Allah Teâlâ’nın dininde azimetler olduğu gibi ruhsatlar da vardır.
Azimet; lügatte, kesin amaca verilen isimdir. Istılahta; Şer’î delile zıt olmayan sabit hükümdür. Anlaşılması için bir örnek verecek olursak, yolculuk halinde oruç tutmak bir azimettir.
Ruhsat; lügatte, kolaylaştırmak demektir. Yasağın kalmasıyla birlikte mahzurun mubah olmasıdır. Buna örnek ise yolculuk halinde orucu açmak bir ruhsattır.
Dünyalık hususunda kifayet miktarı en azıyla yetinmek azimet, nimet ve zevklere ulaşacak kadar olan fazlası ise ruhsattır. Züht sahibi olmak azimetse, helâlından mal sahibi olmakta ruhsattır. Rasûlullah (s.a.v) “Allah Teâlâ, azimetle amel edenlerden hoşlandığı gibi ruhsat ile amel edenlerden de, hoşlanır.”[1] buyurmuştur. Bundan dolayıdır ki, sabreden fakire verilecek mükâfat, şükreden zengine verilecek olandan daha fazla olmasına rağmen, her ikisini de müsaade edilmiştir.
Rasûlullah (s.a.v), “Mü’minlerin fakirleri zenginlerinden dört yüz yıl önce cennete girerler. O zaman zengin olan mümin, keşke bende dünyada yoksul olaydım, der. Sahabe, Ya Rasûlallah! Onları bize anlatır mısın, deyince, Rasûlullah (s.a.v) buyurdu ki, onlar dünyada zor işlere sürülürler. Eğer paylaşılacak mal varsa onların dışındaki zenginlere aktarılır. (Devlet kapıları dâhil) bütün kapılar onların yüzlerine kapalıdır.”[2]
Her iki taife de cennete girecek ama yoksullar kimi zenginlerden dört yüz, kimi zenginlerden beş yüz, kimi zenginlerden bin yıl önce gideceğine dair hadis-i şerifler var. Orada herkes dünyadaki zenginliği miktarınca hesaba çekilecek. Devlet kapısında bir saat kuyrukta beklemenin ne kadar zor olduğunu bugün herkes çok iyi bilir. Orada cennet kapısında bin yıl beklenilecek. Çünkü fakirin dünyada pek fazla bir şeyi olmadığı için, ona göre verecek hesabı da azdır. Ama zengin öyle değildir. Dünyada mal sahibi olduğundan dolayı hesabını vermesi de o nispette uzun olacaktır.
Allah Teâlâ insanların dünya hayatındaki seviyelerini farklı yarattı. Kur’an-ı Kerim’de “Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik. Bir birlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.”[3]
İnsanların dünya hayatındaki geçimliklerini aralarında taksim eden Allah Teâlâ, insanların kimini zengin kimini yoksul, kimini amir kimini memur, kimini gafil kimini arif, kimini âlim kimini cahil kıldı. Sanatları ve meslekleri hep toplumun rahat yürüyebileceği nizam, düzen ve disiplin içerisinde yarattı. Eyer bu böyle olmasaydı bu dünya hayatı sürdürülemezdi.
Bu dünyada zengine ihtiyaç olduğu kadar, fakire de ihtiyaç vardır. Âlime ihtiyaç olduğu kadar cahile de ihtiyaç var. Arife ihtiyaç olduğu kadar gafile de ihtiyaç var. Zahide ihtiyaç olduğu kadar, zahit olmayana da ihtiyaç var. Tabibe ihtiyaç olduğu kadar hastaya da ihtiyaç vardır. Çünkü bunların her biri diğerinin varlığıyla kendini tamamlamaktadır. Eğer böyle olmasaydı bu hayat durur, donar ve dünya hayatının her cephesi iflas eder, hem dünya yaşanmaz hale gelir, hem de ahirete hazırlık yeri olmaktan çıkardı. Böyle olmaması içindir ki, Hakîm olan Allah bunu böyle tanzim etti.
