İçeriğe geç
Anasayfa » EDEB ve ÂDÂB İLE Mİ? ORMAN KANUNLARIYLA MI?

EDEB ve ÂDÂB İLE Mİ? ORMAN KANUNLARIYLA MI?

Ustalıkla kullanabildiğimiz bir torna tesviye makinemiz ile yeterli alet ve edevatımız varsa biraz araştırma yaparak öğrendiğimiz bilgilerle dört zamanlı bir benzin motoru yapabiliriz. Eğer yakıt akış sistemini, ateşleme sistemini, pistonunu, piston kolunu ve krank milini birbirine uygun ölçüde yapabilmişsek motorumuzu çalıştırabilir, bin-bin beş yüz devirle çalışan ve basit bazı işleri yapabilen bir makine elde etmiş oluruz. Ama çalışan bu motoru bir yarış arabasına takamayız. Önce şekil ve hacim problemi yaşar, motoru yarış arabasının şasisine oturtamayız. Motorumuzun hiçbir ayrıntısı yarış arabasının hiçbir tarafıyla uyuşmaz. Biraz daha araştırarak ve çalışarak üreteceğimiz çeşitli uyum aparatları ve uyumlulaştırma ile motoru yarış arabasına monte etmeyi başardığımızda bu sefer motorumuzun ürettiği hareket ve güç, taktığımız yarış arabasının işine yaramaz. Yarış arabasına taktığımız bu motor ile arabamız hareket edebilir ama motorumuzun ürettiği bu güçle arabamız bir yarış arabası gibi değil bir kağnı arabası gibi yürüyebilir ancak. Çünkü ürettiğimiz motor son derece ilkel bir motordur. Yarış arabasını yarış arabası gibi hareket ettirebilmek için on-on beş bin devir üreten, birkaç saniyede en yüksek devire ulaşan, arabanın her bir ayrıntısıyla mükemmel uyum içinde olan mükemmel bir motor yapmış olmak zorundayız. Bu motorun her bir ayrıntısı, arabanın her bir ayrıntısına ve otomobil yarışlarının zorlu şartlarına kusursuz düzeyde uygun olmalıdır. Yoksa motorumuzun büyük bir gürültüyle ürettiği cılız güç, arabamızı yirmi-otuz km sürate zar zor ulaştırabilir.

Yukarıda yazdığımız pasajı lisan ve anlam açısından incelersek pasaj boyunca üzerinde durduğumuz ana kavramın ‘UYUM’ kavramı olduğu görülür. Çünkü yaptığımız motorun istenen performansı gösterebilmesi için “yapılması şart olan işler”i anlatabilecek anahtar kavram ‘UYUM’ ve ‘UYGUNLUK’ kavramlarıdır.

“Uyum” ve “uygunluk” kavramlarını Arapçaya çevirmeye kalkarsak önümüze çıkacak olan kavram ‘SALÂH=SALİH’ kavramıdır. Başta Asr Suresi olmak üzere birçok ayet ve hadiste geçen “Salih Amel” ifadesinin, Kur’an ve İslam’ın çok önem verdiği birkaç kavramdan biri olduğunu hepimiz biliriz. Ancak bu çok önemli kavrama İslam’ın verdiği önemi bizim de aynı oran ve düzeyde verdiğimiz söylenemez. Sıradan bir benzin motoru değil de mükemmel bir yarış arabası motoru elde etmek istediğimizde birçok salih amel yani uygun ve uyumlu çalışma yapmak zorunda olduğumuz gibi dinî ve sosyal işlerimizde de mükemmel sonuçlar elde etmek için birçok salih amele, yani birçok uygun ve uyumlu çalışmalar yapmaya mecburuz.

