İçeriğe geç
Anasayfa » DİNÎ KONULARDA HADDİNİ BİLMEK

DİNÎ KONULARDA HADDİNİ BİLMEK

Günümüz dünyasında, ihtisaslaşmanın hızla yayıldığı ve “ihtisâsa hürmet esastır” anlayışının saygınlık ve değer kazandığı görülür. Tıp, diş hekimliği, mimarlık gibi uzmanlık alanları nasıl bir eğitim ve tecrübe dönemi istiyorsa, dinî ilimler/ilahiyat tahsili de uzun vadeli bir çalışma disiplini ve ciddî bir altyapıya ihtiyaç duyar.

Nasıl, “Tıp bilgisi (ehliyet ve liyâkati, tecrübe ve ihtisâsı) olmadığı halde tabipliğe soyunan kimse, hastanın ölümünden sorumludur”[1] hadis-i şerifinin öğrettiği üzere yarım doktor candan ediyorsa, “Allah kullarından ilmi birden söküp almaz. Lâkin âlimleri kabzetmek suretiyle ilmi alır. Nihayet hiçbir âlim bırakmadığı zaman, insanlar câhil başlar/başkanlar edinirler. Onlara suâller sorulur da bilgisizce fetvâ verirler. Böylece hem saparlar hem saptırırlar!”[2] hadîs-i şerîfinin öğrettiği üzere yarım hoca da dinden-imandan edebilir. Tabii, “Yarım hukukçu haktan eder” gibi muhtelif ilim ve sanat dalları için benzer tesbitlerde bulunmak mümkündür. Ne var ki, din ve iman gibi insanı dengede tutan ve hayatı anlamlı kılan bir başka temel değer yoktur. Şüphesiz, sağlıklı bir din anlayışının oluşması, din öğretimi ve eğitiminin ciddiye alınmasına bağlıdır. Ayrıca dinin, kendine has dili, terminolojisi, usûlü, tarihi ve literatürü olduğu gerçeği ısrarla vurgulanmalıdır. Bu itibarla, dinî meselelerde ehliyet ve liyâkatten mahrum, ilim ve ciddiyetten uzak, üstünkörü araştırıp çok konuşmayı ve çok yazmayı marifet zannedenler karşısında, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi resmî veya özel kurumlar ve gönüllü kuruluşlar gerekli tedbirleri almak suretiyle rehberlik yapmalıdırlar.

Meşhur sahâbî Abdullah b. Mes’ûd’un (r.a) şu serzenişi hayli anlamlıdır: “Kendisine sordukları her konuda insanlara fetva veren kimsenin aklî dengesi bozuktur!”[3] Onun, muhataplarına yaptığı şu konuşma da aynı noktayı vurgulaması bakımından câlib-i dikkattir: “Sahâbe, iç dünyaları itibariyle ümmetin en nezihi idi. İlim yönünden onlar ümmetin en derin ve insanların en külfetsiz olanları idi. Siz âlimleri çok, hatipleri (lâfazanları) az olan bir devirde yaşıyorsunuz. Sizden sonra âlimleri az fakat hatipleri (nutuk çekenleri) çok olan bir zaman gelecektir. Kimin ilmi çok, konuşması da az olursa o övgüye layıktır. İlmi az iken çok konuşan kimse ise yergiye layıktır.

İlim ve siyaset adamı Ömer b. Abdülazîz’in (v. 101/719) şu uyarısı, bilhassa ihtilaflı olan dinî bir konunun henüz mutfakta pişirilmeden/olgunlaştırılmadan kamu önünde konuşulmasının/tartışılmasının tehlikeli bir gidişat olduğunu öğretmesi bakımından önemlidir: “Avam insanların önünde dinî bir mesele hakkında fısıldaşan ve konuşan bir topluluk gördüğünde, bilesin ki onlar, bir dalâlet peşindedirler!”[4]

İmam Ca’fer es-Sâdık’ın (v. 148/765) şu uyarısı da hayli düşündürücüdür: “Allah’ın dini hakkında ince anlayış ve derin bilgi sahibi olun, (ilim ve medeniyetten uzak) bedeviler gibi olmayın. Zira Allah’ın dini hakkında ince anlayış ve derin bilgi sahibi olmayan kimseye, kıyâmet günü Allah rahmet nazarıyla bakmaz ve onun hiçbir amelini temize çıkarmaz.”[5]

Araştırma ve ihtisas sâhası dışına çıkarak konuşan veya yazan birçok kimsenin oldukça gülünç duruma düştükleri bilinir. Hayretâmiz bir üslupla, “Adam, ihtisâsı dışına çıkıp konuştuğu zaman işte böyle acâip-garâip şeyler söyler!”[6] diyen meşhur âlim İbn Hacer el-Askalânî (v. 852/1448) bu noktaya işaret eder.