Onların biriktirdiklerinde hayır olabilir ama rabbinin rahmeti onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır. İnsan yaratılışı itibariyle dünya malına haris ve meyilli yaratılmıştır. Allahu Teâlâ, İnsanın karakter ve tabiat hamurunu bununla mayalamıştır. Rasûlullah (s.a.v) “Şayet âdemoğlunun bir vadi dolusu altını olsaydı o ikinci vadiyi isterdi. Onun ağzını ancak toprak doldurur. Tevbe edenin tevbesini Allah kabul eder.”[4] Allah Teâlâ kitabında, malı ve oğulları dünya hayatının süsü ve imtihan aracı olarak duyurmuş, Büyük ecrin ise kendi yanında olduğunu beyan etmiştir.
Bütün peygamberler zahid insanlardı. Özellikle de iki cihanın önderi Muhammed Mustafa (s.a.v) dünyanın en zahidi idi. O dünyalıktan hiçbir şey biriktirmedi. O zühdü seçti. Zühdü teşvik etti. Ama başkalarına da ruhsatla amel etmeyi müsaade etti. Onun başkalarına müsaade ettiği ruhsat dahi zühdün nevilerinden bir nevi idi. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah derki bir gün Rasûlullah (s.a.v) omzumdan tutup, “Ey Abdullah, dünyada bir garip ya da yolcu gibi ol. Kendini ölülerden say.”[5] buyurdu.
Rasûlullah (s.a.v) bir gün evinde serili bir hasır üzerinde yatıyordu. Kalktığında onun mübarek vücudunda izler yapmıştı. Abdullah ibn Mesud hasırın izlerini eliyle silerek, Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın resulü, izin verseniz de yattığınız bu hasırdan sizi koruyacak bir şey serseydik. Deyince, Rasûlullah (s.a.v), “Benim dünya ile olan münasebetim nasıldır bilir misiniz? Ben dünyada bir ağacın altında gölgelenip sonra orayı terk edecek bir yolcu gibiyim.”[6] buyurdu. Yola giden her yolcu her uğradığı yerde bırakıp gideceği bir bina yapması akıllı bir iş değildir.
Yine Rasûlullah (s.a.v), “Dünya üzerinden gidilen bir göç yoludur. Ahiretse varılacak olan göç yeridir. Onların her birinin evlatları vardır. Siz isterseniz dünya evladı değil, ahiret evladı olunuz. Siz bugün ameli olup hesabı olmayan bir yerde bulunuyorsunuz. Yarın ise hesabı olup ameli olmayan bir yerde olacaksınız.”[7]
Mal biriktirme hırsıyla yaratılan insanın bu hırsı belli ölçüde dizginlenmesi bir zarurettir. İşte bu hal azimetle aşağı çekilmiş, dünyada mala ihtiyaç olduğundan dolayı da helal olmak şartıyla ruhsat olarak müsaade edilmiştir. İnsanın yoğrulduğu maya onu bir taraftan mal toplamaya çekerken, öbür taraftan insanın ahiret inancı yüzünü mala değil ahirete zorlamaktadır. İnsan bu iki cazibe merkezi tarafından mütemadiyen çekilmekte olup, insan hangisine daha fazla ehemmiyet verirse, hidayet çizgisi ona göre şekillenir.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin ilk iki halifesi, hilafet dönemlerinde dişlerini canlarına takarak azimetle amel ederek en az ile yetinmişlerdir. Geriye ne mal, ne mülk ne de para, hiçbir şey bırakmamışlar, ibret alınırsa geriye sadece borç bırakmışlardır. İslam tarihindeki kurmay zahidler hep bu zühd yolunu takip etmişlerdir.
