Kadri bilinmesi gereken nice kıymetler, hazineler var. İstifade edilmesi gereken nice üstadlar, hocalar var. Bilinmemeleri, tanınmamaları onlar için değil ama şüphesiz bizim için büyük bir eksikliktir. Bu sebeple her sayımızda memleketimizin değerli ilim ve fikir adamlarıyla mülâkatlar gerçekleştireceğiz. Böylece hem ülkemizin kıymetli alimlerini yakından tanıyacak hem de fikirlerinden istifade edeceğiz. İlk mülakatımızı Fatih Medreseleri geleneğinin son temsilcisi Emin Saraç Hocaefendi ile gerçekleştirdik. Zevkle okuyacağınızı ümit ediyoruz.
Hocam, Efendimiz (s.a.v) hayatını cehaletle mücadele ile geçirmiş ve bu yolda elinden gelen gayreti sarf etmiştir. Kendisini bütün insanlığa ” Ben cehaletle savaşmak için gönderildim.” diye tanıtmıştır. Ve bu savaşta kullanılacak olan en etkili silahın İLİM olduğunu bizlere her noktada ifade etmişlerdir.
Peki, Efendimizin dâr-ı bekaya irtihalinden asırlar sonra O’na ümmet olabilme ümidiyle yaşayan bizler ilim denildiği zaman neler anlıyoruz, daha önemlisi neler anlamalıyız?
İlim dendiği zaman aklımıza ilk gelen şey Allah celle ve âlâ’nın sıfatlarından birisinin âlim olduğudur. Kur’an-ı Kerim’in bize öğrettiği doksan dokuz sıfatın her biriyle mütehallik olmamız için bize haddi hesabı olmayan terğib ve teşvikler vardır. İşte o terğib edilen sıfatlardan birisi de ilimdir.
Fahr-i kâinat Efendimiz (s.a.v) âlimin fazlını gökteki bedr-i münir olan ayın on dördüne teşbih etmiştir. İlme teşvik babında Ebud- Derda tarafından nakledilen şu Hadis-i Şerif de câlib-i dikkattir. Ne diyor Rasûlullah efendimiz: “Bir insan ilim yoluna girdiği zaman o kimse cennet yoluna girmiştir. O yolun sonu cennete ulaşır.”
Ama herkesin bu ilimlerde derinlemesine malumat sahibi olmasını da bekleyemeyiz. Bu noktada ilimleri ikiye ayıracağız. Bazısı vardır ki; herkes tarafından bilinme zarureti vardır. Mesela kişinin farz ibadetlerini yerine getirecek kadar ma’lumat sahibi olması onun üzerine farzdır. Amma bir de cemiyetin nizamını tanzim edecek, hatta bütün beşeriyetle alakalı meselelere ait ilimler vardır ki bunu da muayyen insanların öğrenmesi farz-ı kifayedir.
Bakın bütün İslâm tarihi boyunca bu muayyen insanların yetişmesi babında ne hizmetler yapmış ecdadımız. Fatih Hazretleri’nin İstanbul’un fethinden sonra ilk yaptırdığı iş Tabhane Medresesi’dir ki önce onun temeli atılmıştır. Camiden evvel medreseyi başlatmıştır; ilme verdiği ehemmiyetinden dolayı. Bu cami-i şerif beş yüz sene bu memlekete, hem ulemasını hem de devlet ricalini yetiştirmiştir. İşte karşımızda gördüğümüz en son allameler: Cevdet Paşa, Ömer Nasuhi Hoca, Zahid Efendi, Mustafa Sabri Efendi dışarıda; Hamdi Efendi, Ali Haydar Efendi içerde, bu cami-i şerifin eseridir. Bunların her biri bu memlekete çok büyük hayırları olmuş kimselerdir. İlimsiz olan bir diyar artık dalalete düşer rehbersiz kalır perişan olur. Nitekim bizim şimdi o güzel ilim erbabından mahrumiyetimiz büyük sıkıntılara sebep olmaktadır.
Bir memlekette âlim olmazsa o memleket dalalete düşmüştür, karanlıkta kalmış demektir efendim. Ve o takdirde musibetler de o memleketin başına inmeye başlar. Zira en büyük musibet olan kıyamet âlimler bittiği zaman başlayacaktır. Ulemanın böyle zevale doğru gitmesinin kıyamet alametlerinden birisi olduğu kitaplarımızda yazılmaktadır
Biz ise günümüzde ilimden de alimden de mahrum bir vaziyetteyiz maalesef. Topraklarımızda ilmi ihyâ etmek için gayret etmek, zamanın en mühim vazifesidir. En salih ameldir.
Peki, bu ihyâ faaliyetine nereden başlamalıyız. Bu yolun olmazsa olmazı nedir hocam?
