât, adak, yemin gibi ibadetlerin yer aldığı bölümdür. Muamelât (%80), ibadetin dışında kalan hukukî tasarruflar, akitler ve benzeri hükümlerdir. Bunlar; ferdin fertle, ferdin toplumla veya toplumların birbiriyle olan ilişkilerini düzenleyen kaidelerdir. Aile hukuku, medenî hukuk, idare edenlerle edilenler arası ilişkiler, devletler hukuku, iktisat hukuku gibi kısımlara ayrılır. Ukubât (%5) ise ferdin işleyeceği suçlar ve bunlara verilecek cezaları içerir. Davaların görülmesi, şahitlik, yemin, hüküm gibi insanlar arasında adaleti gerçekleştirmek için gerekli icraatı düzenlemeyi amaç edinir. Görüldüğü gibi din hiçbir alanı boş bırakmamıştır, kâmil ve şâmildir. Din İslam’dır. Başka yerlerde, sistemlerde, kişilerde mutluluk aramak beyhudedir. İslamsız saadet olmaz.

4. İlahî Bir Kanun: Dinin sahibi Allah’tır. Kanun koyucu, kanunları koyarken yarattığı varlığa göre koymuştur. Yani bizi bizden iyi tanıyan Rabbimiz, neyin bize uygun olduğunu bizden çok daha iyi bilmektedir. Zamana ve şartlara göre değişmeyen, duruma göre farklılaşmayan, kişiye göre şekil almayan kanunlar koymuştur. Bunlardan razı olmak Allah’tan razı olmaktır.                           

Sonuç olarak, görüldüğü gibi din hayattır. Dünya dinin bedene bürünmüş halidir. Onun için din, dünya hayatımızda kendisini göstermeli ve hissettirmelidir, yaşadığımız dünyaya dokunmalıdır.