Allah Zülcelâl ve’l Kemal Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine sonsuz şükürler olsun ki; bizleri insan olarak yaratmış ve insanlığın esaslarını muhafaza edenlere dünya ve ahiretin saadetini vaad buyurmuştur.
Sahip olduğu isimle irtibatlı olarak bilinmelidir ki insan hemcinsiyle samimi olup ünsiyet eden bir varlık olarak yaratılmış ve bu özelliği sebebiyle de kendisine güzel bir ahlak lütfedilmiştir. İnsanlara lütfedilen bu güzel ahlakı devam ettirebilmeleri ancak güzel ahlak sahibi insanlara tabi olmaları ile mümkündür. Eğer insan kendisine lütfedilen bu güzel ahlakı muhafaza edemeyip kötü ahlak sahibi insanlara tabi olursa; o kötü insanların kötü ahlakları ile ahlaklanır da gün be gün insanlık seviyesinden aşağıya doğru düşmeye başlar.
Güzel ahlak sahibi insanlar bulundukları toplumun faziletini artırırken, kötü ahlak sahibi olan kimseler çevresinde bulundukları insanların yapmak istedikleri hayırlı işlere de mani olurlar.
Bu beraberliklerimizin neticeleriyle ilişkili olarak düşündüğümüzde Kur’an-ı Kerim’de buyurulan “(Ey Habîbim!) Onlara de ki: Şayet Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin.” ayet-i celilesinin manasını daha iyi anlayabiliriz. Dikkat edelim Rabbimiz, “Allah, çok namaz kılanları, oruç tutanları, zekât verenleri veya şu ibadetleri yapanları sever.” dememiştir. Rabbimiz bizlere yukarıdaki ayet-i kerimeden de anlaşıldığı üzere muhabbet-i ilahiyeye kavuşmanın yolunu “Rasûlüne tabi olmak” yani “tabiiyet” olarak bildirmiştir.
Tarihe baktığımız vakit kurtuluşa eren insanların ve toplumların, takva ehli hayırlı bir insana veya bir topluma tabi olarak kurtuluşa erdiklerini görürüz. Aynı şekilde felakete sürüklenen insan ve toplumların da sapıklaşan insan ve toplumlara tabi oldukları için felaketten felakete sürüklenerek helak olduklarını görürüz.
Bu sebeple kurtuluşu arayan ailelerin ilk vazifesi çocuklarını sünnet hayatı üzerine yetiştirmek ve onları sünnet hayatına göre yaşayan bir cemaatin içerisine yerleştirmektir. Eğer çocuklarımızı böyle bir cemaatin içerisine yerleştirebilirsek evlatlarımız o cemaatin ahlakı ile ahlaklanırlar. Allah muhafaza buyursun eğer gaflet ve cehaletimiz sebebiyle evlatlarımızı Allah’a isyan eden bir cemaat içerisine yerleştirirsek o yavrularımız onların hayatlarını doğru kabul edip sapıklaşarak sırat-ı müstakimden uzaklaşıp sapıklaşırlar. Tarihin sayfalarına bakarsanız bunun sayısız örneklerini görürüsünüz.
Bir üçüncü sınıf da vardır ki bunlar ne iyilere ne de kötülere tabi olurlar. Bunlar kibirleri sebebi ile istikrarsız bir şekilde yaşarlar. Hiçbir değer yargısına itibar etmezler. Menfaatleri onları nereye sürüklerse oraya gider, gerekirse zulmeder veya menfaat elde ederim düşüncesiyle aşağılık bir şekilde başkalarının düşüncelerinin esareti altında yaşamaya devam ederler. Bunların asla örnek alınmaması gerektiğini bizlere ifade sadedinde Allah Teâlâ Hazretleri bizlere birçok ayet-i kerimede şahsiyetli insanları tanıtmaktadır.
Musa (a.s) ile Yuşa (a.s) yola çıktıkları zaman Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri Hz. Musa’ya (a.s) tabi olan Yuşa’yı (a.s) “delikanlı” ismi ile taltif etmektedir. Yuşa’nın “delikanlı“ ismini almasının sebebi bir peygambere tabi olup, onunla birlikte Allah’a giden yolda beraberce yürümesi idi.
Bilmelisiniz ki Peygambere ittibâ etmeyen veya Peygambere ittibâ edenlerin yolunda olmayan insanların sapıklaşacağı değişmez bir hakikattir. Tarihe ve günümüz dünyasındaki hadiselere dikkatle bakarsanız ehl-i sünnet akidesinden uzaklaşıp sapıklaşan bazı toplumların, insanları felaketten felakete, sapıklığa ve ardından da cehennem çukurlarına doğru sürüklemekte olduklarını görürsünüz. Bu şer odakları zaman zaman bu gayretlerinde başarılı da olmuşlardır. Fitne odaklarının metotları zaman içerisinde değişiklik arz ettiğinden mü’minlerin öncelikle kendi inanç esaslarını sağlam kaynaklardan öğrenip çok uyanık olmaları lazımdır.