Evet, bu yola adım atmak için evvela ilmin de esası olan Arapça’yı iyi bileceğiz. Cenab-ı Hak kelamını, beşeriyetin son irşad fermanını Arapça üzerine indirmiştir. Arapça da bilmeyişimiz bu memleketin cehlini biraz daha artırmaya sebeb olmuştur. Hayır, öyle değil Arapça’yı bileceğiz; sarfı, nahvi bileceğiz.
Alet ilmi olan sarfı okumadan, nahvi ve belağati bilmeden ve bunlar vasıtasıyla öğrenilen âlî ilimlere sahip olmadan Kitabımızı anlayamayız. Bu şekilde tefsir yapamayız ve dinî mevzularda söz söylemeye gerçek mânâda yetkili olacak hakiki müctehidler yetiştiremeyiz.
İşte görüyoruz, gerekli ilimlere sahip olmadan yazılan tefsirlerin hangisi işe yarıyor. Bazı tefsirleri görünce üzülüyoruz böyle bir tefsir nasıl çıkar diye. İnsanlarımız bu kadar mı gaflete düştü.
Efendim, bizim çocukluğumuz zamanında bakıyye ulema vardı ki o eslafın bakıyyesi olan ulemayı gördük. Ali Haydar Efendi, Ömer Nasuhi Efendi… O zamanki Bekir Haki Efendi, Yekta Efendiler. İşte âlimler böyle olur. İslâm âlemine çıktık; Mısır’da 9 sene kaldım, Hindistan’a, Pakistan’a gittim. Senelerce Hicaz’da ulema cemiyetlerine, toplantılara çağrıldım. Ve bizi onlarla mukayese ettiğiniz zaman halimizi görüyoruz. Suriye’deki âlimler bugün Türkiyemiz’de maalesef yok. İlmiyle, sülukuyle kendisini ispat edecek âlimlerimiz yok. Abdurrahman Şeref Bey oradaki âlimlerden “Osmanlı ulemasının siret ve sûreti işte böyleydi.” diye bahsederdi. Ne güzel salih âlimleri var.
Bilmek her şey değil demek hocam. Yalnızca ilimle arzulanan hedefe ulaşamıyoruz yani.
Tabii ki, bu işin temelini sağlam tutmak için evvela ibadetlerimize dikkat edeceğiz. İbadetlerimize ferâiz-i evkât-ı salâtımızdan başlarız. Kur’an tilaveti mânevî bir kuvvettir ki o kuvvet âdeta arabanın, uçağın gitmesi için benzin ne ise odur. Buradan başlarsak, takvaya ehemmiyet verirsek Cenab-ı Hak bizim önümüzü açar, inkişaf verir. Okuduklarımızı da anlamak hususunda bir basiret ve feraset sahibi oluruz. Vesvese-i şeytaniye ile kendimizi mağlup etmeyiz. Bizim bazı insanlarımızı görüyoruz. Adamlar kendi hevayı heveslerine göre ahkâm kesiyorlar halkımıza.
Kendileri daal oldukları gibi mudill de oluyorlar. Hem delalete düşmüş oluyorlar hem de başkalarını delalete düşürüyorlar. Bir iş ibadetle başlayacak takva ile başlayacak. Eğer ibadetsiz, takvasız ilme başlarsak onun akıbeti kötü olur. Ben iyi hatırlıyorum bazı kardeşlerimiz hocasından aldığı dersi sanki teyp gibi, böyle fotokopi gibi alıyordu; fakat namaz kılmıyordu. Bir takım dünyevî şeyler aldılar ama neticesinde onların ilimleri halâveti olmayan, faydası olmayan bir hale geldi.
Talebelerimizi takva üzerine yetiştirmemiz, ibadetle, taatle teçhiz etmemiz zarureti vardır. Bu şekilde başlarsa o ilimler hayırlı olur. Bakınız, eskilerimiz bir taraftan sarf nahiv ile meşgul olurken talebelere bir taraftan da ahlaken güzel olmaları için bir ders okuturlarmış. İkindi dersi ya da koltuk dersi olarak isim verirlerdi. Tarikat-ı Muhammediyye okutulurdu. Niçin? Talebenin ahlakı güzel olsun diye. Talebenin ahlakının güzel olmasını önceden hocalar nizama, düzene koymuşlardı. Bu kubbenin altında yetişen ve kendini buraya vakfeden hocalarımızdan biri olan Hüsrev Efendi Hocamız derdi ki 11 defa Tarikat-ı Muhammediyyeyi okuttum. Talebeye okutuyor tabiki. Şimdi var mı böyle ders okutan bir yer. Talebenin ahlakı güzel olsun diye bir ders bizim ilahiyatlarımızda vesairede okunuyor mu, yok. Hele hele Ehadîs-i nebeviyeyi ihmâl etmek, ona itibar etmemek de felaketlerin en büyüklerindendir. Ehadîs-i şerifeyi reddettikten sonra, Âyet-i kerîme anlaşılmaz hale geliyor. O zaman da Âyet-i kerîme’leri kendi sakîm ve akîm olan fikirleri ile anlaşılmaz bir hale getiriyorlar.
