İçeriğe geç
Anasayfa » DÜŞMANLA KARŞI KARŞIYA GELMEYİ TEMENNİ ETMEYİNİZ – Babanzâde Ahmed Naîm

DÜŞMANLA KARŞI KARŞIYA GELMEYİ TEMENNİ ETMEYİNİZ – Babanzâde Ahmed Naîm

Neşre Hazırlayan: Abdulmelik Zaîm

[arabic-font]لَا تَتَمَنَّوْا لِقَاءَ الْعَدُوِّ، وَاسْأَلُوا اللهَ الْعَافِيَةَ، فَإِنَّكُمْ لَا تَدْرُونَ مَا تُبْتَلُونَ مِنْهُمْ فَإِذَا لَقِيتُمُوهُمْ فَقُولُوا: اَللَّهُمَّ رَبَّنَا وَرَبَّهُمْ وَنَوَاصِينَا وَنَوَاصِيهِمْ بِيَدِكَ، وَإِنَّمَا تَفْشَلُهُمْ أَنْتَ ثُمَّ الْزَمُوا الْأَرْضَ جُلُوسًا فَإِذَا غَشُوكُمْ فَانْهَضُوا وَكَبِّرُوا[/arabic-font]

Bu hadis-i şerîf, Hâkim’in Müstedrek’inde mezkûr olan ehâdîs-i şerîfedendir. Râvîsi Hazret-i Câbir radiyallâhu anhdır.

Tercümesi: “Düşmanla karşı karşıya gelmeyi temenni etmeyiniz de Allah Teâlâ’dan âfiyet ve selâmet talep ediniz. Zîrâ düşmanlarınızın eliyle ne gibi ibtilâlara giriftâr olacağınızı bilemezsiniz. Onlarla karşılaştığınız vakitte de: ‘Ey onların da bizim de Rabbimiz olan Allah Azîmüşşân! Bizim de nâsiyelerimiz[1], onların da nâsiyeleri senin yed-i kudret ve tasarrufundadır. Onları hacîl ve şerm-sâr[2] edecek de ancak Sensin.’ diye dua ediniz. Ondan sonra yerinizde oturup sebât ediniz. Üzerinize yürüdüler mi, hemen kalkınız ve tekbîr alınız.”

Yine buna karîb olan diğer bir hadîs-i şerîfte de:  فَإِذَا لَقِيتُمُوهُمْ ، فَاثْبُتُوا ، وَأَكْثِرُوا ذِكْرَ اللَّهِ ، فَإِنْ أَجْلَبُوا وَضَجُّوا، فَعَلَيْكُمْ بِالصَّمْتِ “Onlara mülâkî olduğunuz vakitteyse sebât ediniz ve zikr-i ilâhîyi çokça ediniz. Onlar eğer gürültü, yaygara ederlerse siz sükûtu iltizâm ediniz.” buyurulmuştur.

Devlet harb açmak üzeredir deniliyor. Düşmanlarımız her taraftan hücûma hazırlanmış, nâmûs-ı İslâm’ı kesr edecek tekâlîf-i şâkkada[3] bulunuyormuş. Her gün silah patlayacak diye intizârdayız. Böyle bir sırada cihâdın fezâilini Hazreti Rasûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri’nin terğîbât-ı kutsiyelerini kâri’lerimize bildirmek îcâb ederse de mâye-i bakâsı[4] hubb-i cihâd ile yoğurulmuş nesîm-i hayâtı[5] istinşâk[6] ettiği günden son nefesini verdiği âna kadar sâmiası[7] menâkıb-ı cihâd ile dolmaktan hâlî kalmamış bir kavme cihâdın fezâilinden bahsetmeyi zâid görmüyor, bununla beraber şimdi kâbil-i ihmâl addedebiliyorum.