“Salih amel” kavramını daha iyi anlamak için şu örnek olayı düşünelim: Öğle ezanının okunduğu sırada, beraber olduğumuz arkadaşlarımızdan birinin kötü bir kaza sonucu boynundaki büyük atardamarlarından birinin kesildiğini düşünelim. Acil müdahale edilmezse birkaç dakika içinde arkadaşımızın kan kaybından ölme ihtimali olduğu böyle bir durumda ‘Salih Amel’, vakti yeni girmiş olan öğle namazına durmak mıdır, yoksa hızla kan kaybetmekte olan arkadaşımızı en yakın hastaneye yetiştirmek midir? Hiç şüphesiz böyle bir olayda salih amel, hızla kan kaybeden arkadaşımızı en yakın hastaneye ulaştırmaktır. Bu durumda salih ameli, içinde bulunduğumuz zaman ve ortamda yapılması gereken en önemli iş olarak tarif edebiliriz. Salih amel, içinde bulunduğumuz şart ve durumlar çerçevesinde Allah rızasına ve dolayısıyla Onun yarattığı olaylara en uygun olan işlerdir. Bizim inancımıza göre her bir varlık ve her bir olay “Allah için ve Allah’ın rızası” dâhilinde olması oranında salih ameldir. Farz olan ibadetlerimizden en ciddi sosyal işlerimize kadar, mesleğimiz ile ilgili çalışmalarımızdan sıradan işlerimize kadar bütün işlerimizi salih amel çerçevesinde ve mükemmeliyetinde yapmayı hedeflemek imanımızın gereğidir. Her ibadetimiz ve her işimiz salih amel tanımına en üst düzeyde uygun olmalıdır.

İşlerimizin ve amellerimizin en yüksek salih amel düzeyine erişebilmesi için önemli bir kavrama daha ihtiyacımız vardır: Yapılması gereken ustalıklı ve incelikli işleri ifade eden çok önemli ve olağanüstü mükemmel bir kavram olan âdâb kavramına… Bir işin en mükemmel düzeyde yapılmasını sağlayan işler o işin edepleridir, yani âdâbıdır. Bir işin mükemmelliği arttıkça edepleri yani âdâbı artar. Bir işin âdâbı arttıkça işin mükemmeliyeti ve kalitesi de artar. Öyleyse âdâb, “olsa da olur, olmasa da” düzeyindeki teferruat kurallar değildir. Tam aksine, eğer mükemmel bir sonuç elde etmek istiyorsak o işin âdâbına uymaya mahkûmuz. Âdâba uymazsak sıradan bir sonuç elde ederiz hatta belki de hiçbir sonuç elde edemeyiz. İşte tam bu noktada, bugün yaşamakta olan biz Müslümanların en büyük problemlerinden biri ile karşı karşıya geliriz: Âdâbı, olsa da olur, olmasa da olur şeklinde algılamak.

Batının bize fark attığı nokta, teknolojide âdâbı yani işlerin inceliklerini (Onlar buna “Know how” diyorlar) çok önemsemeleridir. Hiç şüphesiz onlar işin adabını Yüce Mevla ile irtibatlandırmazlar. Ama Yüce Yaratıcımızla irtibatlandırma iddiasında olan bizlerin de işlerin adabına ne kadar önem verdiğimiz ortadadır. En önemli ibadetinin (namazın) vakitlerinin giriş-çıkışlarında 1337 , 1723 , 2109 , 0618 gibi dakika ölçeğinde hassasiyet gösteren bir dinin mensuplarının bir işi yaparken günleri, haftaları, ayları boş geçirmesi felaket düzeyinde bir çelişkidir. En ince ayrıntısına kadar bütün sosyal ilişkilerinde kul hakkını azami düzeyde önceleyen bir dinin mensuplarının kalp kırma, gönül yıkma konusuna aldırış etmemesi yaman bir iz’ansızlıktır. Küçük bir davranış farkıyla gönül almanın sağlayacağı ahiret kazancını önemsememek bu dine mensubiyetin tahammül edemeyeceği bir ciddiyetsizliktir. İman sistemimiz de çok ince ayrıntıları barındırmaz mı? Eskilerin tabiriyle “Zerre cennet, zerre cehennem” değil midir? Çölde susuz bir köpeğe, ayakkabısına doldurarak su veren birinin cennete gireceğini bildiren bir Peygamberin tebliğ ettiği dinin bağlısı olduğumuzu iddia etmiyor muyuz? Gecelerini namazla ve gündüzlerini oruçla ihya ettiği söylenen bir kadının, komşularıyla iyi geçinemediğinin bildirilmesi üzerine “O kadına söyleyin, cehennemdeki yerine hazırlansın.” buyuran bir ulu Peygamberin ümmetinden değil miyiz? Namazımızın gerektirdiği inceliklere ve hassasiyetlere lakayt davranmamız, namazımızın ve diğer çok önemli ibadetlerimizin de gittikçe lakaytlaşmasına sebep olmaktadır.