Güzel ahlak noktasında en büyük paylardan biri de aileye düşüyor diyebiliriz, değil mi?
Elbette, ilk iş evden ve aileden başlar. Onun için hocazâdelerin hoca yetişmesi çok hayırlı bir iştir. Çünkü o birçok eseri okumadan bilir. Kendi nefsimi düşünüyorum da ailemin, annemin, babamın, hocalarımın üzerimdeki etkisi büyüktür. Onlardan gördüğüm şeyler zihnimde sabit kalmış. İlim ya müdareseden satırdan, ya da hocaefendinin harekâtını görmek sureti iledir ki o harekât da insan için ilimdir. Rasûlullah Efendimiz’in harekâtının Ashab-ı Kirâm’a ilim olduğu gibi. Fakat hoca ki; kendisi ibadetini yapmıyor ondan sonra efendim hangi ünvana sahip olursa olsun… Bir kere namaz kılmıyor; öyle bir insanın hangi işini biz itibara alacağız. O da onları bildiği halde, bana okuttuğu halde tatbik etmiyor. O zaman efendim şeytanın vesvesesi geliyor: Sen de onun gibi ol canım, o da bak senin gibi okumuş da şu hale gelmiş.
Ve maalesef bu zihniyete sahip insanlar bugün cemiyete dini mevzularda yön veren insanlar olarak tanıtılıyorlar. Halkımız onların verdikleri fetvalarla baş başa bırakılıyor. Bu noktada fetva mevzuunu sormak istiyoruz hocam. Fetva müessesesi bugün metruk bir halde midir?
O fetva meselesi ayrı çok ince bir şeydir Çok mühim çok zor da bir meseledir. Fetva vermeye cüret ve cesaret göstermek -Hadis-i Şerif’te de beyan edildiği gibi- cehenneme cesaretle atılmaya benzer. Onun için Ashab-ı kiram bir fetvayı vermek için birbirlerine atfederler. O ona, o ona havale ederlerdi. Herkes ben bu işin ehliyim ben önce söyleyeyim demiyor çünkü olabilir ki benim zihnimde farklı şeyler olmuştur isabet etmem diye kendisini vebale atmıyor. Zahid Efendi hocamızın Makalat’ında Hutûratu’t Teserru’ Fi’l Fetva (Fetvada Acele Etmenin Tehlikeleri) isimli makalesi vardır. Bu, okunması gereken çok mühim bir makaledir.
Bu şuura sahip bir ilim talebesinin meydana gelmesi nasıl mümkün olabilir, ilme talip bir kişide hangi vasıflar aranmalıdır?
İnsanoğlu, benî Âdem, Allah’ın mümtaz bir mahlûkudur. Hadis-i Şerif’te “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Fıtrat-ı İslâmiyye onda mevcuttur. Onun icaplarını yerine getirir ama anne babası Yahudi olursa onu Yahudi yapar, Mecusi olursa onu Mecusi yapar.” buyuruluyor. Fakat onu kendi haline bırakırsan, ona kimse tesir etmezse Allah’ın tevhidini o bulur diye kitaplarda yazıyor. Çocuklarımızı filanın çocuğu falanın çocuğu diye ayırmadan Allah’ın halk ettiği o güzel yavruya güzel şeyler öğrettiğimiz taktirde netice alabiliriz. Onun için biz tahdit etmeyiz. Bazı çocuklar var ki hazır kabiliyeti itibariyle, aileden gelişi itibariyle aileden aldığı bir takım güzel meziyetleri muhafaza etti ise o talebeyi tercih eder insan. Öne alır ki daha kolaydır bunu eğitmesi.
Meşhurdur, Hz. Fatih devletin bütçesini tesbit edeceği zaman en çok masrafı talebeye tahsis ettirirmiş. Demişler ki “Sultanım bu talebenin içerisinden ciddi yetişecek kimse ancak bunun onda biri kadardır.” Fatih şöyle demiş: “İşte o onda birini bulmak için bu masrafın yerine koyulması lazımdır. Hiç tenkis edilmeyecektir.”
Biz talebeyi, talebe geldiği zaman talim etmeye takat etmeliyiz, talebe reddedilmez, yeter ki talebe haylazlık yapmıyor olsun. Talebelerimizi hoş karşılayacağız, onlara şefkat edeceğiz. Bir anne baba evlatlarına nasıl muamele ediyorsa biz de öyle yapacağız.
