Mektubât 380. Mektup*
2 .cilt 67. mektup
Rahman Rahim ve Allah’ın adı ile.
Allah’a hamd olsun. Selâm olsun, onun seçmiş olduğu kullarına.
İnsanın, öncelikle itikadını düzeltmesi gerek. Bu düzeltme de, fırka-i nâciye olan ehl-i sünnet ve’l-cemaatın görüşlerine uygun olarak yapılmalıdır. Allah onların hepsinden razı olsun. Zira onlar, süvad-ı azamdır; cemm-i gafirdir.
Evet, itikad anlatılan manada tashih edilmeli ki; uhrevî felah, ebedî necat tasavvur edile…
Kötü itikad ki, ehl-i sünnet inançlarına muhalefettir; öldürücü zehir durumundadır ve ebedî ölüme, sonsuz azaba götürür.
Amelde müdâhane ve onda gevşeklik işinde bir mağfiret ümidi vardır; amma itikadda müdahane işinde asla mağfiret yeri yoktur.
Bir Âyet-i Kerim’e meali:
“Allah, kendine şirk koşanı bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar.”(4/48)
***
Şimdi, kısa ve öz bir lisanla, ehl-i sünnet itikadını sıralayacağız; bunların muktezasına göre, itikadı düzeltmek gerek. Tazarru edip Sübhan Hakka yönelerek, bu devlet üzerine istikamet taleb edilmelidir.
Bilesin ki;
Yüce Allah, kadîm zatı ile mevcuttur. Sair eşya ise, onun verdiği vücud ile mevcuttur. O’nun yaratması ile, ademden vücuda gelmiştir.
Sübhan Allah kadîmdir, ezelîdir. Eşyanın tümü ise, yoktan var edilmiştir. O zat ki, kadîm ve ezelîdir; bâkî ve ebedîdir. Her ne şey ki, sonradan yaratılmıştır ve geçmişinde adem (yokluk) vardır, o dahi fânî ve müstehlektir. Yani zevâle yüz tutmuştur.
O Sübhan Zat, birdir, şerîki yoktur;
O yüce Allah’ın kâmil sıfatları vardır; onlardan bazıları şunlardır: Hayat, ilim, kudret, irade, sem’, basar, kelâm, tekvin…
Yüce Allah’ın zatında zamanın, mekânın, cihetin yeri yoktur. Zira bütün bunlar, O’nun yarattıklarıdır.
Allah Teâlâ’dan haberi olmayan bir cemaat zannetti ki, Allah Teâlâ, arşın üstündedir. Böylelikle, onun için üst yanda bir mekân ispat ettiler. Arş ve ondan başkası, onun ihtiva ettikleri tümden hâdis olup Allah Teâlâ’nın mahlûkatıdır. Hâdis ve mahlûk olan bir şey için ne mecal vardır ki; kadim olan yaratıcıya mekân ola, O’nun için karargâh ola.
***
Allah Teâlâ’nın dengi, kadını, çocuğu yoktur.
Allah Teâlâ, zatında ve sıfatında keyfiyetten, benzerlikten, misalden münezzehtir. İlmimizin ulaştığı odur ki, Allah Teâlâ, zatını senâ edip vasfettiği kâmil sıfatları ve isimleri ile mevcuttur. Onlarla mevsuftur. Ne var ki; fehimlerimizle, idrakimizle idrak ettiğimiz, akıllarımızla tasavvur ettiğimiz her şeyden Allah Teâlâ, yücedir, münezzehtir. Nitekim bu manalar daha önce de anlatıldı.
Bir Âyet-i Kerime meali:
“Gözler, onu idrak edemez.” (6/103)
***
Bilinmesi yerinde olur ki, Allah Teâlâ’nın isimleri tevkifiyedir. Yani onların ıtlakı, şeriat sahibinden duyulduğu üzeredir.
Hangi isim ki, onun Hazret-i Hakk’a ıtlakı şeriatte vârid olmuştur; işte onun Hazret-i Hakk’a ıtlakı caizdir. Şayet şeriatta vârid olmamış ise, onun ıtlakı da Hazret-i Hakk’a caiz değildir, isterse o isimde kemal manası münderic olsun. Bu manadan ötürü, şeriatta vârid olduğu için:
-Cevvad… ıtlakı caizdir. Amma, şeriatte gelmediği için SAHÎ ıtlakı caiz değildir.