İnsanlarımız gafletleri neticesinde şu ya da bu isimlerle takvadan ve tevhid akidesinden uzak isimleri rehber kabul ederek peşlerine takılmakta ve bu bağlılıkta canlarını feda edecek derecede ileri gitmektedirler.
Bizler Allah’a tabi olan bir cemaat olmak istiyorsak evvela birbirimize sımsıkı bağlanmalıyız. Bunun için de öncelikle kalplerimizi birleştirip, toplum olarak meselelerimizi tek kalb olarak düşünmeye başlamalıyız. Bunu becerebilirsek kısa zamanda çok büyük mesafeler kat edeceğimizi nasıl bir yardımlaşma düşüncesinin meydana geleceğini ve ne büyük mükâfatlarla karşılaşacağımızı hayal dahi edemezsiniz.
Allah Teâlâ Hazretleri gönderdiği Kitab-ı İlahi’de bizlere kayıtsız şartsız olarak Peygambere tabi olmayı emretmektedir. Kurtulanların O’na ve getirdiği ayet-i kerimelere tabi olmakla kurtuluşa ereceklerini, helak olanların da ehl-i küfre tabi olarak sapıklaşıp helak olduklarını ve bundan sonra da aynı şekilde helak olacaklarını bildirmektedir. Allah cümlemizi bâtıla tabi olmaktan muhafaza buyurup Hakk’a tabi olanlardan eylesin.
Şayet insan olarak yaşamak istiyorsak; Allah Zülcelal’in bize “Ey insanlar” olarak seslendiğini asla unutmamalıyız. Eğer bizler birbirimizi insan olarak tanır; insan olmanın şerefini taşıyarak birbirimize karşı şefkat ve merhametle davranırsak yeryüzündeki bütün kavgalar, ihtilaflar ve sıkıntılar sona erer. Toplumları birbirine düşüren bütün meseleler hallolur.
Eğer insan olmanın şerefini, kıymetini bilmeyerek insanlık çemberinin dışında kalır isek insanlık âlemi huzur, saadet ve mutluluktan uzaklaşarak bugünkü tabirle terör belasının içine yuvarlanarak felaketten felakete sürüklenir. İnsanlara zulmedilir, her türlü hakaret edilir, iffet ve namusları ayaklar altında çiğnenir ve bir hiç uğruna katledilirler.
Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de “Ey insanlar, sizi insan olarak yaratan Ben’im.” buyurmaktadır. Bizi insan olarak yaratan Allah Teâlâ bize insan olarak yaşamamızı da emretmektedir. Bu da Peygamber Efendimiz’e ve ona ittibâ ederek gerçek manada insan olarak yaşayanlara tabi olmakla mümkündür.
Allah Zülcelâl Hazretleri insanoğlunu yarattığı varlıkların içerisinde müstesna bir varlık olarak yaratmıştır. Kâinatın yaratılışına baktığımız vakit Allah Zülcelâl’in bitkiler, ağaçlar, hayvanlar âlemini yarattığını görürüz. Ardından eti yenen ve yenmeyen hayvanlar âlemi ve vahşi canavarlar âlemi yaratılır. Bütün bu varlıklar havadan, sudan, ısıdan ve topraktan beslenmektedirler. İnsan da bütün diğer varlıklar gibi aynı maddelerden beslenir. Ama insan dışındaki varlıkların hiçbiri akıl ve şuur sahibi değildir.
Rabbimiz insanı dünya tahtında bir sultan olarak oturtmuştur. Dünyaya gönderilip tahta oturtulan insan yavrusu kendisine vaad edilen mertebelere yükselebilmesi için Allah Teâlâ hazretleri tarafından çeşitli vasıta ve vesilelerle uyarılmıştır.
İnsanın öncelikle bulunduğu bu makamdan melekler âlemine yükselebilmesi için Rabbimiz emir ve yasaklar koymuştur. Emirlere ve yasaklara itaat, melekler âlemine yükselecek olanların vasfıdır. Emir ve yasaklara riayet etmemek ise insan vasfını kaybetmiş olan diğer mahlûkatın vasıflarındandır.
