İçeriğe geç
Anasayfa » EDEBİN GÜZELLİKLERİ

EDEBİN GÜZELLİKLERİ

Edeb kelimesinin mânâsıyla ilgili olarak kitaplara bakıldığında değişik tarifler verilmektedir. Bunların özeti ise tek kelimeyle “güzellik”tir. Yani edeb, güzellik demektir. Duruşumuzdaki güzellik, oturuş ve kalkışımızdaki güzellik, konuşma ve dinlememizdeki güzellik, ibadetlerdeki güzellik… Bunların hepsi, edebin birer parçasıdır.

Edeb ile edebiyât arasında mânâ bakımından bir ilişki bulunmaktadır. Edebiyat yalnızca sözdeki zerâfet, âhenk ve letâfetten ibâret iken, edeb ise hem sözde ve davranışlarda hem de kalpteki zerâfet, âhenk ve letâfettir. Hattâ İbn Kuteybe (rh), Edebü’l-kâtib isimli eserinde dilin edebinden önce, kalbin edeb kazanmasının gerekli olduğunu zikreder.[1]

Her konuda bizim ilk örneğimiz Rasûlullah Efendimiz (sav) olduğu gibi edeb konusunda da yine örneğimiz Efendimiz (sav)’dir. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’de: “Andolsun, Allah’ın Rasûlünde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.”[2] buyurulmuştur. Buna binâen edebin kaynağı da “Beni Rabbim edeblendirdi, edebimi de üstün ve güzel eyledi.” buyuran Efendimizdir. Çünkü Efendimiz (sav), Rabbinin terbiyesinde bir edeb eğitimi almıştır.

Âlimlerin hayatına bakıldığında da ilmin yanında edep öğrenmeye de büyük önem verdikleri görülür. Meşhur hadis âlimlerinden Abdullah b. Mübârek (rh) (181/797), sanki günümüzü anlatır gibi şöyle demiştir:

“Bugün, çok hadis öğrenmekten ziyâde edeb öğrenmeye daha çok muhtacız.”[3]

İbnü’l-Mübârek, acaba bugünkü gençlerimiz ve insanlarımızın halini görseydi acaba bunu nasıl ifade ederdi.

İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe (rh) ise şöyle der:

“Âlimlerin hatıralarını dinlemek ve daima onlarla beraber oturmak, benim için çokça fıkıh okumaktan daha iyidir. Çünkü onların hatıralarında edeb ve ahlâk vardır.”[4]

Tasavvuf büyüklerinden Ebû Ali ed-Dekkâk (405/1015) ise ibadetlerdeki edebe şöyle dikkat çeker:

“Kul, tâatiyle cennete, ibadetindeki edebiyle ise Allah’a ulaşır.”[5]

Kureyşli bir gence “Kardeşim! İlimden önce edeb öğren.” tavsiyesinde bulunan İmâm Mâlik (rh)’in talebelerinden meşhur fıkıh ve hadis âlimi İbnü Vehb (197/813) şöyle demiştir:

“Mâlik’in edebi hakkında aktardığımız bilgiler, ondan öğrendiğimiz ilimden daha fazladır.”[6]

Benzer bir rivâyet de ünlü fıkıh ve hadis âlimi İbnü Sîrîn (110/729)’den gelmiştir. O ilim ehliyle ilgili olarak şöyle demiştir:

“Onlar, ilim öğrendikleri gibi hocalarının davranışlarını da öğreniyorlardı”.[7]

Bütün bunlar göstermektedir ki ilim ile edeb birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Sadece bilgi sahibi olmak, bilgiyle yüklenmek yeterli değildir. Bu bilgiyi edeble süsleyip güzelleştirmek gerekir. Bir şairimiz bunu şöyle ifade etmiştir:

Edeb ehl-i, ilimden hâlî olmaz

Edebsiz, ilim okuyan, âlim olmaz.

Gönül sultanlarından Yunus Emre de edebin ilmin ayrılmaz bir parçası olduğunu şu şiiriyle ifade eder:

İlim meclislerinde eyledim kıldım taleb,

Dediler ki ilim geride kaldı; illâ edeb, illâ edeb!..

Bu nedenle ki, tekke ve dergâhların duvarlarını süsleyen, giriş kapılarında asılı bulunan îkaz levhalarından birisi de “Edeb yâ Hû!” ifadesidir.

