İçeriğe geç
Anasayfa » EĞRİYİ DOĞRUDAN, SAĞLAMI ÇÜRÜKTEN AYIRT EDEBİLMEK Enver BAYTAN Hocaefendi ile ilim üzerine… (Mülakat)

EĞRİYİ DOĞRUDAN, SAĞLAMI ÇÜRÜKTEN AYIRT EDEBİLMEK Enver BAYTAN Hocaefendi ile ilim üzerine… (Mülakat)

  • Muhterem Hocam, kendisinden istifade edebileceğimiz “ehli-ilim”in tarifini yapacak olursak, bu kimselerde aranan şartlar nelerdir?

Evet, ilim ehli: bir takım ilimleri, bilgileri kendisinde toplayan bir zat… İlim ehli böyle bir zat demektir. İlim ehlinin bilmesi gereken ilimler nelerdir efendim? Alet ilimleri diye ilimler vardır, “ulûm-i âliye” denir onlara. Sonra yüksek ilimler manasına “ulûm-i ‘âliye” vardır. Bunların sırası vardır. Ancak bu sıraya göre bunları sağlam bir şekilde tahsil eden, öğrenen zat ulemâ mertebesine erer. Bu şekilde ona âlim denebilir.

Ulemâda aranan edepler vardır. Bu çok geniş bir meseledir. Aranan şartlar vardır. Kısa zamanda, böyle bir madde içinde bunlar söylenemez. Ancak ulemâ; gerek itikatta gerek amelde kumanda zincirine bağlı olarak bilgi edinmiş kimselere denir. O kumanda zincirini bozdu mu, ilmi yok gibi öyle sakatlanır ve kendisine itimat edilemez.

Esasen ilmin merkezi malum, Kur’ân-ı Azîmüş’şân’dır. Aynı zamanda onu tebliğ ve talim eden Rasûl-i Zîşân Efendimizdir. İtikat nasıl olacak, Rasûlullah (s.a.v) ashâb-ı kirâma öğretti. Onlar, Allah’a nasıl iman edilir, peygambere nasıl iman edilir, kitaba nasıl iman edilir bizzat Rasûlullah’tan bunları öğrendiler. Amelde de aynı şey vardır. Rasûl-i Zîşân Efendimiz (s.a.v) namazı güzelce talim etti. Kimden öğrendi, Cebrail (a.s)’den. İlk vakitlerini Cebrail (a.s)’den öğrendi, son vakitlerini Cebrail (a.s)’den öğrendi. Sonra mesela, hangi namazı nasıl kılacağını öğrendi. Ondan sonra kendisi öyle kılarak ashâb-ı kirâma gösterdi ve “Ben nasıl namaz kılıyorsam beni gördüğünüz gibi namazınızı kılın.” buyurdu. Onun için ulemâ kelimesinin yanında daima “ey: el-âmilûne bi’l-ilm” kaydı vardır. Ulemâ kelimesini şârihler, hadisleri şerh eden zatlar nerede şerh etmeye başlarlarsa el-ulemâ kelimesinin yanına şerh olarak “ey: el âmilûne bi’l- ilmi” yani ilimleriyle amel eden ulemâ ibaresini koymuşlardır.

İlimleriyle amel eden deyince, onların ilimleri nereden başlıyor. Rasûlullah’tan ve ona uyan ashâb-ı kirâmdan. Sonra onları gözden geçirip de ictihadlar yapan İmâm-ı Azamlar. Zincir böyle geliyor günümüze kadar. Bu türlü edep içinde olan ulemâ hâkikaten âlimlerdir. Aynı zamanda uyulmaya da layıktırlar. Bana göre dediği yerde ise ulemâ duraklar. Bana göre dedi mi, sorarlar, din sana göre mi olacak diye. ‘Bana göre’si olmaz. Daima deliller ortada, öğretilenler ortada. Buralardan mülhem olan bir yolda yürümek lazımdır.

Bir gün, İmam Ebu Yûsuf’a bir mesele-i diniyye soruyor o devrin müslümanı. Düşünüyor imam Ebu Yûsuf “Şu anda bunu bilemiyorum.” diye cevap veriyor. Edebe bak. O da sert karşılıyor “Madem bu kadar bir meseleyi bilemiyorsun, ne diye devletin bütçesinden maaş alıyorsun?” deyince “Ben, devletin bütçesinden bildiğimin maaşını alıyorum. Bilmediğimin maaşını almaya kalkarsam orada mal kalmaz.” Böyle söylüyor, değil mi efendim. Nasıl, burada bir edep var mı? Var. Atmasyon şeyler söylemedi onlar. Ulemâya yakışmaz. Ulemâ ilmin haddini bilecek. Nerede bilgisi varsa orada gerekeni söyleyecek. Sorulursa cevap verecek. Sorulmasa bile gerekiyorsa söyleyecek. Ama hududu içinde. Ondan sonra hududunu aşan bir şey olursa mesela tıbba dair bir mesele sorulursa, “Ben doktor değilim, onu gidin doktora sorun.” diyecek. Ulemâda edep budur.