Bunun için anne ve babalar kendilerine Allah Teâlâ tarafından emanet edilen bu insan yavrusunu Allah’ın koymuş olduğu ölçülere göre terbiye etmekle mükelleftir. Dünyaya gelen bu yavrunun, çevresini kuşatan fitne sağanağından ancak hayırlı bir anne ve babaya tâbi olmakla kurtulacağı muhakkaktır. İslam fıtratı üzerine dünyaya gelip büyüyen o çocuk eğer tâbi olacak birisini bulup da ona ittibâ ederek Rabbine giden yolda ilerlerse kurtuluşa erer. Aksi halde insan bulunduğu makamdan geriye doğru hüsran yolculuğuna başlar. Bu düşüşle insan evvela bitki âlemi seviyesine düşer. Eğer anne baba vazifelerini yerine getirmekte ihmalkârlık göstermeye devam ederlerse insan hayvanlar seviyesine iner ve yeme içme ve nefsi arzusundan başka bir şey düşünmez.
Bu insanla ilgilenilmezse insan bulunduğu seviyeden aşağı doğru düşmeye devam ederek kelbiyet seviyesine düşer. Artık bu insanın hayatı asli ruh mertebesinden uzaklaşmış ahlakı da kelplerin ahlakına benzemiştir. Kelp sıfatında gördüğünüz insanların bu hali tabiiyetlerinden dolayıdır. Çünkü insan ruhen kime tabi olursa onlar gibi yaşamaya başlar. Kelbiyet sıfatından kurtulamayan insanlar canavarlar sıfatına sürüklenirler. O zaman insanlık ve insanî değerlerle olan bütün irtibatları kesilir. Canavarlar etrafına zarar vermekten başka bir şey düşünmediği gibi canavarlaşmış insanlar da etraflarına zarar vermekten başka bir şey düşünmezler. Bunun sayısız örneği tarihin derinliklerinde olduğu gibi günümüz dünyasında da mevcuttur ve bu duruma hepimiz şahit olmaktayız. İnsan düştüğü bu seviyeden geriye dönemezse dönüp dolaşır ve şeytani seviyeye iner. Bu seviyeye inen insanın ruhu, şeytani ruh kaynağına iner ve bundan sonra o kimsenin bu seviyeden geriye dönüşü kolay kolay mümkün olmaz.
Allah Zülcelal Hazretleri bu hususu Nas Suresi’nde şu şekilde beyan buyurmaktadır: “Şeytandan ve şeytanlaşmış insanların şerrinden Allah’a sığınırım.”
Bilmelisiniz ki görünen şeytanlar görünmeyen şeytanlardan çok daha tehlikeli ve zararlıdır. Peygamberimiz (s.a.v) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır: “İki şeytan vardır, biri sûri şeytan (şeytanlaşmış insanlar), diğeri ise manevî şeytandır.”
Şunu da biliniz ki manevî şeytandan kurtuluş, şeytanlaşmış insanlardan kurtulmaktan çok daha kolaydır. Manevî şeytandan, ihlaslı bir şekilde okunan euzü besmele ve zikirle kurtulunabilir fakat sûri şeytanlardan kurtulmak ise bundan çok daha zordur. Peygamber Efendimiz bir diğer hadis-i şerifte de şöyle buyurmaktadır: “Sûri şeytan, insanların imanını almaya çalışır. Sûri şeytan, insanı inancından uzaklaştırınca manevi şeytan ona düştüğü felaketi görmesin diye ibadet etmesini emreder.”
Evet, nerede olursa olsun sûri şeytanın bütün gayreti insanı akide ve inancından uzaklaştırmak içindir.
Sûri şeytanın aldattığı öyle kimseler vardır ki; onlar gece ve gündüzlerini ibadetle geçirirler ama gaflet ve cehaletleri sebebi ile şeytanın, kalbinden imanını koparıp aldığının farkında dahi değildir. Bu şekilde yaptıkları ibadetten de zevk aldıklarını sanırlar.
Bizler bütün bu hakikatleri düşünerek Kur’an-ı Kerim’de insanı bütün mahlûkat seviyesinden üstün mertebeye taşıyan “Nâs” hitabına muhatap oluşun şeref ve kıymetini çok iyi düşünmeliyiz.
Anne baba, kendilerine emanet edilen bu şerefli makam sahibi yavruyu terbiye ederek vaad edilen makamlara yükseltmek için eğer imkânları ve ilimleri yetersizse o yavruyu muttaki bir ilim ehline teslim etmelidirler.
Muttaki bir rehbere tabi olan insan bulunduğu mertebeden kendisine vaad edilen mertebeye doğru yükselmeye başlar. Böylece kötü ahlaklardan birer birer arınarak insanlık mertebesine gelir. Bizlerin bu safhada mezhep ve tarikat düşüncesini tevhid akidesinin önüne çıkarma gibi bir hakkımız yoktur. Biz öncelikle insan olma seviyesinde bir araya gelmek mecburiyetindeyiz.