Edebini bilen kimse, maddî-mânevî birçok kazanç elde eder.

Edeb, insana birçok kazanç sağladığı gibi, görünür görünmez birçok belâdan da muhâfaza eder. Şâir bunu ne de güzel ifade etmiştir:

Edeb bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan,

Giy ol tâcı, emîn ol her belâdan…

Bir başka beyitte ise edebin insana maddî manevî birçok şey kazandırdığı şöyle dile getirilmiştir:

مَا نَالَ مَنْ نَالَ إلاَّ بِالتَّعْظِيمِ

ومَا حَرُمَ مَنْ حَرُمَ إِلاَّ بِتَرْكِ التَّعْظِيمِ

Bir üstünlük kazanan, bunu ancak edebi sayesinde elde etmiştir.

Bundan mahrum olan da, ancak edebi terk ettiği için mahrum olmuştur.

BÜYÜKLERDEN ÖRNEKLER

  1. ÖMER (ra):

Âlimlerden birisi şöyle anlatır:

Mescidde Hz. Ömer’le birlikte otururken birisi seslice yellenir. Ezan okununca o kişinin kalkıp abdest alması beklenir. Fakat kimse kalkmaz. Bunun üzerine Cerîr b. Abdullah, Hz. Ömer’e şöyle der:

“Yâ Emîra’l-mü’minîn, emir ver, hepimiz kalkıp abdest alalım.”

Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) şöyle der:

“Doğru söyledin. Seni câhiliyede efendi birisi olarak tanıdım, İslam’da da anlayışlı olduğunu görüyorum. Haydin, hep beraber kalkıp abdest alalım.”[8]

Bu şekilde abdesti bozulan kimse ifşâ edilmemiş, mahcup duruma düşmekten kurtarılmıştır.

  1. ABBÂS (ra):

Peygamberimizin amcası Hz. Abbâs (ra)’a: “Sen mi daha büyüksün yoksa Rasûlullah mı daha büyük?” diye sorulunca şöyle demiştir:

“O, benden daha büyük. Ben ise yaşça ondan daha büyüğüm.”[9]

İBNÜ ABBAS (ra):

Rasûlullah Efendimiz (sav)’in âhirete irtihâlinden sonra İbnü Abbâs sahâbe-i kirâmdan hadis öğrenmeye devam eder. Bir hadîs-i şerîf duyar ve bizzat râvîsi olan sahâbîden dinlemek üzere onun evine gider. Bu olayı kendisi şöyle anlatır:

“Öğleden sonra kaylûle vaktinde evin önüne geldim. Herkes kaylûlede olduğu için ben de elbisemin ucunu yastık yaparak yattım. Rüzgârdan dolayı üzerime toz toprak geliyordu. Şayet evine girmek için izin isteseydim bana izin verirdi. Bunu yapmamın sebebi onun gönlünü hoş etmekti. Kapıyı açıp da beni bu halde görünce şöyle dedi:

“Rasûlullah’ın amcaoğlu, hayırdır? Birisini gönderseydin de biz sana gelseydik ya.”

Ben de şöyle dedim:

“En uygunu benim sana gelmem. Çünkü ilim sahibine gidilir. İlim sahibi gelmez.”[10]

ÖMER B. ABDÜLAZİZ (ra):

Emevî halîfesi Ömer b. Abdülaziz’le ilgili şöyle anlatılır:

Bir gece onun meclisinde insanlar otururken lamba söner. Geç saat olduğu için hizmetçi de uyumuştur. Oradakilerden birisi lambaya yağ koyup yakmak için halîfeden izin ister. Bunun üzerine Ömer b. Abdülaziz şöyle der:

“Misafirine hizmet ettirmek kişiliğe yakışmaz.” Sonra kalkar küpten yağ alır ve lambaya koyup yakar. Ardından da şöyle der:

“Ömer olarak kalktım, yine Ömer olarak döndüm.”[11]

KONUŞMA VE DİNLEME ÂDÂBI

Âlimlerlerden birisi oğluna şöyle demiştir:

“Oğlum, güzel konuşmayı öğrendiğin gibi güzel dinlemeyi de öğren…”[12]

Başka bir âlim ise şöyle demiştir:

“Başkasına sorulan bir soruya sen cevap verme!”