***
Kur’an, Allah Teâlâ’nın kelâmıdır. Harf ve ses libasına girerek, Rasûlullah Efendimize inzal edilmiştir. Allah Teâlâ, onunla kullarına emirlerini ve yasaklarını bildirmiştir.
Sair kitaplar ve sahifeler dahi, geçmişteki peygamberlere inzal olunmuşlardır. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ve onlara salât ve selâm. O kitapların ve sahitelerin hemen hepsi, Sübhan Allah’ın kelâmıdır.
Kur’an-ı Kerim’e, o kitaplar sahifelere her ne ki derc edilmiştir; onların hepsi Allah Teâlâ’nın hükümleri olup vakitlere ve zamanlara göre, onları kullarına teklif etmiştir.
***
Hak Teâlâ’yı mü’minlerin, cennette görmeleri cihetsiz, mukabelesiz ve ihatasız olarak haktır. Biz, bu uhrevî ru’yete inanırız. Amma onun keyfiyeti ile meşgul olmayız.
Allah Teâlâ’yı görmek, bir keyfiyete bağlı değildir. Keyfiyet ve misal erbabına onun hakikatinden yana bir şey zahir olmaz. Ondan yana da, imandan başka nasipleri olmaz.
Felsefecilerin, mutezilenin ve diğer bid’atçıların hüsranı ne kadar büyüktür ki, körlükten, mahrumiyetten ötürü, uhrevi olan ru’yeti inkâr ederler.
***
Allah Teâlâ, nasıl kulların yaratanı ise, onların fiillerinin de yaratanıdır. Onların fiilleri ister hayır olsun, ister şer. Bunların hepsi de, Allah’ın takdiri iledir.
Lâkin Allah Teâlâ, hayırdan razıdır; serden razı değildir. İsterse, her ikisi de O’nun iradesi ve istemesi ile olsun. Lâyık olan odur ki, edep icabı, tek başına şer, Allah Teâlâ’ya bağlanmaya… Meselâ,
-Şerrin halikı, denmeye… Şöyle demek yerinde olur
-Hayrın ve şerrin halikı…
Nitekim ulema, Allah Teâlâ için şöyle söylenmesine kâil olmuştur:
-Allah Teâlâ, her şeyin halikıdır.
Amma, şöyle demenin yakışmayacağını anlatmışlardır:
-Kazûratın ve hınzırların yaratıcısı.
Zira, yüce mukaddes Hakkın zatına karşı edebe riâyet böyle dememeyi gerektirir.
***
Peygamberler, Sübhan Hakk’ın elçileridir. Halka gönderilmişlerdir ki, onları Yüce Zatına davet edip onları dalâletten çıkarıp hidayet yoluna götüreler. Onların davetini kabul eden herkesi, cennetle müjdelerler. Kendilerini inkâr edenleri dahi, cehennem azabı ile tehdid ederler.
Onların Yüce Hak tarafından tebliğ edip bildirdikleri doğrudur; haktır. Onda yalan şaibesi yoktur.
Peygamberlerin sonuncusu, Allah’ın Rasûlü Muhammed’dir. Onun getirdiği din dahi, geçmiş dinlerin hepsini neshedip hükümsüz bırakmaktadır. Onun getirdiği kitap geçmiş kitapların en faziletlisidir.
Onun şeriatı nesh olmaz; kıyamete kadar bâkîdir.
İsa (a.s) yere inecek ve Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin şeriatı ile amel edecektir; onun ümmeti arasına girecektir.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin ahirete dair verdiği haberlerin hepsi haktır. Meselâ, kabir azabı, lahd sıkıntısı, orada Münker Nekir’in sorgusu. Bu arada; âlemin fenâ bulacağını, semaların yarılacağını, yıldızların döküleceğini, yerin ve dağların zevalini, onların parçalanmalarını, haşri, neşri, ruhun cesede iadesini, kıyamet sarsıntısını, kıyamet günü sıkıntılarını, amellerin hesabını yapılan amellere duyguların şehadetini, sağdan soldan gelecek iyi kötü amel defterlerini, artık eksik yanlarının bilinmesi için iyiliklerin ve kötülüklerin tartılmasına mizan kurulmasını sayabiliriz. Hasenat gözü ağır gelir ise, necat alâmetidir; hafif gelir ise, hüsrana alâmettir. O mizanın ağırlık ve hafiflik değerlendirilmesi dünya mizanı değerlendirilmesinin aksinedir. Orada yüksekte kalan göz, ağır olur; aşağı düşen göz ise, hafif kalır.