Bu hadîs-i şerîfi bugün ihvân-ı Müslimînimizin pîş-i enzâr-ı ibretine[8] arza sebeb -doğrusunu söyleyeyim- geçen hafta içinde dört beş gün geceli gündüzlü İstanbul sokaklarını çınlatan şamatalar, nümâyişler, mitinglerdir. Hükümet idâre-i örfiye mührünü ağzımıza basıncaya kadar hep bir ağızdan: “Harp isteriz! Düşmanlarımız kahrolsun!” dedik durduk. Düşmanlarımızın mağlûbiyetini, makhûriyetini, gazâb-ı ilâhîye uğramasını temenni etmeye; gece gündüz bunun için bârigâh-ı ehâdiyete[9] kemâl-i tazarru‘ ve ibtihâl[10], inkisâr-ı kalp ile arz-ı niyâz eylemeye diyecek yok. Fakat harp istemek işte görüyorsunuz ki revân-ı pâk-ı Muhammedî’nin[11] (sallallâhu aleyhi ve sellem) râzı olacağı temenniyâttan değildir. Bâhusus yerleri gökleri birbirine katan nümâyişler rûh-i İslâm’daki ciddiyete hiç de muvâfık değildir. Nümâyiş! İşte size sâmia-i İslâm’ın hiç de hoşlanmadığı kelime. “Nümâyiş”in zımnında az çok sahtekârlık mündemiçtir. İslâm’ın en ziyâde nefret ettiği şey ise sahtekârlıktır ki dîn ve akîdeye taalluk ettiği vakitte onu “nifâk” diye tesmiye etmiştir. Tam Müslümanca hareket edecek isek ya göründüğümüz gibi olmalı, ya olduğumuz gibi görünmeliyiz. Hiçbir noksanımız, düşmanlarımızı ümitlendirecek hiçbir ayıbımız olmadığı zamanlarda olduğumuz gibi görünmeli; fakat şarlatanlığa, boşboğazlığa hamledilebilecek ef’âl ve harekâtın kâffesinden tevakkî[12] etmeliyiz. Kavî, azimkâr, sâbit kadem, şecî‘, hiçbir musîbetten yılmaz cengâver ve bahâdırlar olduğumuzu ise şehir kaldırımlarında değil, meydan-ı kâr-zârda[13] göstermeliyiz.

Düşmanlarımız bizi iğzâb[14] için böyle yapıp dururken biz sükût mu edelim, diyeceksiniz. Hayır, sükût etmeyelim, fakat onlara vakâr ve sekînetle mukâbele edelim. Hem emîn olunuz ki takınacağımız vakâr ve sekînet kulûb-i a‘dâya[15] hiç ummadığımız bir havf u haşyet verir. Hem anlamam, onların her yaptığını yapmaya neden lüzum görürüz?  Vâkıâ (جَاهِدُوا الْمُشْرِكِينَ بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنْفُسِكُمْ وَأَلْسِنَتِكُمْ) “Küffâra mallarınızla, nefislerinizle, dillerinizle mücâhede ediniz.” diye diğer bir emir vârid olmuştur. Fakat mücâhede “Düşmanlarımız kahrolsun!” yâhud “Şöyle keseriz, böyle asarız.” demekle hâsıl olmaz. A‘dâyı cidden tehdîd edecek, kalplerini korkutacak, sözlerimiz varsa söyleyelim. Yoksa onlara cevâb ve mukâbelelerimiz, fiilimiz olsun, meydân-ı harbteki sebât ve celâdetimiz[16] olsun.