Bunların aksine sahabelerden birçoğu da, ruhsat ile amel ederek, mal, mülk sahibi olmayı mahzurlu görmemişlerdir. “Hz. Osman (r.a) şehid edildiğinde yüz elli bin dinar altını, bir milyon dirhem gümüşü bulunuyordu. Yıllık geliri ise yüz bin dinar altına ulaşıyordu. Ayrıca geriye çok sayıda at ve devesi kalmıştı. Zübeyir ibni Avamın serveti vefat ettiğinde elli bin, yıllık geliri yüz bin dinar altına, ulaşmıştı. Bunun yanında bin köle ve cariyesi vardı. Hz. Talha’nın, Irak’taki günlük geliri, bin dinar altına, Abdurrahman ibni afvın, parası nın dörtte biri seksen beş bin (toplamı dört yüz yirmi bin)e ulaşıyordu. Bunun dışında yüz binek atı, bin devesi, on bin koyunu vardı.”[8] Ayrıca her birinin Basra, Kufe ve İskenderiye’de konaklama tesisleri bulunuyordu.
Sahabenin bir kısmı azimetle, bir kısmı da ruhsatla ameli seçmişlerdir. Her iki kesimin de yaptıkları İslam nazarında doğru ve bizim için delildir. Hz. Ömer (r.a) yoluyla gelen bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.v), “Benden sonra ashabımın ihtilafı hakkında Rabbime sordum. Bana vah yetti ki, Ya Muhammed senin ashabın benim katımda, gökteki yıldızlar gibidir. Bir kısmının nuru diğerlerinden daha kuvvetlidir. Kim onların bulunduğu yol üzere, onların farklı görüşlerinden bir şey alırsa, o benim yanımda hidayet üzeredir. Bunun için Rasûlullah (s.a.v), Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayette olursunuz.”[9] buyurmuştur. Dünyalıktan ister az ister çok ile yetinilsin, Bunların tamamında uyulması gereken ölçü Rasûlullah (s.a.v)’ın yoluna uyulmasıdır. Rasûlullah (s.a.v) bir gün insanlara nasihatte bulunarak kıyamet ve ahvalinden bahsetti. İnsanlar hassasiyete gelerek ağlayıp sızılaştılar. Onlardan bir kısmı Osman ibn Maz’un’un evinde toplandılar. Dünyadan el etek çekip rahipler gibi yaşamak, tenasül uzuvlarını kesip, yıl boyu oruç tutmak, geceleri hep ayakta kalıp döşeklerde uyumamak, et ve yağ yememek, kadınlara yaklaşmayıp koku kullanmamak, kıldan elbiseler giyerek yeryüzünde gezip dolaşmak üzere ittifak ettiler.
Bunu haber alan Rasûlullah (s.a.v) onların yanına vararak buyurdu ki: “Ben hafif ve kolay olan Hanîf dini ile gönderildim. Bidat olan ruhbanlıkla gönderilmedim. Dikkatli olun, bir takım topluluklar ruhbanlığı ihdas edince, bu onların üzerine farz kılındı. Sonra ona hakkıyla da riayet etmediler. Dikkat edin, et yeğin, kadınlarınıza gidin, oruç tutun ve iftar edin, namaz kılın ve uyuyun. Ben bununla emr olundum.”[10]
Bu durumda Müslümanın yapması gereken, bazı niteliklere sarılmasıdır. Onlar da, günah ve fuhşiyatın (edepsizliğin) gizli ve aşikâra olanını işlemekten kaçınmak, emredildiği üzere farzları vaktinde vacipleriyle birlikte tam olarak yerine getirmek, rüşvet. Kumar, faiz ve emsali haram yollarla mal elde etmekten uzak durmak, Müslümanlara ve ahit vererek sözleştiği her insana zulüm yapmaktan kaçınmak ve emanete hıyanet etmemek, emr bil maruf ve nehy anil münker yapıp, din düşmanları ile cihadı terk etmemektir. Bu ve emsali hususlara riayet edilirse, ne kendimize ne de başkalarına işi dar tutmamıza gerek kalmaz.
[1] Beyhakî, Sünen-i Kübra, 3/140.
[2] Camiu’l-Ehâdis, 24/108.
[3] Zuhruf, 32.
[4] Buhari, 5/2365.
[5] Kenzü’l-Ummal, 3/231.
[6] Müsned-i Tayalisi, 1/36.
[7] Camiu’l-Ehadis, 13/13.
[8] ,Mürucüzzehep, 1-305
[9] -Camüul Ehadis, 8-556
[10] -Mucemül kebir, 8-170