  • Hocasız ilim elde etmek, bunu taleb etmek ne derece sıhhatlidir ve de hocanın rahle-i tedrîsinde bulunmanın ehemmiyeti nedir?

Hocasız ilim, bizim bildiğimiz bu ilimler mümkün değildir. ‘İlm-i ledün’ diye bir ilim vardır mesela. Onu şöyle koyun, ilmin kanunu vardır. Cenabı Hak (c.c), peygamberlerini peygamber olarak vazifelendirdiği zaman onlara muallimlik yapacak zatı gönderdi değil mi? Kimdi? Cebrail (a.s.). Aynı zamanda bazılarına kitap vererek gönderdi. Diğer bazılarına da gönderdiğim kitapla siz de amel edebilirsiniz, buyurdu. O da peygamber ama ona kitap gönderilmedi. Gönderilmişle amel etti. Aynı şeyi devam ederek insanlara öğretti. Şimdi, peygamberlere muallim gönderilmiş, ondan sonra o peygamberler insanlara muallimlik etmişler, tebliğat yapmışlar. Onu güzelce anlatmışlar öğretmişler ve müteselsilen böyle ulemâdan ulemâya, ulemâdan ulemâya ilim zamanımıza kadar gelmiş bundan sonra da aynı minvâl üzere devam edecektir.

‘Rahle’ kelimesi mühim bir kelimedir. O rahleler bugün bile benim hoşuma gidiyor. Mesela medreselerin binalarını gidin görün. Umumiyetle binaların pencereleri böyle geniştir, zaten aşağı yukarı hepsi yer evi gibi. Dışarıya doğru geniştir. Camın önünde rahle vardır. O rahleye bakarsınız camdan ışık alır. Etraf loş denilen karanlıkçadır. Etraf fazla görünmez. Talebe gelir kitabını o rahleye koyar. Gelen ışık güzelce aydınlatır. Bu da o sayfaları okur. Etrafı seyretmez. Onu meşgul edecek bir şeyi görmez. Okur, orada fevkalade bir anlayış olur kendisinde ve okuduğunu anlar. Bu şekilde bir kıymeti vardır. Güneşte bir kitap okuyun, aynı sayfayı gölgeye gelin de okuyun, aynı sayfaları gelin medrese odasında o rahleye koyarak okuyun, üçüncüsünde daha iyi anlarsınız. Niçin? Çünkü zekâ bir noktaya toplanıyor. Güneşte okuduğunuz zaman her tarafı görüyorsunuz böyle zaten yukarda da olduğu için zekâya tesir ediyor. Ağaç gölgesine geldiğiniz zaman ona nispetle zekâ biraz daha belli noktaya geliyor. Ama medrese odasına girdiğiniz zaman büsbütün bir noktaya toplanıyor. Bilmem anlaşılıyor mu? Tatbikat edilerek yapıldığı kanaatindeyim. Bu şekilde böyle tedrisat devam ediyordu.

Hocasız da olur, deyince; ‘Nasıl olur?’ hemen sorulur. Yazı bilmiyorsa kendi kendine öğrenecek mi? Hayır. Öyleyse ne lazım? Hoca lazım. Diğer ilimler de aynı. Hocalardan alma başkadır. Hocalar her zaman öğreticidir. Muallimi olmayan bir ilim düşünülemez. Gerçi görgüler var duygular var. Bunlar var… İlim deyince nedir? İlim elektir esasen. Bir elek. Sağlamı, çürüğü; eğriyi, doğruyu ayırt eden bir elek. Bizim tarafta, böyle buğdayı sallarlar, yaramaz şeyler alta geçer. İlim de böyledir. Bununla beraber ilmi üstâzdan almak vazifedir. Buna çok dikkat etmelidir. Üstâzın hali, üstâzın edebi, üstâzın konuşması, her şeyi tavrı hareketi o ilme dâhildir. Yani bu şekilde, böyle üstâza ihtiyaç vardır. Onu inkar etmek mümkün değil.

  • Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in, duasında Allah Teala’ya sığındığı “fayda vermeyen ilim” hususundan bahseder misiniz?

Evet, “Allahumme innî eûzu bike min ilmin lâ yenfe’” “Allahım, ben fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.” buyuruyor. Bir kere şöyle bir cümle aklımda. “El-ilmu bilâ amelin ke’ş-şeceri bilâ semerin.” (Amelsiz ilim meyvesiz ağaç gibidir.) Esasen ilimden maksat nedir? Ameldir. İlimden maksat ameldir. Abdest almayı öğrendi. Abdest almıyor. Halbuki onu öğrenmekten maksat neydi? Abdest almak idi. İlim amelsiz olmamalıdır. İman bile böyledir. Yani oda mademki iman ettin, inanandan iş beklenir. Emredileni yap; yasak edilenden kaç. “Vel-asri, inne’l-insane lefî husrin, illellezine âmenû…” arkasından “ve amilussâlihâti..” buyruluyor. Kurtulanlar kim oluyor burada? İman edenler ve gereği olan amel-i sâlihi yapanlar. İlimden kasıt ameldir. Şimdi bir kimsenin, bir talebenin niyeti nasıl olmalı? Talebe ilme başlarken, ben ilme çalışıp kendimi cehaletten kurtaracağım sonra öğrendiklerimle amel edeceğim sonra başkalarına öğrendiğimi öğreteceğim, onların da amel etmeleri için çalışacağım… Talebenin niyeti bu türlü olacak. Yoksa ‘ona buna çalım satmak için ilim tahsil edenlere ilim haramdır.’ deniyor. Ulemâ bunu söylüyor. İlim tahsil edecekte bu adam alimallah o ilimle makam zaptedecek. Halktan hürmet bekliyor. Böyle fasid bir niyetle okumak aslında yasaktır. İlmin bir şerefi vardır. Buna dikkat etmeli.

Kibir de olmamalı ulemâda. Devrimizde mesela bazı hocaefendiler gördük biz. Ömer Nasûhî Efendi Allah rahmet eylesin. Âlim miydi? Âlimdi. Fadıl idi aynı zamanda faziletliydi. Müftüdür, makamında oturuyor. Bir Müslüman geliyor, fetva soruyor. Oda zile basıyor, yardımcısı var yardımcısını çağırıyor. Ama o da hoca. Hangi mesele hangi kitapta bulunur biliyor yani. “Bu kardeş şöyle bir şey soruyor efendi, açın kitabı bakın bakalım ulemâ ne demişler.” O da gider kitapta yerini bulur getirir önüne verir. O da bakar “Kardeş, senin şu sualine ulemâ şu türlü cevap veriyor.” der, halbuki kendisi buraya bakmadan da bu cevabı verir. Verir ama adam acaba doğrumu diye başkasına gidebilir. Ama kitaptan bakarak, ulemâ sana bu cevabı veriyor deyince kolay kolay başkasına gitmez. Öyle değimlidir? Bu şekilde böyle bu tevazu onda vardı. Allah rahmet eylesin. Onun için kitaplarına itiraz yok. Kitaplarını yazmış güvenle okunur. Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmûsu gibi Büyük İslâm İlmihali gibi. Allah razı olsun…

  • Az evvel bahsettiğiniz, Ömer Nasûhî Efendi gibi hayatınıza tesir eden ilim ehli şahsiyetlerden ve onların vasıflarından da bizlere bahsederseniz misiniz?

Onlarda beğenilecek çok şey var. Medrese devrinin son zamanında ancak mezun olabilmiş sonra medreseler kapanmış. O hocaları biz gördük. Elini öptük. Bekir Hâki Efendi keza, yakından gördük. Ömer Nasûhî Efendi geçmişe, temele bağlı; verdiği fetvalarda daima kitabı esas almış, teslimiyet içinde gereken fetvayı vermiş yahut yazacağı yazıyı yazmış. Fevkalade edep sahibi bir zat idi Ömer Nasûhî Efendi.