***
Başta enbiyanın, ikinci olaraktan da; salih kulların mü’minlerin âsilerine Malik-i Yevmiddin olan Yüce Sultan Zat’ın izni ile şefaatlari sabittir. Bu manada Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurdu: “Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenleredir.”
***
Sırat köprüsü, cehennem üstüne kurulacaktır. Mü’minler, onun üzerinden geçip cennete gideceklerdir. Kâfirlerin dahi, ayakları kayar; oradan cehenneme düşerler.
***
Cennet mü’minlerin nimetlendirilmesi için hazırlanmıştır. Cehennem dahi, kâfirlere azab edilmesi için hazırlanmıştır. Her ikisi de, şu an yaratılmışlardır. Sonsuzlara kadar da bâkî kalacaklardır; fânî olmazlar.
Mü’minler muhasebe edildikten sonra, cennete girince orada dâim kalırlar; oradan çıkarılmazlar.
Küffar dahi, cehenneme girdikten sonra, orada dâim kalırlar. Sonsuzlara kadar orada azab görürler. Onlar için azabın hafifletilmesi caiz değildir. Bu manada bir Âyet-i Kerim’e şöyledir:
“Onun içinde ebedî kalacaklardır. Onlardan azabı hafifletilmez. Kendilerinin yüzlerine de bakılmaz.” (2/162)
Kalbinde zerre miktar imanı olan bir kimse, masiyette ifratı sebebi ile cehenneme girerse, isyanı kadar orada azab görür. Sonunda çıkar. Kâfirlerinki gibi onların yüzleri kararmaz. İmanına hürmeten, kendisine bukağı ve zincir vurulmaz. Yani kâfirlere olduğu gibi.
***
Melekler, Sübhan Allah’ın mükerrem kullarıdır. Allah Teâlâ’nın onlara emrettiği şeye asi gelmezler. Emrolunduklarını yaparlar. Kadınlık, erkeklik vasıflarından beridirler. Tevalüd ve tenasül onlar hakkında yoktur.
Allah Teâlâ, onlardan bazılarını, elçilik vazifesi için seçmiş; vahiy tebliği ile şereflendirmiştir. Enbiyanın kitaplarını ve sahifelerini getiren bunlardır. Onlara salât ve selâm olsun.
Bunlar, hatadan ve halelden mahfuzdurlar, düşmanın hilesinden ve mekrinden masumdurlar.
Onların, Allah tarafından tebliğ ettiklerinin hepsi de doğrudur; tamamdır. Onda hata ve şüphe ihtimali şâibesi yoktur.
Bu büyükler, Yüce Hakk’ın azametinden korkarlar. Onlar için, yüce Allah’ın emrini yerine getirmekten başka meşguliyet yoktur.
***
İman, kalb ile tasdik, dil ile de ikrardır. Yani tevatür ve zaruret olarak, dinden yana bize tebliğ edilenlere.
Duygularla amel etmek, imanın kendisinden hariçtir. Lâkin, bu ameller imanda kemali artırır; ona güzellik getirir.
İmam-ı Azam (r.h) şöyle dedi:
-İman, ziyadeyi ve noksanı kabul etmez.
Zira, kalben tasdik, kalbin yakininden ve onun iz’anından ibarettir. Onda ziyadelik ve noksanlık için bir değişiklik olma mecali yoktur. O ki, tefavüt kabul eder; o şey, zan ve vehim dairesine dâhildir.
İmanın kemali ve noksanı taat ve hasenat itibarına göredir. Taat arttıkça, imanın kemali de artar.
Avam mü’minlerin imanı, enbiyanın imanı gibi olamaz. Onlara salât ve selâm olsun. Zira onların imanı, kemal zirvesine ulaşmıştır.
***
İmamet ve hilâfet bahsi, ehl-i sünnet katında her ne kadar dinin asıl meselelerinden değil; itikada dahi taalluk etmemekte ise de; lâkin Şia bu babda azıtıp ifrata ve tefrite düştüklerinden dolayı ehl-i sünnet uleması bu bahsi zarûrî olarak, kelâm ilmine katıp işin hakikatini beyan ettiler.