Hasan el-Basrî (rh) de:

“İnsanlarla size döndükleri sürece konuşun.”[13]

OTURMA ÂDÂBI

Rasûlullah Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

“Bir mecliste kimse başkasına yer vermesin. Onun için yer açsın.”

Abdullah b. Ömer (ra) de birisi kalkıp da kendisine yer verince oraya oturmaz ve şöyle derdi:

“Kimse başkası için yerinden kalkmasın. Fakat yer açın ki Allah da size genişlik versin.”

Yine Efendimiz (sav):

“Senin yanına birisi oturduğunda ondan izin istemeden kalkma.”

Hz. Hasan’ın yanına birisi oturur, o da tam kalkmak üzeredir. O şahsa şöyle der:

“Biz tam kalkacakken sen de yanımıza oturdun. Bize müsâde var mı?”

Misafirinin yanında asla ayaklarını uzatmadığını söyleyen Saîd b. Âs şöyle der:

“Misafirin benim üzerimde üç hakkı vardır: Geldiğinde ona “Hoş geldin!” derim. Oturduğunda rahat etmesini sağlarım. Konuştuğunda da ona doğru dönerim.”

Hanefî âlimlerinden İbrâhîm en-Nehaî (rh) de şöyle demiştir:

“Sizden biriniz bir eve girdiğinde ev sahibinin gösterdiği yere otursun.”[14]

Yine Hasan el-Basrî de ismini sormaksızın birisiyle bir mecliste beraber oturmanın edebe aykırı olduğunu ifade etmiştir.

  1. ALİ (ra):

Yazımızı Hz. Ali (ra)’nin edeble ilgili şu güzel tavsiyeleriyle bitirmek istiyoruz. O şöyle demiştir:

“Yumuşak huylu olan, baş tâcı edilir. Baş tâcı edilen de bunun faydasını görür. Hayâlı olan saygı görür. Korkan hüsrâna uğrar. Lider olmak isteyen yönetimde sabırlı olur. Kendi ayıbını gören başkasını ayıbını görmez. Azgınlık kılıcını çekenin sonu da yine onunla olur. Kim, kardeşi için bir kuyu kazarsa oraya kendisi düşer. Kendi hatasını unutan, başkasının hatasını gözünde büyütür. Başkasının mahremiyetini lekeleyen kendi mahremiyetini lekelemiş olur. İnatlaşan kimse kendisine zarar verir. Büyük denizlere dalmaya kalkan orada boğulur. Kendi görüşünü beğenen başarısız olur. Kendi aklını üstün gören hata eder. İnsanlara karşı kibirlenen zelil olur. İşinde aşırı çalışan usanır. Alçak kimselerle arkadaşlık eden hakâret görür. Âlimlerle oturup kalkan ise değer görür. Kötü yerlere girip çıkan töhmet altında kalır. Ahlâkı güzel olanın işleri kolay olur. Sözü güzel olanın itibarı olur. Allah’tan korkan kazanır. Cehâletin peşine düşen adâlet yolundan sapar. Ecelin bir gün yakalayacağını bilenin arzuları kısa olur.” [15] 

 

[1] İbn Kuteybe, Edebü’l-kâtib, Beyrut 1405 / 1985, s. 14.

[2] Ahzâb; 33/21.

[3] er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, s. 129.

[4] İbnü’l-Hac el-Adberî, el-Medhal, Dâru’l-fikr, yy, 1981, I, 115.

[5] er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, s. 128.

[6] Tercemetü’l-eimmeti’l-erbea, I, 89.

[7] Hatib el-Bağdadî, el-Câmi li-ahlâki’r-râvî ve âdâbi’s-sâmi, h. no. 9.

[8] İbn Abdirabbih, el-İkdü’l-Ferîd, II, 263.

[9] İbn Abdirabbih, el-İkdü’l-Ferîd, II, 262.

[10] Abdurrahman Re’fet Bâşâ, Suver min hayâti’s-sahâbe, I, 178.

[11] İbn Abdirabbih, el-İkdü’l-Ferîd, II, 263.

[12] İbn Abdirabbih, el-İkdü’l-Ferîd, II, 264.

[13] İbn Abdirabbih, el-İkdü’l-Ferîd, II, 264.

[14] İbn Abdirabbih, el-İkdü’l-Ferîd, II, 266.

[15] İbn Abdirabbih, el-İkdü’l-Ferîd, II, 266.