Bekir Hâki Efendi keza o da öyleydi. Yalnız biri kitap yazabilmiştir. Bekir Hâki Efendi biraz sıkıntılıydı onun için. Bize ders okuturdu. Hem tefsir okuttu bize hem hadis okuttu. Hadisten Buhârî’yi, tefsirden Kâzî’yi bize okuttu efendim. Allah hepsine rahmet eylesin. Bekir Hâki Efendi, o derece ibaresi düzgün ve doğru idi ki kolay kolay üstün ötresinde vesairesinde yanlışlık yapmazdı. Hayret edersiniz. Şairlerin sözlerini bile, bir beytini mesela iki satırlık bir şiirini görse o kadar sırayla sıralanmış o şiirin içinden bir zamir çok önceki mısralara gitse onu bulur. O kadar kuvvetli. Sarfta kuvvetli, nahivde kuvvetli, edebiyatta kuvvetli… Osmanlı edebiyatını onun kadar bilen bir adam görmedim. Fuzûlî’nin divanını onun kadar anlayacak bir zat görmedim. Bambaşkaydı o. Onları iyi anlardı. Cemiyetli insanlardı onlar. Ali Yektâ Efendi, Allah rahmet eylesin, Eminönü müftüsüydü. O zaman Ali Yekta Efendi’ye hocam dedim, bir fetva gördüm. Behçetü’-Fetâvâ’da bir fetva gördüm. Orada diyor ki: Zeyd Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı Fatiha’dan bed’ edip, İhlâs’a kadar okusa, badehû Amr’a: sen itmam eyle deyu emretse, bu Amr dahî İhlâs-ı Şerîf’i ve muavvezeteyni okusa, Zeyd hatm-i Kur’ân etmiş olur mu? El cevap: Olmaz. Peki, hâkikaten bir sûre bile eksik okumuş olsa hatim olmuyor değil mi bu fetvaya göre? Onu o zaman bir düşündüm. Hocaefendiye sordum… On kişi toplanıyoruz biz imamlar müezzinler bir yere çağırıyorlar hatim okuyun diye. Üçer cüz taksim ediyoruz. Ona sorsalar hatim indirmedin. “Şimdi o hatim sevabını hediye ediyorlar.” dedi “hatim değil”, dedi. Üç cüz okuyan sevap aldı mı? O üç cüz okuyan da bir sevap aldı mı, okuyanların hepsi aldı mı? Evet, yekûn olarak hatim sevabı oluyor mu? Evet. Hediye edilen odur dedi. Zeki insandı çok. Ali Yekta Efendi çok zeki bir insan. İlmi de iyiydi. Allah rahmet eylesin. Bunların hepsi edepliydiler. İlimleri sağlam idi efendim. Evet efendim. O hoca efendileri gördük. Ömer Nasûhî Efendi, Bekir Hâki Efendi, Ali Yekta Efendi, Ermenaklı Saffet Efendi ondan sonra mesela Hüsrev Hocaefendi vardı Allah rahmet eylesin. Fatih Camii’nde vaaz ederdi. Bunları hep biz gördük.  Bunların elini öptük zamanında ve bereketini gördük çok şükür. Bunu açık söylüyorum yani bereketini gördük. Konya Hadımlı Musa Kazım Efendi vardı. Fıkıhta hocalarımızdan biri de odur. Başkasından da fıkıh dersi aldık. Bu Hocaefendi’den de fıkıh dersi aldık. Hocaefendi daveti ikramı severdi. Hayatta evlenememiş. 93 yaşında rahmetli oldu. Hep bekâr olarak yaşamış ve talebe okutmaya devam etmiş…

Aklıma geliyor epey de hatıramız var. Bir gün ben derse giderken, salla parti gitmezdim çok şükür. Önce okuyacağımız dersi gözden geçirirdim. İbarede benim çözemeyeceğim bir söz geçerse onu lügatten bakarım filan. Ahterî’ye baktım bir gün bir kelime için. Manayı öğrendim. Derse gittim. Hocaefendi’ye mana verirken benim öğrendiğim manaya uymadı. “Hocaefendi, dedim, bu kelimenin manası bu mudur?” “Evet.” dedi. “Ben Ahterî’ye baktım, orada bir başka mana verilmiş.” dedim. “Şu benim Ahterî’yi ver.” dedi. Onun el yazması Ahterî’si vardı büyük. Verdim, baktım onun dediği mana. “Gel bak bakalım.” dedi. Baktım. “Hocaefendi sizin verdiğiniz mana buna göre doğru; ama ben de Ahterî’ye baktım…” kulağımdan tuttu “İşte medresede mürekkeb yalamanın faydası budur.” dedi. “Git bak bakalım hatası var mı, cetveli var mı yok mu onu yokladın mı?” dedi. Baktım, Hocaefendininki doğru, hayret edersiniz… Allah hepsine rahmet eylesin… Bu şekilde, böyle bazı hatıralar da var…

Muhterem Hocam, vakit ayırıp sorularımızı cevaplandırdığınız için çok teşekkür ederiz…

Mülâkat: Ahmet ER