Dünya tarihine biraz bakın. Batıl dinlerin mezhep kavgaları yüzünden içine yuvarlandıkları felaketleri biraz düşünün. Ama birbirlerine düşman oldukları, birbirleriyle yüzyıl savaşları yaptıkları halde bu batıl din sahiplerinin, küfür ehlinin İslam’a karşı bir araya gelip birleşmelerine ve yaşadığımız dünyada başta Müslümanlar olmak üzere bütün mazlum insanlara nasıl zulmettiklerine bir bakınız. Bir bakın onlar nerelere nelerin, hesabını yapıyor, bizler nerelerde nasıl oyalanıyoruz?
Gaflet içerisindeki insan, hak ve hakikati düşünemeyecek kadar ahmaklaşır. Onlar da herkes gibi insan oldukları halde cehaletleri sebebi ile gözleri ile hakikatleri görmez ve duymazlar. Bu gaflet içerisindeki insanlar; zulme uğrayan, aç kalıp, ezilip, çiğnenen insanların hallerini görmedikleri gibi iç parçalayan çığlıklarını da duymazlar.
Rabbimiz bizi bu gaflet içerisindeki toplumdan muhafaza buyursun, bizlere ahiretin saadetini ihsan eylesin. Rabbim bizlere insanları insan olarak tanıyıp onlara insana layık bir şekilde muamele etmeyi ve insan olarak yaşamayı nasip buyursun.
Allah Zülcelal “Onların kulakları var ama hakkı duymazlar.” buyurmaktadır. Şimdi dikkat ediniz bu zalimler canavar seviyesine inince zalimlerin zulmü altında feryat eden mazlumların seslerini duymazlar. Bundan anlaşılıyor ki canavarlar seviyesine inen insanlar canavardan daha zalim ve gaddar oluyorlar.
Rabbimiz ayet-i kerimenin devamında ise bu gibi insanların durumunu bizlere: “Onlar hayvan seviyesindedirler, muhakkak hayvanlardan daha azgın ve aşağıdadırlar.”buyurarak bildirmiştir.
Bu ayet-i kerimeden anlıyoruz ki Allah ve Rasûlünün emir ve yasaklarına riayet etmeyen bu kimselerin, riayet eden muttaki âlimlere karşı muhabbet ve bağlılıkları da olmamıştır. Ama mutlak kurtuluş Hakk’a ittibâ ile mümkündür. İttiba çok önemli bir husustur. Dünya hayatında maddeten bir arada bulunup Rasûlullah’a ittibâ etmek şerefinden mahrum olmalarına rağmen asırlar sonrasında da Ona ittibâ sebebiyle büyük müjdelere nail olacak nice insanlar vardır.
Bir gün Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, “Ah benim kardeşlerime kavuşacak günüme!” der. Bunun üzerine sahabe-i kiram, “Ya Rasûlallah! Biz senin kardeşin değil miyiz?” diye sorarlar. Rasul-ü Ekrem Efendimiz: “Siz benim ashabımsınız.” buyurur. Sahabe-i kiram, “O halde kardeşleriniz kimdir?” diye sorunca Rasûlullah Efendimiz, “Onlar birbirlerine muhabbetle yaklaşırlar. Ahir zamanda yaşayacak olan bu ümmetim beni görmedikleri halde benim sünnetime tâbi olup bana kavuşmak için her şeylerini feda edeceklerdir.” şeklinde cevap buyururlar.
Bütün gayretimiz Rasûlullah’ın meth u sena ettiği bu ümmetten olabilmek için olsun.
Mevzuumuzu bitirirken durumu şu şekilde hulasa edelim:
Allah Tela Hazretlerinin buyurduğu gibi insan hayatının kurtuluşu mutlak suretle Hakk’a, Hakk’a tâbi olan muttaki rehberlere ittibâ ile mümkündür. İttibâ, cemaatlerin ve toplumların teşekkülüne vesile olur. İttibâ ile mü’minler tek bir kalb haline gelerek inşallah yıkılmaz bir güç olurlar.
Allah cümlemizi Hakk’a tâbi olanlara tâbi eylesin. Hepimize dünya ve ahiretin saadetini nasip buyursun.
Rasûl-ü Ekrem Efendimize sahabe-i kiramın âşık olduğu gibi âşık olmanın gayreti içerisinde olalım. Sünnet hayatı üzere yaşayıp kurtuluşa ermeyi Rabbimiz cümlemize nasip buyursun.
Selam, yazılanları okuyan ve okudukları ile amel eden, amel ettikleri ile diğer insanlara örnek olanlar üzerine olsun.