Hatemü’r-rusül Rasûlullah (s.a.v) Efendimizden sonra hak üzere imam, mutlak halife Hazreti Ebu Bekir Sıddık, sonra Hazreti Ömer’ül-Faruk, sonra Osman Zinnûreyn, daha sonra Ali b. Ebi Talib’dir. Allah onların hepsinden de razı olsun. Bunların daha faziletli oluşları dahi, bu hilâfet tertiplerine göredir.
Hazreti Ebi Bekir’in ve Hazreti Ömer’in daha faziletli oldukları, sahabenin ve tabiinin icma kararı ile sabittir. Nitekim böyle olduğu, imamların büyüklerinden nakledilmiştir.
Cemel ve Sıffıyn muharebesi gibi, ashab-ı kiram arasında vukubulan münazaa ve muharebelere gelince, yerinde olur ki, bunlar, doğru yoldan iyiye yorula… Bu hususta, ashab-ı kiram, nefsâni hevseten ve taassuptan (batıl saplantıdan) uzak görüle… Zira o büyüklerin nefisleri, Rasûlullah’ın sohbeti ile hevâ ve hevesten tezkiye edilmiştir; kinden ve hasetten dahi temizlenmiştir.
Eğer onlardan bir musalâha vaki olmuş ise, Hak içindir. Şayet onlardan bir münazaa ve çekişme zuhur etmiş ise, bu dahi yine Sübhan Hak içindir.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin bütün ashabına tazim edile. Onların hepsi de hayırla anıla… Onlardan hiçbirine kötü zan beslenmeye. Onların münazaası, başkalarının müsalahasından daha faziletli görüle… İşte necat ve felah yolu budur.
Zira Rasûlullah’ın ashabına karşı beslenen sevgi, Rasûlullah (s.a.v) Efendimize olan sevgi sebebi iledir. Onlara beslenen buğz ise, Rasûlullah (s.a.v) Efendimize buğza çeker. Bu manada, büyüklerden biri şöyle dedi:
– Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin ashabına tazim etmeyen, Allah’ın Rasûlüne iman etmemiştir.
***
Muhbir-i Sıddık Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin haber verdiği kıyamet alâmetlerin hepsi haktır. Onlarda yalan ihtimali yoktur. Onlar arasında şunlar vardır:
Alışılmışın aksine, güneşin mağripten doğması,
Mehdinin zuhuru,
Ruhullah İsa’nın nüzulü. Rasûlullah Efendimize ve ona salât-ı selâm. Deccalin çıkması,
Ye’cuc ve Me’cuc’un zuhuru,
Dabbe-i arzın çıkması,
Semadan bir dumanın zuhuru ile, insanları kaplayıp onlara elim bir azab ile azab etmesi. O kadar zorlanacaklardır ki, artık insanlar şöyle diyecekler:
“Rabbimiz, bizden azabı aç; biz mü’minleriz.”(44/12)
Kıyamet alâmetlerinin sonuncusu odur ki, Aden tarafından bir ateş çıkacaktır.
***
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurdu:
“İsrailoğulları, yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Onlardan biri müstesna, hepsi de cehennemdedir.
Ümmetim dahi, yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Onların da hepsi cehennemdedir; ancak biri müstesna…”
Dediler ki:
-Bu fırka-i nâciye kimdir, Ya Rasûlallah?
Bunun üzerine, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Onlar, ben ve ashabımın üzerinde bulunduğu hal üzere olanlardır.”
Burada anlatılan fırka-i nâciye, ehl-i sünnet ve’l-cemaattır. Onlar, Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin mütabaatını ve onun ashabının mütabaatını bırakmayanlardır.
Allah’ım, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadı üzerine bize sebat ver. Bizi onların zümresi ile öldür; bizi onlarla haşreyle…
“Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra, kalblerimizi kaydırma. Katından bize rahmet hibe eyle. Çünkü Sen Vehhâb (hibesi en çok olan)sın.”(2/8)
***
Rasûlullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
“İçinizde, benden sonra yasayanlar çok ihtilâf görecektir. O durumda, size gereken, sünnetime ve benden sonra Hulefa-i Raşidin’in sünnetine tabi olmaktır. Ona tutununuz ve azı dişlerinizle yapışınız. Bilhassa, yeni icadlardan sakınınız. Zira her yeni icad bid’attır ve her bid’at dahi dalâlettir. Benden sonra her ne ihdas edilir ise, o reddir.”