Miting akdine fikren muhâlif değilim. Çünkü o, milletin gayr-ı resmî bir meclis-i meşveretidir. Millet orada -ifrâta varmamak, devletin siyâsetini bozmamak, selâmetini tehlikeye ilkâ etmemek şartıyla- bazı metâlibini, bazı arzularını bir şekl-i muayyene koyarak hükûmete arz edebilir. Lâkin hatîbler bî-mânâ temdihât[17] ile şer‘an menhî olan tafra-furûşâne[18] sözlerle, Hazret-i Rasûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in zemmettiği şakâşık-ı hitâbetle[19], teşedduk-ı[20] zemîm ile meclisin ciddiyetini ihlâl ve müctema‘larda gülünç nümâyişlerle i’lâyı kelimetullâh uğrunda çalışanları, techîz-i cuyûş ile meşgul olanları bî-huzûr etmemelidir. Davullarla, zurnalarla, bayraklarla, meşalelerle kahramanlığımızı överek saatlerce sokak sokak dolaşacağımıza, sesimiz kısılıncaya kadar bangır bangır bağıracağımıza, iş zamanıdır, çalışalım, tedârikli farz ettiğimiz düşmanlara karşı tedârikli bulunmaya uğraşalım. Bu, ordumuzun her mânâsınca bir ceyş-i usret olacağını bilerek ona göre hazırlanalım. Ciddi hazırlık ise bizim böyle mâlâyâniyât ile uğraşmamıza mâni‘dir. Hülâsa aklımızı başımıza alalım. Kavvâl[21] olacağımıza fa‘âl olalım.

Harp istemek bahsine gelince bunda da rehberimiz fâtih-i makâl[22] ittihâz ettiğimiz hadîs-i şerîf-i Nebevî’dir. Cihâdı namazdan sonra efdal-i âdât addeden اِجْتَنِبُوا الْكَبَائِرَ السَّبْعِ: اَلشِّرْكُ   بِاللهِ وَ قَتْلُ النَّفْسِ وَ الْفِرَارُ مِنَ  الزَّحْفِ  “Kebâirin yedisinden de ictinâb ediniz: Allah’a şirk ittihâz etmek, katl-i nefs etmek, esnâ-yı harbte firâr etmek… ilh.” hadîs-i şerîfi mantûkunca saff-ı vegâdan[23] firârı, şirk ile katl-i nefs ile ta‘dâd edecek kadar bir zenb-i azîm addeden, hatta sâliklerini adetleri kesîr iken iki kat, kalîl iken on kat fazla düşmana karşı sebât ve mukâvameti vâcib kılan bir dîn ile mütedeyyin olduğumuz halde likâ-i adüvvü temennîden acaba neden men‘ olunuyoruz? Bunun cevâbı Saîd b. Câbir radiyallâhu anhın rivâyet ettiği şu hadîs-i şeriftir:

[arabic-font]كَانَ النَّبِيُّ صَلَّی اللهُ عَلَیْهِ وَسَلَّمَ إِذَا سَافَرَ يُكْثِرُ أَنْ یَسْأَلَ اللهَ الْعَافِیَةَ فَقَالَ لَهُ بَعْضُ أَصْحَابِهِ:   یَا نَبِيَّ اللهِ تَكْثُرُان تَسْأَل الله الْعَافِیَةَ وَنَحْنُ بَیْنَ خَیْرَتَیْنِ إِمَّا یَفْتَحُ عَلَیْنَا وَإِمَّا أَنْ نَسْتَشْهِدَ، فَقَالَ أَخْشَی عَلَیْكُمْ مَا بَیْنَ ذَلِكَ یَعْنِي الْهَزِیمَةَ[/arabic-font]

“Nebiyy-i muhterem sallallâhu aleyhi ve sellem sefere çıktıkları zaman Cenâb-ı Allah’tan ziyâdece âfiyet talebinde bulunuyorlardı. Ashâbından biri: ‘Ya Nebiyyellâh! Cenâb-ı Allah’tan ziyâdece âfiyet talebinde bulunuyorsun. Hâlbuki biz iki şey arasında muhayyeriz: ya nâil-i feth olur, ya şehîd oluruz.’ deyince Rasûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri -hezîmeti kasd buyurarak-, ben sizin için bu ikisinin arasındaki şeyden korkarım, buyurdular.”