Bütün bu söylediklerimizle ulaşmak istediğimiz şey, pek önemli görmediğimiz ve bundan dolayı ihmal ettiğimiz ve bu ihmal sonucu gitgide günlük yaşamımızdan çıkardığımız âdâbın çok önemli olduğu gerçeğidir. Bizzat yaşadığımız bir âdâb örneği üzerinden konuya genişlik kazandırmaya çalışalım: Yıllar önce bir köye misafir olarak gitmiştik. İkram edilen yemeğin ardından ellerimizi yıkamak için lavaboya gittiğimizde bizden önce ellerini yıkamakta olan bir büyüğün, bize vermek üzere sabunu elinin tersine koyarak bize uzatması dikkatimizi çekmişti. Böyle yapmasının sebebini sorduğumuzda “Elimden eline suların damlaması sana tiksinti verebilir. Bu yüzden sabunu elimin üstüne koydum, oradan sen alırken eline elimin sularının damlamasını engellemiş oluruz.” İlk bakışta basit ve hatta abartılı gelebilir. Ama bize karşı sergilenen bu muhteşem edep iyi düşünüldüğünde karşısındakinin kişiliğini ve psikolojik yapısını bu kadar önemseyen insanların oluşturduğu bir toplumda ulaşılacak psiko-sosyal ortam ve o toplumun fertlerinin ulaşacağı ruh sağlığı düzeyini gözler önüne çıkarır. Karşısındakinin ruh halini bu kadar önemseyen ve bütün davranışlarını bu hassasiyet derecesinde düzenleyen bireylerin oluşturduğu bir toplumun psiko-sosyal yapısı hakkında neler söyleyebiliriz?

Daha yirmi-otuz yıl öncesinde toplumsal hayatı düzenleyen ve cennet bahçesine çeviren birçok âdâb, önemsemediğimiz için artık tarihin tozlu sayfalarına terk edilmiş durumdadır. Kalan birkaç âdâb kırıntısını da gelecek nesillere yani çocuklarımıza aktarmadığımız ise can yakıcı acı bir gerçektir. Artık toplumsal davranışlarımızı, birbirimizle ilişkilerimizi, geçmişimizden gelen zarafet ve asalet şahikaları değil, para ve güçten kaynaklanan orman kanunları belirliyor. Daha yirmi-otuz sene önce bu toplumun bir üyesi diğerine bir şey verirken “Alıver” derdi. “Alma”nın kaba bencilliğini, “Verme”nin asaleti içinde eritirdi ve karşısındakini, “Alan” bir bencil ve çıkarcı durumundan korumuş olurdu. “Veren elin alan elden üstünlüğü”nün teslim edildiği o toplumda, karşısındakinin sunduğu şeyi kabul etmenin ona değer verme inceliğini çağrıştırdığını, “Alma”nın bile değer “Verme” bağlamında görüldüğü, bu yüzden “Al” değil, “Alıver” denildiği bir toplum… Daha yirmi-otuz yıl öncesine kadar büyüklerimiz Rabbinden bir şey isterken “… nasip et, kabul et Allahım” demezdi, “…nasip ediver, kabul ediver Allahım” derdi, Rabbine karşı emir kipi kullanmanın kabalığından ve çiğliğinden sakınmak isterdi.

Komşuluk âdâbı, çalışma âdâbı, evlatlık âdâbı, talebelik âdâbı, çıraklık âdâbı; bayramlaşma âdâbı, selamlaşma âdâbı, alış-veriş âdâbı, dua âdâbı gibi nice inceliklerin ve zarafetlerin dolu olduğu o yüksek medeniyet ve hassasiyet tutumlarının artık adlarını hatırlamak bile oldukça zor.

Bu çok acı ve kötü gidişatın geri döndürülmesi mümkün mü? Efendimiz’in ﷺ mübarek sünnet-i seniyyesinin etkisi ile yüzlerce yıl boyunca gelişe gelişe yirmi-otuz yıl öncesine kadar gelen, ancak bıçak kesimi bir talihsizlikle orada kalıveren bu inceliklerin yeniden ihyası ve yaşamımıza geri dönmesi mümkün mü? Bize ve bizim gayretimize bağlı…