Ulemânın taşlaşması karşısında uzun yıllardan beri dinle ilgili konularda herkes kendini söz sahibi görmeye başlamış, belki buna mecbur olmuş bulunuyor. O kadar ki, Türkiye’de eski yazı bilen kimseler bile kendilerini İslâmiyet üzerinde selâhiyetli görmeğe başlamış, üstelik yeni nesiller onların gerçekten birer din mütehassısı olduğu fikrine kapılmıştı. Ulemâ sınıfının saygıdeğer bir sosyal grup olarak aramızdan çekilmesinden bu yana sâdece eli kalem tutan değil, ayağı iktidarda olan politikacılar da birer din reformcusu veya müctehid hüviyetinde ortaya çıkmaya tereddüt etmediler.[7] şeklindeki tespit de bu hususun altını çizer.

“Benim hedefim” diyor Mısırlı âlim Muhammed Gazzâlî (v. 1996), “Ârız olan her türlü şâibeden sünneti ayıklamak ve İslâm kültür mirasını, haklarında şöyle söylenen insan tiplerinden himaye etmektir: “Onlar, cumartesi günü ilim talebinde bulunurlar, Pazar günü onu tedris ederler, Pazartesi günü de o ilmin hocaları olarak çalışırlar. Salı günü ise artık büyük müctehid imamlara dil uzatarak ‘Biz de ricâl, onlar da ricâl.’derler![8]

Onun bu tespiti, Mısır’a hicret zorunda bırakılan Mehmed Âkif Ersoy’u (v. 1936) hatırlatır:

“İşin racülleri kimlerse çıksın orta yere;

Ne var, ne yok, bilelim, hiç değilse, bir kere.

Sabahleyin mütefelsif, ikindi üstü fakîh;

Sular karardı mı pek yosma bir edîb-i nezîh;

Yarın müverrih; öbür gün siyâsetin kurdu;

Bakarsın: ertesi gün ictihâda pey vurdu!…

Hulâsa bukalemun fıtratında züppelerin

Elinde maskara olduk… deyin de hükmü verin!”[9]

Kabul edilmelidir ki, haddini bilmek ve kendini tanımak, bir kemâl ve fazilet işareti sayılır. Hz. Ali’ye nispet edilen bir hikmet olan “Kendini tanıyan/bilen mutlaka Rabbini tanır/bilir.” fehvâsınca, haddini bilen ve kendini tanıyan insanın kendini ve Rabbini tanıması, haddini bilmeyen ve kendini tanımayan insanın da Rabbini tanımak gibi bir haz ve nimetten mahrum kalması mukadderdir.

Bir yerde, insanın doğru ilişkiler ve davranış biçimleri içinde bulunması demek olan haddini bilmek, hem zihnî-teorik, hem de ahlâkî-pratik bir tavır ve davranıştır. Geçersiz ve temelsiz mazeretler ileri sürerek kendini kamufle etmek nasıl bir aşırılık (tefrit) ise, haddini aşarak büyük iddialarda bulunmak da bir aşırılık (ifrat) tır. “Her şeyi en iyi ve en doğru şekilde ben bilirim/düşünürüm/yaparım.” iddiası, “hevâ ve hevesini tanrı edinen”[10] anlayıştan, bencillik ve egonun isteklerinden kaynaklanır. Haddini bilen insan kibirden uzak durarak mütevazı bir üslup takip eder. Tabii bu üslup, vasat ve şartların gerektirmesi halinde, onun meydan okuyarak konuşup yazmasına engel olmaz, olmamalıdır.

Toplumun huzur ve sükûnu, insan hak ve hürriyetlerine, dinin hüküm ve hikmetlerine saygı gösteren, “Eğer bilmiyorsanız ilim (zikir ve fikir) erbâbına sorun.”[11] âyeti gereğince bilmediğini bir bilene sorarak kendini yenileyen ve ne olduğunun farkında olan insanların varlığına bağlıdır.**


[1] Ebû Dâvud, Diyât, 25; Nesâî, Kasâme, 41; İbn Mâce, Tıb, 16.

[2] Buhârî, İlim, 34, İ’tisâm, 7; Müslim, İlim, 13-14; Tirmizî, İlim, 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 162, 203.

[3] Ebû Yusuf, Kitâbu’l-Âsâr, s. 200.

[4] İbnü’l-Cevzî, Telbîsü İblîs, s. 115.

[5] Küleynî, Usûlü’l-Kâfî, I, 80.

[6] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, III, 683.

[7] Erol Güngör, İslâmın Bugünkü Meseleleri, İstanbul 1991, s. 239-240.

[8] s. 6-9, 13-15.

[9] Mehmed Âkif, Sebîlürreşâd, aded: 291, 13 Cumâdalevvel 1332, s. 77; Safahât, İstanbul 1975, s. 278.

[10] Câsiye 45/23.

[11] Nahl 16/43.

** Bu makale, Altınoluk Dergisi’nin 233. sayısında (Temmuz 2005) yer alan “Dinî Konularda Haddini Bilmek” isimli yazının kısmen tasarrufla yeniden yayına hazırlanmış halidir.