Hâsılı şerefimize nakîsa verecek, şan-ı İslâm’ı tezlîl edecek teklifler karşısında metîn olalım. Sâha-i İslâm’ı zilletten teberrî edelim. Bu teklifleri -mücâhede-i lisâniye kabîlinden olduğu için – kemâl-i unf[24] ile reddedelim. Zîrâ rûh-i İslâm mânâsı zilletten müteezzî olur. Bunu hiçbir vakitte kabûl etmez. Fakat nümâyişlerden de vazgeçelim.  Zîrâ sahtekârlık değilse bile Rabbim muhâfaza etsin, şaşkınlık alâmetidir. Sokak sokak dolaşarak “Kahrolsun falan! Mahvolsun falan!” diyeceğimize esbâb-ı galebemizi ağır başlılıkla teemmül edelim. Çalışalım. Bir taraftan da düşmanın makhûriyetini, İslâm’ın mansûriyetini evkât-ı hamsede secde başında, münkesir bir kalp ile, derûnî niyâzlarla Cenâb-ı Hayru’n-Nâsırîn’den talep edelim. Ve âsâr-ı celîl-i Nebevîye iktifâen:

 وَانْصُرْنَا عَلَیْهِمْ اللَّهُمَّ مُنْزِلَ الْكِتَابِ وَمُجْرِيَ السَّحَابِ وَهَازِمَ الْأَحْزَابِ اِهْزِمْهُمْ “Ey bize kitap gönderen, bulutları yürüten, ahzâb-ı mukâtilîni kaçıran Allah Azîmuşşân! Onları münhezim ve bizi onların üzerine mansûr et!” duâsını tertîl edelim. Çünkü [25]“وَمَا النَّصْرُ إِلَّا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ âyet-i kerîmesine nazaran nusretin ne tarafta olacağı ma‘lûm değildir. Ve أَنَا عِنْدَ الْمُنْكَسِرَةِ قُلُوبِهِمْ مِنْ أَجْلِي hadîs-i kudsîsine nazaran fîsebilillâh münkesir olan kalplerden sâdır olmuş nusret duâsının -sâir duâlar gibi- bârigâh-ı kabûle kurbiyeti ziyâdedir. Düşmanın üzerine mîâdı gelmedikçe atılmayalım, fakat atıldığımız, düşmana mülâki olduğumuz zamanda: فَإِذَا لَقِيْتُمْ فَاصْبِرُوا وَاعْلَمُوا أَنَّ الْجَنَّةَ تَحْتَ ظِلَالِ السُّیُوفِ  hadîs-i şerîfine iman ederek sabır ve sebât edelim. Ve cennetin kılıç gölgeleri altında olduğunu bilelim.

[1] Nâsiye: Alın (Takdîr).

[2] Hacîl ve şerm-sâr: Yardımsız ve mağlûb.

[3] Tekâlîf-i şâkka: Ağır külfetler.

[4] Mâye-i bakâ: Şahsiyet.

[5] Nesîm-i hayât: Hayat rüzgarı.

[6] İstinşâk etmek: Burna çekmek (nefes almak).

[7] Sâmia: Kulak.

[8] Pîş-i enzâr-ı ibret: İbret nazarı önünde.

[9] Bârigâh-ı ehâdiyet: İnd-i İlâhî.

[10] Kemâl-i tazaru‘ ve ibtihâl: Tam mânâsıyla yakarış ve yalvarma.

[11] Revân-ı pâk-ı Muhammedî: Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in mübarek sünneti.

[12] Tevakkî etmek: Sakınmak.

[13] Meydân-ı kâr-zâr: Savaş meydanı.

[14] İğzâb: Kızdırmak.

[15] Kulûb-i a‘dâ: Düşmanların kalpleri.

[16] Celâdet: Metânet.

[17] bî-mânâ temdihât: Anlamsız övgüler.

[18] Tafra-furûşâne: Böbürlenerek.

[19] Şakâşık-ı hitâbet: Boğaz patlatırcasına konuşmak.

[20] Teşedduk: Böbürlenmek.

[21] Kavvâl: Geveze.

[22] Fâtih-i makâl: Söz başlangıcı.

[23] Saff-ı vegâ: Savaş.

[24] Kemâl-i unf: Şiddetle.

[25] “Nusret, ancak Allah cânibindendir.” (Âl-i İmrân, 3/126).