Belirli bir yaşa ulaştığında anne baba tarafından çocuğa bir takım mesuliyetler verilir. Bu mesuliyetlerle çocuk her geçen gün biraz daha büyür ve cemiyette kendi kendine ayakta durabilecek seviyeye ulaşır. İlim talebesi için de böyle bir yol izlenebilir mi. Öğrenirken öğreten bir talebe düşünebilir miyiz?
O çok çok güzeldir. O tedris meselesi efendim, eskiden bir medresede bir odanın sahibi var onun yanına çömez diye bir kimse verilir, o çömez denilen kimse odanın esas sahibi olan büyüğüne karşı hizmet etmekte. Mesela odayı silip süpürmekte, yemek hazırlamakta falan yardımcı olur o da ona ders okutur. O şekilde onu yetiştirir nihayet bir gün hoca mezun olup gittiği zaman o odaya hakim olur.
Bir başka husus daha vardı. Onu sonradan zem etmeye başladılar ama onun da mânâsı üç aylar geldiği zaman tatil yapılır, Ramazan Ayı girdi mi ders devam etmez. Talebe tatbikata çıkar halk arasına dağılır; hafız ise mukabele okur, imamlık yapar; hafız değilse vaaz eder. O vaazı eden hoca olacak talebeleri halk o çağdan tanır. Hem halk onların hem de onlar halkın meziyetlerinden haberdar olurdu. Bunlar ileride halkın gönlünde yetişmiş hocaefendiler olur. Biz yurtlarda orada burada çocukları kendi hallerine bırakıyoruz. Hazır yiyip içiyorlar. Fakat o meziyetler de bir insan yetiştiremiyoruz.
Günümüzde bir ilim yolcusu için karşılaşılan problemlerden biri belki de en mühimi iktisadi sıkıntılardır. Hocam, Selef ulemamız bu tehlikeli yolun önünü nasıl kesmişlerdir acaba. Hayatlarını sadece okumaya mı tahsis etmişlerdi?
Eskiden bir usûl vardı efendim. Hoca başkasına muhtaç olmadan yetişmesi, kanaatle yaşaması için bazı sanatlar ile meşgul olurdu. Hatta babam bana cilt yapmayı, kitabı teclit etmeyi öğretmişti. O zamanlar teclit etmek yani kitap ciltlemek bir sanattı. Sonra efendim saatçi olmak da bir sanattı. Hasan el-Benna’nın babası (Ahmet es- Saatî) hem büyük bir hadis alimi hem de saatçi idi. Böylece geçimini sağlardı. Yemen’in San’a şehrinde Abdulmecid Zindânî’nin kurduğu bir medrese vardı ki onun ismi Medresetu’l İman’dı. Burada okuttuğu talebelere hem icazet veriyor ve de bunların her birisine bir sanat öğretiyordu. Bunlar oradan ayrıldıktan sonra maişetini temin edecek fakat tedris ve talim de yapacak. Dört beş bin kişiyi topladı, epeyce bir merhale kesb etti fakat gelin görün ki burasıyla da uğraştılar.İslâm dünyasında hiçbir memleket yok ki onların ders programına müdahale edilmesin.
Son bir soru ile sohbetimizi bitirelim isterseniz hocam. Yetişebildiğiniz, derslerinde bulunma imkânına sahip olduğunuz hocalarınızdan sizi en çok etkileyen bir tanesinden bizlere biraz bahseder misiniz?
Ben İstanbul’a geldiğimde ilk hocam Ali Haydar Efendi idi. Bu camide istifade edebildiğim hocalarım arasında Gümülcineli Mustafa Efendi, Fatih’in baş imamı faziletli Ömer Efendi, Hüsrev Efendi ve Süleyman Efendi’yi – ki o buranın baş kayyımı idi – sayabilirim. Bunlardan tederrüs etmek suretiyle istifade etmişizdir. Bunlar bizzat ders aldığım hocalarımdandır. Bu hocalarımın hallerinin bizim üzerimizde çok büyük tesirleri olmuştur. Âdeta ben babamdan gördüğümü burada daha te’kit etmiş oldum. Bizim evimizde elhamdülillah bir an’anemiz vardır. Babam, dedem, baba tarafım anne tarafım hep hocalardan müteşekkildir.
Ondan sonra Mısır’a gittiğimiz zaman Zâhid Efendi, Mustafa Sabri Efendi gibi hocalarla bir arada bulundum. Sonra Ezher ulemasından hocaefendiler mesela Muhammed Abdulvehhab hocamız… Çok kâmil ve mükemmel bir hocamızdı. O hadis okuttuğu zaman ne güzel bizi zevk-i yâb ederdi. Onun hadis derslerinin zevkini hiç unutamam.
Efendim, hocalarımın her biri benim için anlatılmaz ehemmiyete sahiptir.
Allah cümlesine rahmet etsin.
Teşekkür ediyoruz.
* Abdurrahman KAYA – Murat USTAKURT